kemalizm uzerine

F Tipi Hücrelere HAYIR !!!

bayrak.gif (16534 Byte)

icon1.jpg (4083 Byte)

icon.jpg (4997 Byte)

 

SAFAK REVİZYONİZMİNİN KEMALİST HAREKET, KEMALİST İKTİDAR DÖNEMİ, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI, SAVAŞ SONRASI ve 27 MAYIS HAKKINDAKİ TEZLERİ

"Bunlar, bugün halkımızın yürüttüğü bağımsızlık mücadelesini, M. Kemal’in tam bağımsızlık ilkesinin mirasçısı olmasını da revizyonizmle damgalıyorlar. Bu, hiç şüphesiz mirasyedi bir hovardanın tutumudur. Devrimci mücadeleye yan çizenler, geçmişteki mücadeleleri de hor görürler ve tarihin, bu büyük mücadelede bir silâh haline getirilmesinin önemini kavrayamazlar. Onların bu tutumu, sınıf karakteri her şeyi hor gören küc,ük-burjuva ideolojisinden ileri gelmektedir.

Hepimizin bildiği gibi Milli Kurtuluş Savaşını, milli burjuvazinin önderliğinde yürütüldü ve milli ihtilalin önderi de M. Kemal’di.

M. Kemal’in istiklâl bağımsızlık) ilkesi ve Kurtuluş -i tam (tam Savaşımız o kadar elle tutulur bir mirastır ki, uğruna on binlerce işçi köylü kanlarım döktüler, canlarını verdiler. Hiç bir fedakârlıktan çekinmediler. Fakat işçi ve köylüler teşkilâtsız olduğu için, milli ihtilâlin önderliğini milli burjuvazi ele geçirdi ve burjuva-demokratik devrimi sonuna kadar ilerletemeyerek, işçi ve köylüleri baskı altına alan bir diktatörlük kurdu. Yeni Kemalist burjuvazinin halk üzerindeki diktatörlüğü milli burjuvazinin karakteri icabı, emperyalizmle ve feodaliteyle uzlaştı. Hatta daha sonra yurdumuzu emperyalizmin pençesine teslim eden işbirlikçi büyük burjuvazi, bu yeni burjuvazi içinden bir kesimin palazlanmasıyla ortaya çıktı. M. Kemal’den tutarlı bir proleter tutum beklemek, bunu bulamayınca, damgayı yapıştırmak, hatta onun emperyalist işbirlikçisi olduğunu iddia etmek, burjuva idealistlerine çok yakışıyor. Fakat onlara yakışan bu tutumun, proletarya hareketine hiç yakışmayacağı açıktır.

"Lenin, Stalin, Mao Zedung’un M. Kemal tahlilleri bize ışık tutmalıdır. Bu mesele niçin önemlidir? Çünkü bu konudaki tutumumuz, halkın ilerici geçmişini faşizme ve gericiliğe hediye edip etmememizi tayin edecektir. Amerikan uşağı faşist generaller çetesinin Milli Kurtuluş Savaşı, Yunus Emre, M. Kemal gibi halkımızın ilerici tarihinin parçalarını kendi faşist demagojilerine nasıl alet ettiklerini ve bu yolla bir kitle temeli yaratmaya çalıştıklarını görüyoruz. Ne yapacağız? Bütün bunları onlara mı terk edeceğiz? Halkın devrimci mirası, sınıf mücadelesinde bir silahtır. Çok kibar beyler, bu silahlardan bazılarını çamurlu olduğu için beğenmeyebilirler. Ve aman elimizi kirletmeyelim diyerek onları düşmana terk edebilirler. Ama, ölüm kalım savaşı veren bir proletarya savàşçısı, silahın çamurlu olmasına bakmaz. Silahın kabzasını sıkı sıkıya kavrar" (Tasfiyeciler Yazısı).

"Faşist hükümet... halkımızın devrimci geçmişini alçakça kendine mal etmeye çalışan bir kampanya açmıştır. M. Kemal, faşist sahtekarlığın bir aleti haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bağımsızlığın en azgın düşmanı olan Amerikan köpeği faşistler, M. Kemal’in ilkelerini tahrif ederek kendi faşist safsatalarının bir parçası olarak gösterebileceklerini sanıyorlar (abç) (12 Marttan Sonra Dünyada ve Türkiye’de Siyasi Durum, S. 45).

"Orta burjuvazinin Kemalist kesimlerinin gözünü boyamak için" (agy, S. 45).

"Proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağının ilk kurtuluş mücadelesini veren Türkiye halkları, Asya’nın bütün ezilen halklarına cesaret ve umut verdi" (Program Taslağı).

"Kurtuluş Savaşı’nın burjuva önderliği... isçi ve köylüleri baskı altına alan bir diktatörlük kurdu" (agy).

‘‘Osmanlı Sultanlığının ve komprador burjuvazinin Milli Kurtuluş Savaşı ile yıkılmasından sonra, iktidarı ele geçiren yeni Türk burjuvazisi, büyümek ve zenginleşmek için devlet eliyle milli burjuvazi yarışmaya girişti. Yeni Türk burjuvazisi, bu yafta altında işçi ve köylüleri insafsızca sömürdü, feodal ağalarla ve emperyalizmle uzlaştı" (agy).

"Halkımız üzerindeki burjuva diktatörlüğü, yurdumuzu giderek emperyalist boyunduruğuna teslim etti. Feodal ağalarla ittifak kuran büyük burjuvazi, Kürt halkına karşı da milli baskı ve eritme politikası uyguladı" (agy).

"Milli burjuva yaratma politikasıyla semiren yeni Türk burjuvazisinin içinden çıkan işbirlikçi büyük burjuvazi, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren hızla gelişti ve emperyalizmle işbirliğini adım adım yoğunlaştırdı" (agy).

"Savaş sırasında vurgunculukla palazlanan büyük burjuvazi, uluslararası sermayenin kanatları altına iyice girdi ve savaş yıllarındaki yüksek tarım fiyatları politikasıyla gelişmiş olan toprak ağalarıyla ittifakını iyice (abç) güçlendirdi. Bu gerici ittifak, kendini CHP’nin devlet kapitalizminin bürokratik kösteklerinden kurtarmak için DP’ye ağırlık vererek iktidarını bu partiyle devam ettirdi" (agy).

"1950’den sonra emperyalist sermayenin Türkiye’de doludizgin at oynatması..." (agy)

"1950’den sonra gerici parlamentoyu hakimiyet aracı olarak kullanan emperyalizm ve işbirlikçileri..." (agy).

"Halk üzerindeki sömürü ve baskıyı her gecen gün şiddetlendiren siyasi ve iktisadi buhran, Amerikan uşağı DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla sonuçlandı.

"27 Mayıs hareketine karakterini veren orta burjuvazi, emperyalizme başından teslim olmuştu. İktidarı, işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktı" (agy).

şafak revizyonistlerinin tezlerini özetleyelim:

1) "Milli Kurtuluş Savaşımız, milli burjuvazinin önderliğinde yürütüldü".

2) Kurtuluş Savaşımız "proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşlar? çağının ilk kurtuluş mücadelesidir" (abç).

3) Kurtuluş Savaşımız, "Asya’nın bütün ezilen halklarına cesaret ve umut vermiştir".

4) Milli Kurtuluş Savaşıyla, "Osmanlı Sultanlığı ve komprador burjuvazi yıkılmıştır".

5) Kemalist iktidar, siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva diktatörlüğüdür. "M. Kemal’in emperyalist işbirlikçisi olduğunu iddia edenler, burjuva idealistleridir.".

6) "İktidarı ele geçiren yeni Türk burjuvazisi, büyümek ve zenginleşmek için devlet eliyle milli burjuva yaratmaya girişti" (abç).

7) "Kemalist burjuvazinin halk üzerindeki diktatörlüğü, milli burjuvazinin karakteri icabı, emperyalizmle ve feodalizmle uzlaştı" (abç).

8) Milli burjuva yaratma politikasıyla semiren yeni Türk burjuvazisinin içinden, işbirlikçi büyük burjuvazi çıktı.

"İşbirlikçi büyük burjuvazi, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren hızla gelişti ve emperyalizmle iş,birliğini adım adım yoğunlaştırdı" (abç). "Savaş sırasında vurgunculukla palazlandı ve uluslararası sermayenin kanatları altına iyice girdi".

İşbirlikçi büyük burjuvazi, savaş yıllarında gelişmiş olan toprak ağalarıyla ittifak kurdu.

"Bu gerici ittifak, kendini CHP’nin devlet kapitalizminin bürokratik kösteklerinden kurtarmak için DP’ye ağırlık vererek iktidarını bu partiyle devam ettirdi".

9) "1950’den sonra emperyalist sermaye Türkiye’de doludizgin at oynatmaya başladı".

10) "Emperyalizm ve işbirlikçileri, gerici parlamentoyu bir hakimiyet aracı olarak kullandılar".

11) "Siyasi ve iktisadi buhran, Amerikan uşağı DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla sonuçlandı" (abç).

12) "27 Mayıs hareketine karakterini veren orta burjuvazi"dir. 27 Mayıs hareketiyle iktidar, orta burjuvazinin eline geçmişti. Fakat orta burjuvazi, iktidarı "işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktı" (abç).

13) "Kemalizm, orta burjuvazinin devrimci kesiminin ideolojisidir".

"M. Kemal’in ilkeleri faşizmle asla bağdaşmaz".

"M. Kemal, halkımızın ilerici tarihinin bir parçasıdır".

14) "M. Kemal’in tam bağımsızlık ilkesinin mirasçısıyız". "Bu mirası faşistlere terk edemeyiz, ona sıkı sıkıya sarılmalıyız."

15) "Lenin, Stalin, Mao Zedung’un M. Kemal tahlilleri bize ışık tutsun."

Şafak revizyonistlerinin tezleri işte bunlardır. Şimdi eleştirilere geçelim.

-II

Kemalist hareketin niteliğini ve Kemalist iktidarın uygulamalarını Şnurov’dan geniş aktarmalar yaparak ortaya koyacağız. Çünkü Şnurov güvenilir bir tanık, sağlam bir Bolşevik’tir. Aktarma yapacağımız broşürü, Sovyet işçi sınıfına Türkiye’nin durumunu ve Türk işçi sınıfının mücadelesini tanıtmak amacıyla yazmıştır. Şnurov’un dile getirdiği görüşlerin, o yıllarda Stalin yoldaşın ve diğer Bolşevik Partisi önderlerinin de görüşleri olduğunu kabul etmemek için hiç bir sebep yoktur.

1. Kemalist Devrime Önderlik Eden Sınıflar, Türk Büyük Burjuvazi ve Toprak Ağaları Sınıflarıdır::

şnurov yoldaş şöyle diyor:

"Devrimin önderi M. Kemal’e izafeten Kemalist adı verilen bu Türk milli devrimini Türkiye’nin milli burjuvazi, yani tüccar, toprak ağası ve o sırada Türkiye’de çok az sayıda bulunan Kemalist devrim, Jön Türk sanayiciler yönetiyordu" (..).devriminin benzeri ve izle- yicisidir. , Şnurov, bunu da şöyle anlatıyor:

"Esasen fakir olan ülkeyi insafsızca soyan büyük toprak sahipleri ile din adamlarının ve en başta sultanlarının hakimiyeti neticesinde Türkiye tamamen Avrupa sermayesinin eline düşerek, Avrupa kapitalizminin kölesi olmuştu. 1908 senesinde sultanın hakimiyeti, Türkiye tarihinde ilk defa olmak üzere Türk ticaret burjuvazisi, subaylar ve asilzadelerin [eşrafın] birleşmiş gücü ile kökünden sarsılmıştır. Bu burjuva devrimi,??? Jön Türk devrimi olarak tanınmaktadır ve bunu, başlangıçta halk yığınları da desteklemiştir" (...).

"[Jön Türk devriminden sonra da] Türkiye yarı - sömürge karakterini muhafaza ediyordu. Yani kapitalist ülkelerin, hammadde alır, sanayi mamullerini sattıkları bir pazar durumunda idi. Politik bakımdan Türkiye bağımsız sayılıyordu. Fakat Türkiye, emperyalist ülkelerin elinde oyuncaktı. Bu yüzden Türkiye, ekonomik yönden aşırı derecede bağımlı bulunduğu Almanya tarafından Birinci Dünya Savaşı’na itildi ve Almanya uğruna savaştı. Almanya savaşı kaybedince, Türkiye tam anlamıyla yağma edildi. Ülkenin bütünlüğünü korumak için ikinci bir devrime ihtiyaç hasıl oldu.

"Bu defa ‘Kemalist devrim’ adı yapılmıştır".

... Devrimin başına Türk ticaret burjuvazisi geçti. Türkiye tarım memleketi olduğu için, tüccarların başlıca alışverişi tarım ürünleri üzerine idi. Böylece ticaret burjuvazisi, ağalar ve büyük toprak sahipleri ile

(*)??? ?Bu kitapta Şnurov’dan yapılan tüm alıntılar, A. Şnurov - Y. Rozaliyev’in Türkiye’de Kapitalistleşme ve Sınıf Kavgaları ile tanınan devrim, İngiliz - Fransız emperyalizmine karşı adlı kitabının Ant Yayınları???? 1970 basımından yapılmıştır. Kitabın Şnurov’a ait bölümü, Türkiye Proletarıyası adı ile Yar Yayınları tarafından yeniden basılmıştır. Rozaliyev’e ait bölüm de, gene Yar Yayınları tarafından Türkiye Sanayi Proletaryası adıyla yayınlanmış. (Derleyenin notu.).

sıkı bağlar kurdu. Her Türk köyünde ağa ve toprak sahibi, aynı zamanda tefeci ve köylü ürünlerinin belli başli’ alıcısı ve satıcısı idi. Bu ağaların bazen un değirmeni, yağ veya kuru meyva işleyen küçük imalathaneleri ve diğer ufak tefek teşebbüsleri oluyordu. Ağalar aynı zamanda tarım ürünlerini toptan satın alan büyük ticaret firmalarının acenteleri durumundaydılar.

"Bu koşullar altında, Türkiye, Avrupa kapitalistlerine yenilmiş olsaydı, yabancılar en kısa zaman içinde bütün ticareti ve sanayü ele geçireceklerdi. Türk burjuvazisi bir ölüm kalım sorunu ile karşı karşıya idi. Kapitalistlerin işgali desteklemezse,·yabancılara verilen imtiyazlar devam edip Türkiye her bakımdan yabancı kapitale bağlı kalırsa, yurdun öz ticareti ve sanayi er geç ölecekti. Tüccarı, sanayiciyi, tarım ürünlerini yabancı ülkelere satan ağa ve büyük toprak sahiplerini devrimci kılan işte bu tehlike idi. Köylü, işçi ve küçük esnafın kapitalistler ve toprak ağalarına karşı???

altındaki liman şehirleri olmazsa, devlet kendilerini duyduğu hoşnutsuzluk, ustalıkla yabancı kapitalistlerle mücadeleye dönüştürüldü. Bunun için devrim, bütün yurda yayılarak milli bir karakter aldı".

Kemalist devrim esas olarak ticaret burjuvazisinin başını çektiği, fakat bunların bir kısım ağalar büyük toprak sahipleri ve tefecilerle de ittifakına dayanan bir "milli burjuva" devrimidir ve burjuvazi ilk başlarda halkın desteğini almayı başarmıştır.

Yukarıdaki "milli burjuva" kavramı üzerinde kısaca durmak gerekiyor. Lenin, Stalin ve Şnurov yoldaşlar, Kemalist devrimden bahsederken "milli burjuva" kavramını, Türk olan burjuva anlamında kullanmaktadırlar. Milli burjuva - komprador burjuva ayırımı, onlarda henüz yoktur. Bu kavramı daha sonra, yeni anlamıyla Mao Zedung yoldaşta görmekteyiz. Lenin, Stalin ve Şnurov yoldaşlar, Kemalist devrime, "milli burjuva devrimi" derken, kastettikleri "komprodar olmayan burjuvazinin devrimi" değildir; kastettikleri "Türk olan burjuvazinin devrimi"dir.

Yine sözünü ettiğimiz broşürde Şnurov yoldaş, toprak ağalarını ve tefecileri de "burjuva" kavramı içinde düşünmektedir. Meselâ; "Türkiye’nin milli burjuvazisi, yani, tüccar, toprak ağası" (abç) demektedir. Burjuva kavramının bu şekilde kullanılmışına, Stalin yoldaşta ve Dimitrov yoldaşta da rastlamaktayız.

Şnurov yoldaş, Kemalist devrim "milli burjuvazinin devrimidir" derken, Türk olan ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin az sayıdaki sanayi burjuvazisinin devrimiydi demektedir ve zaten bütün bu sınıfları tek tek de saymaktadır.

Bu sınıflar, bugün kullandığımız anlamıyla "milli" miydi, komprador muydu, bunun üzerinde duralım:

Stalin yoldaş, Yeni Demokrasi kitabına Mao Zedung yoldaşın yaptığı alıntıda "Kemalist devrim, üst tabakanın, milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir" demektedir (abç).

"Üst tabaka", İttihat ve Terakki içinde palazlanmış olan, önce Alman emperyalizmine uşaklık eden, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman emperyalizminin yenilgisinden sonra da, İngiliz - Fransız emperyalizmine yaklaşan, "Türk komprador büyük burjuvazisinin ta kendisidir.

Türk burjuvazisinin önce İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında toplandığını, bu sınıfın subaylar ve asilzadelerle birlikte 1908 Jön Türk devrimine önderlik ettiğini biliyoruz. İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidar makamına oturduktan sonra, dünya şartlarının ve Türkiye’nin tasfiye edilemeyen yarı-sömürge yapısının zorlamasıyla İttihat ve Terakkiciler, Alman emperyalizmi ile işbirliğine giriştiler. Bir yandan burjuvazinin bir kanadı hızla büyüdü, palazlandı, Türk büyük burjuvazisini oluşturdu; öte yandan Abdülhamit zamanından beri mevcut olan genellikle azınlık milliyetlere mensup komprador burjuvazi varlığını devam ettiriyordu. İttihat ve Terakki Partisi, birincilerin menfaatini temsil ediyordu. İttihat ve Terakki Partisi, Alman emperyalizminin sadık uşağı, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin de azılı düşmanı olup çıktı. Türk burjuvazisinin büyüyen ve kompradorlaşan kanadı (yani Türk komprador büyük burjuvazisi), Birinci Dünya Savaşı yıllarında, istibdat şartlarında, savaş araç ve gereçleri alım satımı, vagon tekeli, zaruri ihtiyaç maddeleri üzerinde yapılan vurgunlar, vb. yoluyla muazzam zenginleşti. Büyük servetler, sermayeler edindi. Bunlar, Alman emperyalizminin kesin iflası ve bu sebeple kendi egemenliklerinin de tehlikeye düşmesi karşısında, İtilâf emperyalizmine kuyruk sallamaya, onunla yakınlaşmaya ve bu yolda gerekli tedbirleri almaya giriştiler.

İşte Stalin yoldaşın, üst tabaka dediği bunlardır.

şnurov yoldaş, broşürünün bir yerinde Türk burjuvalarının, "devrimci olmadıkları halde" (abç), Milli Kurtuluş Savaşı’na katılmak zorunda kaldıklarını belirtiyor. Geri ülkelerde komprador olmayan burjuvazi, yani milli burjuvazi, bildiği gibi, sınırlı da olsa, devrimci bir nitelik taşır. Devrimci olmayan sınıf, emperyalizmle menfaat birliği

Yine Şnurov yoldaş, "ağalar aynı zamanda tam ürünlerini toptan satın alan büyük ticaret firmalarının acenteleri durumundaydı" diyor. O yıllarda "büyük ticaret firmalarının", geniş ölçüde emperyalistlerin kontrolünde veya elinde olduğu da bilinen bir gerçektir.

Bütün bunlar şunu gösteriyor ki, halinde olan komprador burjuvazidir. Milli Kurtuluş Savaşı’nın önderliği, ta başından itibaren İttihat ve Terakki içindeki Türk komprador büyük burjuvazisinin, toprak ağalarının ve tefecilerin eline geçmiştir. Bu sınıfları, kurtuluş savaşına iten sebepleri biraz yukarda Şnurov yoldaş açıklamaktadır.

Bir noktayı daha belirtelim: İttihat ve Terakki içinde, palazlanamayan kesim, yani orta burjuvazi de varlığını devam ettiriyordu. Kurtuluş Savaşı içinde burjuvazinin bu kanadının da son derece önemli bir rol oynadığı açıktır. Biz, önceleri, Kurtuluş Savaşı’na milli karakterdeki orta burjuvazinin önderlik ettiği .görüşündeydik. Fakat Stalin yoldaşı ve Şnurov yoldaşı daha dikkatli olarak inceleyince bu görüşün yanlış olduğunu gördük. Milli karakterdeki orta burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’nın önderi değildir ama, Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir rolü vardır. Müdafaa-i hukuk cemiyetleri içinde örgütlenenler, çoğu ticaretle uğraşan Türk komprador büyük burjuvaları, toprak ağaları, tefeciler, kasabaların eşraf takımı, ve milli karakterdeki orta burjuvazidir. Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden sınıflar, işte bu sınıflardır.

2. Kemalistler, Daha Kurtuluş Savaşı Yıllarındayken Emperyalistlerle işbirliğine Girişiyorlar:

Emperyalistler ufak tefek tavizler vermeye başlayınca, Kemalistler gene, hemen Fransa, İngiltere ve diğer memleketler burjuvazisiyle anlaşmalar imza etmekte gecikmediler.

"... Kemalistlerin korkusu şu idi: Savaş devam ederse,

emekçi kitleleri yabancı sömürücülere karşı mücadele ile yetinmeyip, kendi yurttaşı olan sömürücülere karşı da savaşa girişebilirlerdi". Şnurov böyle diyor. Stalin yoldaş ise, daha 30 Kasım 1920’de şunları yazıyordu:

"İtilaf devletlerinin kesin ‘tarafsızlığı ile Ermenilerin Kemalistler tarafından yenilmesi, Trakya ve İzmir’in Türkiye’ye geri verilmesi söylentileri, İtilaf devletlerinin ajanı Sultan ile Kemalistler arasındaki görüşme söylentileri, İstanbul’un boşaltılması planı ve son olarak Türk Batı cephesindeki durgunluk, bütün bunlar İtilaf devletlerinin Kemalistlere ciddi olarak kur yaptığının ve Kemalistlerin belli bir sağa dönüş yaptıklarının belirtisidir (abç).

"İtilaf devletlerinin iltifatlarının ne şekilde sonuçlanacağı ve Kemalistlerin sağa gidişlerinde ne kadar ileri gideceklerini söylemek zordur. Birkaç yıl önce sömürgelerin kurtuluşu için başlayan mücadelenin her şeye rağmen güçleneceği, Rusya’nın bu mücadelenin öncüsü olarak bütün gücüyle ve bütün vasıtalarla bu mücadele taraftarlarını destekleyeceği, bu mücadelenin, ezi len halkların davasına ihanet etmedikleri sürece Kemalistlerle birlikte veya İtilaf devletleri cephesine geçerlerse, Kemalistlere karşı zafere ulaşacağı bütün şüphelerin dışındadır." Kemalistler, ilk başlarda açıkça İtilaf devletlerinin saflarına geçmediler ama, dışarıda sosyalist Sovyetler Birliği’ne :.,ve içerde komünistlere, işçi sınıfına ve diğer emekçi halka karşı, onlarla el altından işbirliği yapmayı da ihmal etmediler. M. Kemal ve hükümeti, Sovyetler Birliği’ne karşı ikiyüzlü bir politika izlemişlerdir. Bir yandan, yardım koparmak için en aşırı iltifatları yağdırırken, öte yandan ABD, İngiltere, Fransa ile yapılacak gizli anlaşmalar için zemin aramaktadırlar. Çiçerin’e gönderilen yardım talebinden iki ay sonra ,

M. Suphi ve 14 yoldaşı hunharca öldürülmektedir. Ayrıca Anadolu’daki komünistlere karşı da bir sindirme kampanyasına girişilmektedir. Çünkü, Kemalist burjuvazi, 23 şubat 1921’de toplanan Londra Konferansı’na komünistleri katlederek katılırsa, Avrupalı efendilerinin teveccühünü kazanacağını, Sevr Anlaşması’nın öldürücü hükümlerinden vazgeçilebileceğini hesaplamaktadır. Konferansta delegasyonun başı Bekir Sami, Türkiye’nin anti - Sovyet blokuna katılacağını söyleyerek daha iyi anlaşma şartları aramaktadır. Yine Londra Konferansı’nın devam ettiği günlerde, 28 şubat 1921’de Kemalist hükümet, Sovyetler’den Artvin ve Ardahan’ın terkini istemekte ve Batum’u işgal etmeye girişmektedirler. Fakat Avrupalı efendilere yaranma çabaları boşa çıkıp efendiler Sevr Anlaşması üzerinde ısrar edince, Kemalistler için tekrar Sovyetler Birliği’ne yanaşmak mecburiyeti doğmuştur.

Yunan orduları atıldıktan hemen sonra???, Sovyet yardımına ihtiyaç kalmadığı için, Kemalistler yeniden komünizm yasağını uygulamaya girişmişlerdir.

14 kasım 1922 tarihli İzvestia şöyle yazmaktadır: "Kemalist hükümet, komünistleri takip ettirerek, emperyalist , devletlerin teveccühünü kazanmak emelinde."

Demek oluyor ki, Kemalist hükümet, daha Kurtuluş Savaşı içindeyken Avrupalı emperyalist efendileri ile işbirliğine girişmiştir. Şafak revizyonistlerinin sandığı gibi Atatürk’ün ölümünden sonra değil. Nitekim, Kurtuluş Savaşı dört yıl gibi çok kısa bir sürede sona ermiştir. şafak revizyonistleri, "uzun ve kanlı bir savaş" diyorlar ama, gerçekte Kurtuluş Savaşı çok kısa sürmüştür. Çin Devrimi ile Vietnam Devrimi ile karşılaştırılırsa, kısa sürdüğü anlaşılacaktır. Bunda, itilaf emperyalistlerinin Kemalist burjuvaziye besledikleri iyi duyguların önemli payı olduğunu kimse inkâr edemez:

3. Kurtuluş Savaşıyla Sömürgeleştirilmiş Topraklar Kurtarıldı. Sultanlık Kaldırıldı, Fakat Yarı- Sömürge ve Yarı - Feodal Yapı Olduğu Gibi Kaldı:

Kemalist devrim, işgal altındaki toprakları kurtardı, Sultanlığı kaldırdı, emperyalist ülkelere tanınan imtiyazlardan bir kısmını kaldırdı (örneğin: Yabancı ülkelerden ithal -olunan mallardan daha yüksek vergi, gümrük rüsumu alınmaya başlandı. Yabancı sermayeye tanınan rüçhan hakları kaldırıldı). Fakat yine de Türkiye yarı - sömürge bir ülke olarak kaldı. "Bir müddet daha demiryolları, fabrikalar, maden ocakları yabancıların elinde kaldı. Avrupa’nın büyük banka ve firmaları bugün dahi [yani 1929 yılında] Türkiye’de dilediği şekilde çalışmaktadır" (Şnurov). Emperyalistlerin’baskısı altında eski borçlar kabul edildi. Yabancılara ticaret serbestisi sağlandı.

"Gerçi yabancılar, bu serbest ticarette Türk vatandaşlarından fazla ya da özel her hangi bir hakka sahip değildi. Fakat bu, eşit olmayanlar arasında eşitlikti. Yani, güçlü Avrupa sermayesi, nasıl olur da Türk sermayesine eşit olabilir? Doğaldır ki, hiç bir eşitlik söz konusu olamazdı. Gerek Türk sermayesi, gerekse yabancı sermaye ile yeni yeni tesisler kuruluyordu ".

Şnurov, yine aynı broşüründe şunları söylüyor: "Türkiye’nin en büyük kapitalistleri, yabancılardır. bütün maden işletmelerinden başka, bir de demiryollarının büyük bir kısmı ve tarım ürünlerini işleyen fabrikaların çoğu yabancıların elindedir.

"Türkiye milli ekonoinisine 1.100 mil. frank yabancı sermaye yatırılmıştır. Sermayenin 450 milyonu Alman, 350 milyonu Fransız, 200 milyonu İngiliz ve 100 milyonu diğer ülkelerin sermayesidir" (s. 7273).

Şnurov, broşürünün bir başka yerinde Türkiye nin yarı - sömürge olduğunu da belirtiyor: ‘Türkiye, az gelişmiş, yarı - sömürge olan bir ülkedir. Türk işçisi ve köylüsünün sırtından Fransa, Almanya ve İngiltere kapitalistleri servetler sağlıyorlar..:’ (s: 57).

Gerek Jön Türkler, gerekse Kemalistler emekçi sınıflarının sırtından iktidara geldiler. Fakat her ikisi de, Türkiye’nin yarı-sömürge yapısını aynen muhafaza ettiler. Jön Türk devrimi Sultanlığı da muhafaza ettiği halde, Kemalist devrim Sultanlığı kaldırdı ve bir de işgal altındaki toprakları yani, sömürgeleştirilmiş toprakları kurtardı. Böylece sömürge, yarı - sömürge ve yarı - feodal düzen, yarı - sömürge ve yarı - feodal bir düzen haline geldi.

4. Kurtuluş Savaşı’ndan Sonra Komprador Büyük Burjuvazinin ve Toprak Ağalarının Bir Kesiminin Hakimiyetinin Yerine, Bir Başka Kesiminin Hakimiyeti Geçmiştir:

Kemalist burjuvazinin İtilaf emperyalistleriyle işbirliğine, daha savaş yıllarında giriştiğine işaret ettik. Toprak ağalarıyla ittifak ise, savaşın başından itibaren mevcuttur. Savaşın başını çekenler, Şnurov’un da belirttiği gibi, birbirleriyle kopmaz bağları bulunan, ticaret burjuvazisi, toprak ağaları, tefeciler, o zaman zayıf olan sanayi burjuvazisi idi. Bunların içindeki hakim unsur ise, ticaret burjuvazisi idi. Bu ittifak, emperyalizme bağlı olarak gelen bir kısım eski büyük ticaret burjuvazisinin ve milli azınlıkların burjuvazisinin (Ermeni, Rum burjuvazisinin) yerini aldı. Aynı noktayı, Şnurov şöyle açıklıyor:

"Yeni tesislerin ve teşebbüslerin elinde bulunan sermaye, kısmen memleketi terketmiş olan Ermeni ve Rum teşebbüslerinin ele geçirilmesi, kısmen de devlet müesseselerinin soyulması ve rüşvetlerle meydana getirilmişti. Yine bugün birçok Kemalist milletvekili ve devlet adamı, iktidardan faydalanarak, Birinci Dünya Savaşı sırasında yurttan kaçan Rum, Ermeni ve diğer Türk uyruklu yabancılardan kalan müesseseleri ele geçirip, memurlukları sırasında bir yana koydukları paralarla işletiyor ve yeni teşebbüsler kuruyor" (S. 49).

Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaptığımız soruşturmalardan ögreniyoruz ki, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı da, aynı şekilde yani boşalan Ermeni ve Rum topraklarına el koyarak ortaya çıkmışlardır. Demek oluyor ki, eski komprador burjuvazinin bir kısmının (ki bunlar çoğunlukla azınlık burjuvazisi idi) ve toprak ağalarının bir kısımının hakimiyeti yerine, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının başka bir kesiminin hakimiyeti geçmiştir.

Elbette, eski toprak ağalarının önemli bir kısmı da hakimiyetini devam ettirmektedir. Hakimiyet kuran yeni Türk burjuvazisinin bir kısmı, komprador niteliğini zaten eskiden beri taşımaktadır. Buna işaret ettik. Diğer bir kısım burjuvazinin komprador niteliği ise, Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra başlamış ve bunlar gittikçe de daha çok kompradorlaşmıştır. Türk burjuvazisinin emperyalizmle savaş yıllarında gizli kapaklı başlayan siyasi işbirliği, savaştan sonra iktisadi alanda da gelişmiş ve zaten tasfiye edilmeyen yarı sömürge yapı, bu işbirliğini daha da kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu, elbette Türk burjuvazisinin içinde taşıdığı kötü niyetten ötürü değildir. Eşyanın tabiatı icabıdır. Türk burjuvazisi zenginleşmek istemektedir, oysa sermayesi çok cılız dır. Büyük ve bol sermaye Batılı emperyalist burjuvazinin elindedir. Onunla rekabet etmek ölüm demektir, elverişli bir paya razı olarak onunla işbirliği etmek, en çıkar ve en kârlı yoldur. Türk burjuvazisi de bir yandan bu yolu tutmuş, öte yandan işçi sınıfını ve emekçi halkı insafsızca soyarak ve ezerek, sermayesini büyütmeye, hakimiyetini perçinlemeye çalışmıştır. Bu gerçeği Şnurov yoldaş şöyle dile getiriyor:

"Eninde sonunda birçok Kemalist, türlü yabancı firmalarının ortağı oluyor. Bu yabancı firmalar da, hükümet organlarıyla sıkı ilişkisi olan isim sahibi memurlardan ve ortaklarından faydalanıyor" (S. 49).

5. Komprador Büyük Burjuvazi ve Toprak Ağaları Kurtuluş Savaşın dan Sonra Esaslı İki Siyasi Kampa Bölünmüştür. Kemalist Diktatörlük, Bu Kamplardan Birinin Menfaatlerini Temsil Etmektedir:

O yıllarda hakim sınıflar arasındaki esaslı iki siyasi kamp, şu unsurlardan teşekkül ediyordu: Bir yanda, emperyalizmle işbirliğine girişen ve bu işbirliğini gittikçe arttıran yeni Türk burjuvazisi, eski komprador büyük burjuvazinin bir kısmı, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı, memurların ve aydınların en üst ve imtiyazlı tabakaları. Öte yanda, henüz??? tamamen tasfiye edilemeyen komprador burjuvazinin diğer bir kısmı, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin başka bir kesimi, feodalizmin ve Sultanlığın ideolojik dayanakları olan din adamları, eski ulema sınıfı artıkların. Hangi toprak ağalarının hangi menfaat hesaplarıyla şu veya bu tarafta yer aldıklarını bilmiyoruz. Bu, ayrı ve etraflı bir araştırmayı gerektirir. Üzerinde durduğumuz konu açısından bunun zaten pek önemi yoktur. Önemli olan ve tartışılmayacak kadar açık olan gerçek şudur ki, toprak ağalarırun bir kesimi Kemalist iktidara ortakken, bu iktidarda söz ve nüfuz sahibi iken, diğer bir kesimi Kemalist iktidarın karşısındadır. Meselâ, Doğu Anadolu’daki’ Kürt toprak ağaları ve aşiret reislerinin yeri, genellikle ikinci kamptır. Daha sonraları bunlar DP’yi ve AP’yi destekleyecek, CHP karşısında yer alacaklardır. Ama dediğimiz gibi, toprak ağalarının bir kesimi, ta başından itibaren Kemalist iktidarın içindedir ve ona ortaktır, devlette söz ve nüfuz sahibidir.

Birinci kampın siyasi partisi CHP idi ve köken itibariyle müdafaä-i hukuk cemiyetlerine dayanıyordu. İkinci kamp ise, tek partili sistem yürürlükte olduğu müddetçe CHP içersinde yer almış ve iki kamp arasındaki siyasi mücadele, CHP içinde sürdürülmüştür. Çok partili sisteme geçildiği zamanlarda da bunlar, kendi siyasi partilerini kurmuşlardır. 1925’te kurulan Terakkiperver Fırka, 1930’da kurulan Serbest Fırka, daha sonraları kurulan DP ve.AP esas olarak ikinci kampın siyasi partileridir. "Esas olarak" diyoruz, çünkü, çeşitli menfaat çelişmeleri, yeni durumlar vs. bu kampların birinden diğerine geçişi, bunlara yeni unsurların katılmasını daima mümkün kılmaktadır. ,Ve öyle de olmuştur. 1946’da çok partili sisteme geçildiğinde CHP içinden bir yığın partinin türemesi, hakim sınıfların bütün kesimlerinin CHP içinde yer almış olmalarından ileri gelmektedir.

Kemalist iktidar, siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva iktidarı değil, birinci kampa dahil olan komprador büyük burjuvazinin, toprak ağalarının, memurların ve aydınların en üst ve imtiyazlı tabakasınm emperyalizme yarı- bağımlı iktidarıydı. Hatta Kemalist diktatörlük bir ölçüde, emperyalizmle işbirliği halinde olmayan orta burjuvaziyi de eziyordu. Kemalist iktidarın temsil ettiği komprador büyük burjuvazi ile orta burjuvazi arasmdaki ayrılık, gittikçe daha çok berraklık kazanmıştır.

İttihat ve Terakki döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de, Kurtuluş Savaşı’na katılan orta burjuvazinin bir kesimi, ele geçirdiği devlet gücünü, zenginleşmek için , bir kaldıraç gibi kullanarak, devlet tekellerini yaratıp bunları kendi hizmetine koşarak, emperyalizmle işbirliğine girişerek, onların yatırımlarına ortak olarak hükümet makamları nı, yüksek memuriyetleri de hizmetine sokarak, devlet bankalarından aldıkları kredilerle, rüşvetlerle, vurgunlarla şişerek, Türkiye’yi terkeden ve katledilen Ermeni ve Rum kapitalistlerinin mallarına, mülklerine el koyarak iyice zenginleştiler, milli karakterdeki orta burjuvazinin diğer kesimlerinden koptular. Bu farklılaşma ve kopma giderek daha belirgin hale geldi. İttihat ve Terakkici komprador Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ile, bu yeni komprador Türk büyük burjuvazisi; Kemalist iktidar içüıdeki hakim unsurlar işte bunlardır! Türk burjuvazisinin bu yüksek tabakasının çıkarları, Avrupa kapitalistleri ile ayırdedilemeyecek derecede karışmış ve bunlar Avrupalı emperyalistlerle kesin bir tarzda işbirliğine girişmişlerdir.

Nasıl, 1924 - 1927 Çin Devrimi’nden hemen sonra iktidar, orada komprador burjuvazinin ve toprak ağaların eline geçmişse, Türkiye’de de bu olayın bir benzeri Çin’dekinden daha önce cereyan etmiştir.

Stalin yoldaş aynı fikri, başka bir tarzda ifade ederek şöyle diyor:

"Kemalist devrim üst tabakanın (abç), milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir. Yabancı emperyalistlere karşı mücadelenin içinden yükselen ama daha sonra özünde köylülere ve işçilere, bir toprak devrimi imkânına karşı gelişen bir devrimdir" (abç)., ,

Burada üzerine parmak basmak istediğimiz nokta şudur: Kemalist iktidar orta burjuvazinin, yarı milli burjuvazinin menfaatini temsil etmiyordu, bu sınıfın içinden çıkıp palazlanan ve kompradorlaşan kesim ile İttihat ve Terakki zamanında palazlanan ve kompradorlaşan büyük burjuvazinin bir kesiminin menfaatini temsil milli burjuvazi ile komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının arasında cereyan etıruyordu. Esas olarak, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarırun iki kanadı arasmda ediyordu. Orta burjuvazinin büyüyemeyen kesimi ise yine CHP’nin,içinde tutuluyor ve işçilere, köylülere karşı bunlar da destekleniyordu. Nasıl 1924 - 1927 Birinci Devrimci İç Savaş’tan sonra, Çin’de orta burjuvazi Guomindang içinde ve safında yeralmışsa, Türkiye’dekiler de CHP içinde ve safında yer almışlardır. Hakim sınıflar içindeki mücadele, sanıldığı gibi, iktidarı elinde tutan cereyan ediyordu.??? Milli karakterdeki orta burjuvazi, bu kanatlardan birinde tali bir güç olarak yer alıyordu. Bu noktanın kavranması, gerek dünün, gerek bugünün açıklanmasında son derece önemlidir. CHP’ne, nispeten ilerici bir karakter kazandıran şey, onun içinde başından beri sosyal bir güç olarak mevcut olan fakat partiye hakim olmayan bu milli karakterdeki orta burjuvazidir. TİP, D. Avcıoğlu, H. Kıvılcımlı, Şafak ve TKP revizyonistlerinin (geçmişte ve bugün) iddia ettiği gibi, Kemalist iktidar, devrimci ve ilerici bir iktidar değildi. Kemalist iktidarla ittifak yapmayı düşünmek, karşı- devrim safına iltica etmek demekti. Çünkü Kemalist iktidarın kendisi, bizzat karşı- devrimi temsil ediyordu. Revziyonistlerin karşı- devrim dediği; cumhuriyet düzeninin yıkılması ve Sultanlığın tesisidir. Oysa böyle bir şey, artık burjuvazinin genç kesimlerinin de işine gelmez, hatta eski Türk büyük burjuvazisinin de... dünyada gelişmeler öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, yuvarlanan taçları kimse başına koymaya cesaret edememektedir. Taçlı bir yönetim artık hakim sınıfların ihtiyaçlarını karşılayamaz, egemenliklerini koruyamaz. Bunu, burjuvazi de bilmektedir. Artık karşı- devrim, "demokratik cumhuriyet" maskeli faşist diktatörlük olabilir ve öyle de olmuştur.

6. Kemalist Diktatörlük İşçiler; Köylüler, Şehir Küçük-Burj uvazişi, Küçük Memurlar ve Demokrat Aydınlar Üzerinde Askeri Faşist Bir Diktatörlüktür:

Sözü Şnurov’a bırakıyoruz: ,

"Her ne kadar bazı görüntüsel demokratik şekiller mevcutsa da (seçimle meydana getirilen Gazete ve dergiler, bir an dahi gevşemeyen sıkı bir kontrol altındadır. Hatta bu gazete ve parlamento vs.) Türkiye’de bugün [1929j mevcut olan düzenin özü, bütün demokrasilerden uzak bir diktatoryadır (abç) (yani faşizmdir]. Egemen parti dışında hiç bir parti örgütü yoktur ve hiç bir partinin de meydana gelmesine imkan verilmemektedir. Sosyal- demokrat parti bile yasaklanmıştır. dergiler’de hükümet aleyhine, ilerde herhangi bir makalenin çıkabilmesi ihtimali dahi, bunların kapatılmasına yetiyor" (s. 21).

"Bugünki Türk hükümeti elbette bir diktatorya [faşizm olmalı] hükümetidir. Çünkü egemen olan Türk burjuvazisi, tamamen güçsüzdür ve gelişebilmek için emekçi halkı ezmek zorunda- , dır" (s. 22).

‘... Sendikalar hemen hemen yasaklanmıştır; kurulmasına izin verilen federasyon ve dernekler, hayır işleriyle yetinip devlet kontrolü altında çalışmak zorundadır" (s. (s. 24). "Her türlü işkolu

dernekleri ve dernek birlikleri yasaktır..." (s. 25). "... kanuna göre, ‘memur ve işçi işini terkedebilir, fakat her türlü gösteri, eylem ve iş özgürlüğüne halel getiren hareketler yasak edilmiştir "‘ (s. 26).

...Kemalistler de, Jön Türkler gibi, yalnız emekçi kitlelerinin desteği ile iktidara gelebilirdi. Jön Türkler gibi, Kemalist devrimin ilk aylarında milli burjuvazi, işçi örgütlerinin kurulmasına engel olamadı. Ancak, bu sendikalar sırf sınıfsal nitelikte değildi; bazıları burjuvazinin etkisi altındaydi’ (s: 42).

"Kemalist burjuvazi emperyalistlerle barış paktını imzaladıktan sonra (...), burjuvazinin artık emekçi kitlelerinin desteğine ihtiyacı kalmamıştı. Sınıf kavgasının büyümesine engel olmak lazımdı; öyle ya, yerli olsun yabancı olsun, bu kavga bütün sömürenlere, bütün kapitalistlere karşı açık bir savaş halini almak üzere idi.

"Kemalistler, Komünist Partisi nin ve işçi hareketinin canını okudu. Komünist Partisi yeraltına inmek zorunda kaldı. Birçok ünlü üyesi, bu arada Mustafa Suphi hunharca öldürüldü, hayatta kalanlar takiblere uğradı, hapislere atıldı. 1923 senesinde İstanbul Milletlerarası İşçi Birliği kapatıldı. Kapatılması için 1 Mayıs gününün kutlanması ile ilgili bildirilerin dağıtılması bahane edildi. Birliğin ileri gelenleri tutuklandı ve tıpkı vaktiyle Jön Türklerin proletarya sınıf hareketinin ‘hesabını gördükleri, burjuvazi kontrolünde sözümona işçi örgütleri kurmaya koyuldukları gibi, şimdi de Kemalistler, kendi burjuva ‘sendikalarını,’ işçi eylemine karşı mücadele aracı olarak kullandılar" (s. 43).

Amele Teali’nin yağma edilmesi üzerine yayınlanan Profintern Yönetim Kurulu bildirisinde şöyle deniliyor:

"Halk Partisi hükümeti (Kemalistler), uzun zamandan beri sendika eylemini eline geçirip faşist bir örgüt haline getirmeye çalışılıyor’ (s. 47).

‘Türkiye, işçi hareketinin en zalim takibata uğradığı ülkelerden biridir. Profintern’in III. Kongresi (1924 yılında) özel bir kararda Türkiye işçi sınıfına yapılan bu baskıları şiddetle protesto ederek şu bildiriyi yayınlamıştı: "

"‘ Profintern’in III. Kongresi, Türk Kemalist hükümetinin Türkiye devrimci işçi örgütlerine yaptığı baskıyı ve işçileri uğrattığı kovuşturmayı şiddetle proteşto ediyor!..: " (s. 59).

... Kürt isyanından sonra 1925 senesinde ‘istiklâl mahkemeleri kurularak yine iki yıl müddetle sıkıyönetim ilan edilmişti. ‘Bu olay vesile edilerek işçi, köylü ve genellikle bütün emekçi kitleleri ağır takibata uğratıldı. Aydınlık ile Orak- Çekiç gazeteleri kapatıldı. Türkiye işçi liderleri, türlü işçi birlikleri ve bu gazeteleri çıkaran yayınevleri sorumluları istiklâl mahkemelerinde 10-15 sene hapis cezalarına mahkum oldular’.

‘Tarihin tekerrürü! Tıpkı bunun gibi, devrimin sonunda emekçi kitlelerinin sırtından iktidara gelmiş yapmışlardı vaktiyle: Fakat ne oldu? Jön Türkler eninde sonunda Alman emperyalizminin itaatkâr aleti haline geldiler" (s. 59-60).

... İşçi hareketini ezmek için Kemalist hükümet her araca başvuruyor, her şeyi mubah görüyor. lşçi örgütlerinin ilerici üyelerini polis gece yarısından sonra, şafak vakti evinden alıp karakola götürüyor. Birkaç gün tutuklu tutuyor... Sebep? Hiç. Filan tarihte, falan olan Jön Türkler de aynı şeyi günde kravatların rengi ne imiş. Kasketlerinde nasıl işaretler varmış, ne konuşmuşlar acaba?"

AP de aynı politikayı harfi harfine uygulamadı mı? Kırmızı ışık altında gitar çalan ğencin tutuklanmasıyla yukardaki olaylar arasında ne fark var? Faşist Erim hükümeti de aynı yolu harfi harfine izlemiyor mu? Grevleri yasaklayıp, dergileri kapatmıyor mu?

Kemalist hükümetin işçi sınıfının hareketine karşı gösterdiği gaddarlıklardan bir örnek: 1927 . Ağustos ayında Fransızlara ait Adana -Nusaybin demiryolunda çalişan işçiler greve gitmişlerdi. Sebep de gayet basitti. Bayram arifesinde kendilerine, istedikleri avans ödenmemişti. Bundan önce (Fransız kapitalistler şirketi), grev kırıcılara yardım için bir tren yolladı. O zaman birkaç yüz işçi, karıları ve çocukları ile hat boyunca ray üzerinde yattılar ve tren yolunu kapadılar. Buna karşılık Kemalist hükümet yetkilileri, askeri birlik göndererek aralarında çoluk çocuk ve kadın bulunan silahsız işçilere ateş açtırdı. Raylar al kana boyandı 22 ‘elebaşi tutuklandı.

"Grev, yabancı kapitalistler tarafından ezildi ve bu işe, de işçi temsilcileri basit ve mütevazı 31 dilek tespit etmişler ve bunların yerine getirilmesini istemişlerdi... "

Kapitalistler bir türlü cevap vermediler ve aradan bir buçuk ay geçtikten sonra da dilekçeyi reddettile. Bunun üzerine başlayan grev 20 gün sürdü ve greve 850 işçi katıldı. İki gün tren işlemedi. "Nihayet üçüncü gün kumpanya ‘demokratik’ olan Kemalist hükümet de iştirak etti. Kapitalistlerin sınıf kardeşliği milli düşmanlıklarından ağır bastı." Şnurov şöyle devam ediyor: "Bu örnek tek değildir. 1926 yılında Seyrüsefayün Şirketinde çalışan işçilerin grevi de, aynı şekilde bastırıldı. Hükümet, grevi dağıtmak için deniz askerini grev kırıcısı olarak gönderdi’ (s. 63-64).

Yine en basit sebeplerle, yüzlerce, binlerce işçi işinden atıldı ve Kemalist hükümet, patronlara bizzat destek oldu. Birçok olayda hükümet, bizzat patron durumundaydı. Şnurov’un kitabı bu bu örnekleri aktarmayı gereksiz buluyoruz.

Köylülerin durumuna göz atalım. Gene tanığımız Şnurov’dur.

... Soyulup evi barkı yıkılan birçok köylü, ırgat olmakla kalmıyor, iş aramak için şehirlere göç ediyor. Köyde köylüyü tefeci, büyük toprak sahibi, ağalar, toptancılar, tüccarlar insafsızca soyuyor. Türkiye’nin ekseri köy aileleri yoksuldur. İşletmeleri fakirdir. Ne yeterli konuda örneklerle doludur. Şimdi toprağı, ne aracı, makinesi, ne de hayvanı var. Fakir köylü zenginlerden, yani büyük toprak sahibi ile ağalardan toprağı icara, aracı borca alır; karşılığında mal sahibinin tarlasında hem bedava ırgatlık yapar, hem de mahsulün yarısını ya da üçte birini verir. Araç almaya, geçinmeye parası

‘ yetmediği için, köylü, parayı tefecilerden alıp fahiş faizle öder. Yoksul köylünün, ürününü pazara indirmek için atı, arabası olmadığından ister istemez ürünü yok pahasına toptancıya vermek zorundadır. Bu toptancı, çoğu defa, toprağı icara aldığı toprak sahibi, ağa veya tefecidir. Bu yüzden, köylünün ufacık işletmesine türlü borç; faiz, vergi biniyor ve er geç bunun yükü altında yıkılıyor. Fakir köylü kitleleri ya köylerden ırgat

olarak çalışmaya ya da şehirlere gidip kendine iş aramaya zorlanıyor" (s. 35).

"Köylerdeki sömürü geliştiğinden, köylerde emekçi köylünün sırtından geçinen köy burjuvazisi, yani ağalar, tefeciler ve bezirgân sınıfı (abç) (Not: Bunların hepsine köy burjuvazisi demek yanlıştır] gelişiyor. Köylülerin ekserisi ya sefaletin kapısına dayanmış bir haldedir ya da ırgat olarak zengin ağaların emrinde çalışıyor ve onlar da proletarya saflarını dolduruyor" (s. 76).

Kemalist diktatörlük köylerde, köylülere karşı ağaların, büyük toprak sahiplerinin, tefeci ve bezirgânların, toptancıların yanında yer alıyor, devlet kuvvetleri, bunların hizmetinde köylüleri insafsızca eziyordu. Kemalist diktatörlük, zanaatçı ve memurların alt kesimlerini de ezmektedir.

Kayıkçıların, gümrük memurlarının, telgrafçıların, vs. grev ve direnişleri şiddetle bastırılmaktadır. Sözü Şnurov’a bırakalım:

... Memurların hareketi ağır şartlara bağlıdır, çünkü onlar için hükümet doğrudan doğruya ücretle müstahdem çalıştıran bir kapitalisttir. Hatta daha iyi ücret ve daha elverişli iş şartları uğruna yapılan her mücadele, Kemalistler tarafından hemen hükümete karşı hareket, politik bir suç olarak vasıflandınlıyor. Diğer taraftan Kemalistler, bütün güçleriyle güvenilir ve hükümete sadık bir devlet örgütünü kurmaya gayret ediyorlar.

"Kemalistler başka görüş açısı olan kimseleri işten kovuyor..." (s. 67).

... 1925 yılında birkaç şehrin telgraf (telsiz) memurlarının, maaşlarına zam yapılması için giriştikleri grev de bastırıldı. Hükümet bu işin arkasında yine komünistlerin bulunduğunu ileri sürerek grevcileri tutukladı. Adana’da bu emir yerine getirildi ve birçok grevci telgrafçı Ankara ya istiklal mahkemesine sevkedildi. Suçları, hükümet aleyhine bir komplo imiş!" (s. 68 69).

7: Kemalist Diktatörlük, Azınlık Milliyetleri ve Özellikle Kürt Milletini Amansız Milli Baskı Politikasıyla Ezdi, Kitle Katliamlarına Girişti, Türk Şovenizmini Bütün Gücüyle Körükledi:

Kemalist diktatörlük, azınlık milliyetlerin, özellikle Kürt milletinin bütün haklarını gaspetti. Onları zorla Türkleştirmeye girişti: Dillerini yasakladı. Zaman zaman başgösteren Kürt milli hareketini, bazı Kürt feodalleriyle de el ele vererek insafsızca ezdi, peşinden kitle katliamlarına girişti, kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar, binlerce insanı katletti, "askeri yasak bölge" ilanlarıyla, "örfi idare" zorbaliklanyla Kürt halkı için hayatı çekilmez hale getirdi. Sadece Dersim ayaklanmasından sonra katledilen Kürt köylülerinin sayısı 60.000’in üstündedir. Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla; Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler. Azınlık milliyetlere ve özellikle Kürtlere, son derece aşağılayıcı muamele yapılıyordu, onlara her türlü hakaret mubah görülüyordu.

Kemalist diktatörlük, Türk şovenizmini körüklemeye girişti. Tarihi yeni baştan kaleme alarak, bütün milletlerin Türklerden türediği şeklinde ırkçı ve faşist teoriyi piyasaya sürdü. Diğer azınlik milliyetlerin tarihini, kitaplardan tamamen sildi. Bütün dillerin Türkçeden doğduğu şeklindeki Güneş Dil Teorisi Safsatasını yaydı. "Bir Türk dünyaya bedeldir", "ne mutlu Türküm diyene" cinsinden şovenist sloganları ülkenin her köşesine, okullara,. dairelere, her yere soktu. Böylece, çeşitli milliyetlere mensup işçiler ve emekçiler arasına milli düşmanlik ve kin tohumları saçtı; işçilerin ve emekçilerin birliğini ve dayanışmasını baltaladı. Türk işçi ve emekçilerini, kendi şovenist politikasına alet etmek istedi.

Kemalist diktatörlüğün milli meselede izlediği çizgi, tam anlamıyla Türk şovenizmidir. Ve bilindiği gibi, faşist diktatörlüklerin bir özelliği de, hakim ulus şövenizmini körüklemek, milli düşmanlıklar yaratarak ve kışkırtarak, emekçi halk kitlelerini bölmek, birbirine düşürmektir.

8. Kemalistler,. Devlet Tekelleri Kurarak, Rekabeti Geniş Olçüde Ortadarı Kaldırarak, Halk Kitlelerini İnsafsızca Sömürdüler. Tekeller Sayesinde Hükümetın Kendisi de Bir Müteşebbis Olup Çıktı. Müteşebbislikle Hükümet Üyeliğini Birleştiren Tekeller, Burjuvaziye Bürokra tik Bir Nitelik Kazandırdı:

Devlet gücünü tamamen eline geçiren Kemalistler, bu gücü alabildiğince zenginleşmek, palazlanmak için kullandılar.

... Hükümet, bir sürü ticaret tekeli kurarak’ satılan maddelerin vasıtalı vergilerini durmadan arttırmaktadır. Tanınmış bir gazeteci, ‘tekel kelimesi, Türk halkı için, kanunlaşmış soygun

anlamına geliyor’ demektedir. Almanya da çıkan Bergwerk Zeitung, 25 eylül 1927 tarihli sayısında, tekelcilik politikasının nasıl bir soygun olduğunu ve vergilerın korkunç hacmini gösteren rakamlar yayınlamıştır. Buna göre, gazyadının İstanbul’a teslim fiyatı 4,5 kuruştur (litresi), satış fiyatı ise 16,5 kuruş; yani fiyat dört misli artıyor. Benzin fiyatı 7 kuruştan (alış fiyatı) 11,5 kuruş imtiyazlı satış fiyatına çıkıyor (fabrika, atölye, vs... için). Şekerin fiyatı yanyanya artıyor. Bu vasıtalı vergiler, tekellerle birlikte 1927 - 1928 senelerinde devlet gelirinin beşte üçünü teşkil ediyor. Tüccar ve kapitalistler bu vergilerden mağdur olmuyor. Çünkü bu vergiler, satış fiyatları- nın artırılması ile tüketiciden tahsil ediliyor. Bu vergilerin ‘ tüm ağırlığını emekçiler taşıyor. Çünkü, yoksul insanların gelirinin en büyük kısmı yiyecek ve diğer birinci derecede gerekli maddelere harcanıyor" (Şnurov, s. 31 - 32).

"Kemalist hükümet, fabrika ve tesis sahiplerini korur, çünkü Kemalist olan ticaret buıjuvazisi, sermayesini henüz gelişen sanayi kollarına yatırır... Birçok teşebbüsler ve ticari müesseseler, hükümet bankalanndan aldıklan para ile kurulmuştur. Birçok tesisin sermayesi, yalnız kısmen özel sermaye sayılabilir. Bu sermayenin büyük kısmı, özel şahıslar elinde fazla sermaye bulunmadığından, hükümet tarafından ödenir." "Kemalist hükümet de bir sürü tekeller kurdu: Tütün işleme ve ihraç etme tekeli, şeker, gazyağı, kibrit, tuz, barut, iskambil kağıdı, liman işleri, vs...

"Bu. tekeller sayesinde hükümetin kendisi de müteşebbis bir’ tüccar haline geldi. Demiryolları ya devlet hazinesinden ya da yabancı kapitalistler tarafından yapılıyor; bu yabancı kapitalistlere hükümet rahat çalışma şartlannı sağlamak zorundadır. Yabancı yatınmlarla çalışan şirketlerde de, durum başka değildir..:’ (s. 49).

Demek ki, söz konusu olan şey, "devlet eliyle milli burjuvazi yaratmak" değildir. Söz konusu olan, bütün devlet imkânlarını, Kemalist burjuvazinin zenginleşmesine ve palazlanmasına tahsis etmektir. Devlet tekelleri de bu amaca hizmet ediyordu. Kemalist burjuvalar, devlet tekelleri yaratarak ve bunları kendi hizmetine koşarak, bu alanlarda rekabeti geniş ölçüde ortadan kaldırıyor, böylece işçi ve köylüleri yüksek tekel kârlarıyla daha da insafsızca sömürüyordu... Öte yandan tekelci - devlet kapitalizmi, Şnurov’un da işaret ettiği gibi, müteşebbislikle hükümet üyeliğini birleştirerk, burjuvaziye bürokratik bir karakter kazandırıyor, yani bürokrat-burjuvaziyi doğuruyordu. 1929 - 1930 dünya kapitalizminin buhranı, Türkiye’de de kendini gösterince, CHP, devletçiliğe daha da sıkı sarılmış, buhrandan kurtulmak için, "devletçiliği" bir zırh gibi kullanmak istemiştir. CHP’nin devletçiliğinin esası budur.

9. Komprador Büyük Burjuvazinin Ve Toprak Ağalarının İki Siyasî Kampı Arasında "Devletçilik" - "Hür Teşebbüsçülük", "Tek Parti" "Çok Parti" Üzerine Yürütülen Mücadelenin Özü Nedir?

İktidarı elinde tutan birinci kampın, devlet cihazına tamamen hakim olduğunu; devlet tekelleri yaratarak, bu tekelleri kendi hizmetine koşarak ve böylece, rekabeti büyük ölçüde ortadan kaldırıp rakiplerini ‘ ezerek, gittikçe büyüdüğünü ve zenginleştiğini gördük.

Hakim sınıfların ikinci kampta yeralan kesimi ise; devlet cihazı içinde zayıf olduğundan, onu dilediği gibi kullanamadığından, hatta devlet cihazına kuvvetle hakim olan birinci kamp tarafından, yine "devletçilik" yoluyla rekabet edemez hale getirildiğinde, bir yandan devlet cihazını kendi amaçları için kullanmak uğruna mücadele ederken, öte yandan; iktisadi alanda "hür teşebbüs"ün, "devletçilik" aleyhtarlığının
bayraktarlığını yapmıştır.

İktisadi alanda "devletçilik" - "hür teşebbüsçülük" şeklinde kendini gösteren mücadele, siyasi alanda da buna benzer bir şekilde yürütülmüştür.

Birinci kamp, devlet cihazına ve onun temel dayanağı olan orduya kesin olarak hakimdir. Bu nedenle, birinci kamp, öteden beri Hakimiyetini orduya dayanarak, ordu vasıtasıyla sürdürmüştür. Kemalist diktatörlük gerçekte askeri bir diktatörlüktür. İkinci kamp ise, bir yandan, devlet kuvvetlerini ve orduyu kendi hizmetine koşmaya çalışırken, öte yandan, esas kuvvetini taşradaki toprak ağalarından, tefeci bezirgânlardan ve din adamlarından aldığı için ve bunlar vasıtasıyla geniş köylü kitlelerine hükmettiği için, "çok particilik"ten ve "seçim"lerden yana olmuştur. Elbette, bunların istediği "çok parti"nin içine proletaryanın partisı dahil değildi. Bunların istediği "seçim", gerici ittifaklar arasında halkı tercih yapmak zorunda bırakmaktan başka bir şey değildi. Bu iki kamp arasındaki, iktisadi alanda "devletçilik" - "hür teşebbüsçülük" şeklinde kendisini gösteren mücadele, siyasi alanda da bu şekilde yansıyordu. Aynı mücadelenin bir benzerini bugün de görmekteyiz. DP ve daha sonra AP, daha çok sivil ,gerici kuvvetleri harekete geçirerek, onları kullanarak zorbalığını yürütmüştür ve yürütmektedir. Demirel, 200 bin halkın silahlanmasından söz ederken, gerçekte taşradaki son yıllarda ordu içindeki hakimiyeti hayli artmışhr. Fakat ağaların, tefecilerin ve din adamlarının beslediği gerici örgütleri, imam hatip okullarında, Kur’an kurslarında, vs... yetiştirilen faşist kuvvetleri ve benzerlerini kastediyordu. CHP’ne hakim olan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği ise, sürekli olarak, orduyu AP’ne karşı tehdit unsuru olarak kullanıyordu. Burada şu noktayı da belirtelim ki, AP’nin yine de AP, bir yandan askeriyeye dayanan sıkıyönetimin devamını isterken, öte yandan seçimlere dönülmesinden yanadır. Bunu o, tek başına iktidara hakim olmak amacıyla istemektedir, anti - faşist olduğu için değil. Ve bu olayın kökleri, belirttiğimiz gibi çok eskilerde.dir.

Şu noktayı iyice aklımızda tutmalıyız ki, hakim sınıfların hiç bir kanadı, ezeli ve ebedi olarak "devletçi" veya "hür teşebbüsçü", "tek partici" veya "çok partici" değildir. Hangisi işine gelirse onu savunur. Devlet cihazına kesinlikle hakim olan, onu kendi amaçları için dilediği gibi kullanabilen kanat, bu durumu devam ettirebildiği sürece "devletçi"dir; bu durumdan zarar gören kanat ise, "özel teşebbüsçü"dür, Orduya kesinlikle hakim olan gerici kanat, bu durumu devam ettirebildiği sürece, göstermelik demokratik şekillerle kamufle edilmiş, bir askeri diktatörlükten yanadır; gücünü daha ziyade sivil faişist güçlerden alan kanat ise, tabii olarak buna karşı çıkar; kendi iktidarını garantiye alacak yolların savunuculuğunu yapar. Mesele budur. Türkiye’de hakim snıflar arasında öteden beri sürüp gelen mücadelenin de özü budur. CHP’nin devletçiliğinden ilericilik, devrimcilik keşfeden "sosyalist"!), Hitler faşizminden de "devletçi" olduğunu görmeyecek kadar kör ve kafasız bulunanın tekidir.

20. Kemalist Türkiye,

"Kemalist Türkiye", ne yönde ilerledi ve nereye vardı? Bu sorunun cevabını Mao Zedung yoldaştan öğrenelim: "Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı - sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek nihayet kendini İngiliz - Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmıştır. Günümüzdeki Gittikçe Dahıa Çok Bir Yarı - Sömürge ve Gerici Emperyalıst Dünyanın Bir Parçası Haline Gelerek, Kendini İngiliz - Fransız Emperyalizminin Kollarına Atmak Zoruuda Kaldı:uluslararası durumda sömürge ve yarı - sömürgelerdeki ‘kahramanlar’, ya emperyalist cephede yer alarak dünya karşı - devrim güçlerinin bir parçası haline gelirler ya da anti - emperyalist cephede yer alarak dünya devrim güçlerinin bir parçası haline gelirler. Ya birini, ya diğerini seçmek zorundadırlar. Çünkü üçüncü bir seçim yoktur".

Kemalistlerin daha savaş yıllarında iken üstü örtülü olarak ve savaştan sonra da açık ve kesin olarak emperyalist cephede yer aldıklarını ve dünya karşı - devrim güçlerinin bir parçası haline geldiklerini Şnurov’dan yaptığımız aktarmalarla gösterdik. Daha sonraları ise, İttihat ve Terakkici şeleflerinin, Alman emperyalizminin itaatkâr aleti haline gelmesi, gibi, Kemalistler de, İngiliz - Fransız emperyalizminin itaatkâr aleti olup çıktılar. Kemalist hareketin doğuşu, gelişmesi, mahiyeti kısaca budur!

ÖZETLEYELİM: l. Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde, milli karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır.

2. Devrimin önderleri, daha anti - emperyalist savaş yıllarında iken İtilâf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır. ‘

3. Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da koyulaşarak devam etmiştir.

4. Kemalist hareket, özünde "işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi inkânına karşı" gelişmiştir.

5. Kemalist hareketin sonucunda, Türkiye’nin sömürge, yarı - sömürge, yarı - feodal yapısı; yarı - sömürge ve yarı feodal yapı ile yer degiştinniştir; yani yarı - sömürge ve yarı - feodal iktisadi yapı devam etmiştir:

6. Sosyal alanda, eski milli azınlıklara mensup komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın?? hakim mevkini, milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirligine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski Türk komprador büyük burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının hakimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalistler,??? bir bütün olarak, milli karakterdeki orta ‘sınıfın çıkarlarını temsil etmemekte, yukardaki sınıf ve zümrelerin menfaatlerini temsil etmektedir.

7. Politik alanda, hanedanlik çıkarlan ile birleştirilmiş olan meşrutiyet idaresinin yerini, yeni hakim sınıfların çıkarlanna en iyi cevap veren idare, burjuva cumhuriyeti almıştır. Bu idare, sözde bağımsız, gerçekte siyasi bakımdan emperyalizme yarı - bağımli bir idaredir.

8. Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.

9. "Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı - sömürge ve gerici eınperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek nihayet kendini İngiliz - Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmiştır."

10. Kurtuluş Savaşı’nı takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde komünist hareketin görevi, hakim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağalari kliğine karşı, Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten hiç bir zaman gerçekleşmemiştir), komprador buıjuvazinin-ve toprak ağalarının bir başka kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi - köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır.

-III Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, hakim smıflar (komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları) arasında iki siyasi kampın doğduğuna işaret etmiştik:

Birinci kamp: emperyalizmle işbirliğini gittikçe geliştiren ve palazlanan yeni Türk burjuvazisi, tttihat ve Terakkici komprador burjuvazinin bir kesimi, ağaların, büyük toprak sahiplerinin, toptancı tüccarların, tefecilerin bir kısmı, memurların ve aydınların en üst ve imtiyazlı tabakasindan oluşuyordu.

İkinci kamp ise; tamamen tasfiye edilemeyen eski komprador büyük burjuvazinin, ağaların, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların başka bir kesimi,saray mensupları, din adamları, eski ulema sınıfı artıklarından meydana geliyordu.

Milli karakterdeki orta burjuvazi de, bu kamplardan birincisinde, CHP ve iktidar safında yedek kuvvet olarak yer alıyordu. İkinci kampa mensup olanlar örgütlenme imkânına kavuştukları zaman, Terakkiperver Fırka’da, ve Serbest Fırka’da örgütlendiler; bu imkânı bulamadıkları zamanlarda ise, CHP içinde yuvalandılar. İkinci kampta, hilafetçi ve padişah unsurlar (eski feodal bürokrasi, ulema artıkları, din adamları, vs...) da vardı. Fakat bunlar, ne o zaman, ne. de daha sonra, mensup oldukları siyasi kamp hakim unsurları olamadılar. Hakim olanlar, komprador büyük burjuvazi ile bir kısım toprak ağaları, tefeciler, vurguncu tüccarlar, vs... idi. Aynı hilafetçi unsurlar, tali bir güç olarak DP ve AP içinde yer aldılar. Daha sonraları bunlar MNP’yi kurduklarını hepimiz biliyoruz. Yani bu iki hakim kamp arasındaki mücadele, başından beri, esas olarak cumhuriyet temeli üzerinde kalmak üzere, komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları arasında bir iktidar mücadelesi olarak cereyan ediyordu; Sultanlığı ve hilafeti geri getirmek isteyenlerle cumhuriyetçi burjuvazi arasında, karşı - devrim ve devrim taraftarları arasında değil. Bu dönem geride kalmıştı artık! Tekrar edelim ki, bu emelleri besleyenler de vardı, ama onlar, dediğimiz gibi, kamplardan birine yamanmış, zayıf ve tali bir güçtü. Devrimle karşı - devrim arasındaki mücadele artık, cumhuriyetçilerle Sultancı ve hilafetçiler arasında değil, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının ‘‘diktatörlüğünü bir burjuva cumhuriyeti çerçevesinde devam ettirmek isteyenlerle, bundan menfaati olan sınıflarla, bir işçi - köylü diktatörlüğü, bir Demokratik Halk Cumhuriyeti kurmak isteyenler ve bundan menfaati olan sınıflar arasındaydı.

Bir yandan hakim sınıfların kampı arasındaki mücadele, öte yandan halk sınıflarıyla bunların tamamı arasındaki mücadele devam ederek, İkinci Dünya Savaşı yıllarına gelindi. Bu arada, CHP’ne ve iktidara hakim olan gerici klik, önce İngiliz - Fransız emperyalistleriyle, 1935’lerden itibaren de değişen dünya şartlarının zorlamasıyla Alman empeıyalistleriyle işbirliği ne girişti. Daha sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında olan şudur: Faşist Alman emperyalistleri, Türkiye’ye tamamen hakim olmuşlardır. CHP’ne hakim olan klik, tamamıyla ve kesinlikle Alman emperyalistlerinin elinde bir oyuncak haline, onların uysal bir kölesi haline gelmiştir. Bu klik, Hitlerci faşist zorbalık ve hükümet etme metodlarını Türkiye’de de uygulamaya girişmiştir. Bu klik, dünya çapındaki kamplaşmada Alman faşizminin safinda yer almıştir. Açıkça onun safında savaşa girmediyse, buna sebep, dünya çapındaki güçler dengesinin buna müsait olmaması, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist iktidarın baskısı, savaşın Alman emperyalizminin aleyhine dönmesi, vs... dir. Eğer şartlar elverişli görseydi, bü klik, aynen İttihat ve Terakkici selefleri gibi, Almanların safında savaşa girmekte bir an bile tereddüt etmezdi. Dünya güçler dengesi, onun bu isteğini kursağında bıraktı. Saraçoğlu Hükümetinin kurulması, sadece bir gelişımenin, Alman işbirlikçiliği yolunda 1935’lerden beri atılan adımların tabii ve kaçınılmaz sonucudur. Yani bu gelişme, kesin bir Alman işbirlikçisi iktidarın gerçekleşmesiyle, doruğuna ulaşmıştır. Şefik Hüsnü de doğru olarak, Saraçoğlu Hükümetinin, "Türk burjuvazisinin çoğu Alman sermayesiyle karışmış en mütereddi vurguncu tabakalarının ve büyük toprak sahiplerinin menfaatlerini korumak prensibine olan bugün dört elle sarılmış" olduğunu ve bu prensibi, "ilk günlerden beri mihenk edindiği"ni söylüyor. Yine Şefik Hüsnü, "bir taraftan Halk Partisi’nin idare edici kadrosu, başta Saraçoğlu ve arkadaşları olmak üzere şüphe götürmez bir tarzda Sovyetler’e aleyhtar ve Londra’nın Sovyetler Birliği ile dostluk ve işbirliği siyasetine açıktan açığa hasımdır. Bundan ötürü, iki büyük Anglo - Sakson demokrasisi de, Türk hükümetinin ömrünü bir gün bile uzatmaya yardım etmek şöyle dursun, idare mekanizmasının demokratlaştirılması hususunda nüfuzlarını kullanmak suretiyle, içerdeki demokratlar cephesini desteklemek zorundadırlar" derken; bu "demokratlaştırma"nın mahiyetini yanlış değerlendirmekle birlikte, doğru bir teşhis koyuyor.

Burada, şafak revizyonistlerinin bir türlü kavrayamadığı çok önemli bir noktaya geldik. Daha sonra DP’yi meydana getirecek olanlar, CHP içindeki bu Almancı hakim klik değil, tersine bu hakim kliğe karşı öteden beri, Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka dönemlerinden beri mücadele edenlerdir. Bunların öteden beri savunduklan "çok parti" ve "serbest seçim" sloganlan, yeni tarihi şartlarda, CHP’nin faşist Alman emperyalistlerinin kesin işbirlikçisi haline gelerek, daha da faşist bir hüviyet kazandığı şartlarda, kötülerin iyisi haline gelmiştir. Bu talepler, yani "çok parti" ve "serbest seçim" vs., aynı yıllarda reformcu orta burjuvazinin de talepleridir. Bir orta burjuva hareketi olmaktan ileri gidemeyen TKP de, aynı yıllarda, buna benzer şeyler iştemektedir. Yeni tarihişartlarda, tarihimizde yeni bir olay ortaya çıkmıştır. Öteden beri hakim sınıflar arasındaki kamplaşmada, CHP’ne ve iktidara hakim olan kliğin tarafmda yer alan reformcu orta burjuvazi, yeni şartlarda geniş ölçüde ikinci kampa geçmiştir: Böylece, TKP’den başlayarak DP ve MP’ne kadar uzanan bir cephe meydana gelmiştir. şefik Hüsnü’nün, "İçerdeki Demokratlar Cephesi" dediği şey budur. Bu yıllarda TKP üyeleriyle bazı DP’lilerin (veya sonradan DP’li olacak kimselerin) ve MP’nin ilk başkanı olan Fevzi Çakmak’ın aynı örgütler içinde olmalarının ve olabilmelerinin sebebi de budur.

Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket, ikisi de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda saglamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma, her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen kuvet dengesine, iktidara hangi kliğin hakim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.

İkinci Dünya Savaşı’nın başlarmdan DP iktidarının ilk dönemlerine kadar devam eden evrede olanlar kısaca şudur: CHP’nin her bakımdan faşist Alman Emperyalistleriyle işbirliğine ve koyu bir faşizme kayması, CHP karşısında saf tutan gerici kliğin, nispeten daha ileri bir rol oynar hale gelmesi, orta burjuvazinin birinci kamptan koparak ikinci kampa katılması. Çin’de Guomindang’ın Japon emperyalizmine ve Japon işbirlikçilerine karşı oynadığı rolün bir benzerini, o yıllarda Türkiye’de de DP ve diğer muhalif hakim sınıf partileri (bu partiler yokken \ de, bunları oluşturacak çevreler mevcuttu), Alman faşizmine ve CHP’ne karşı oynamışlardır. Bir benzerini diyoruz, çünkü, şartlar iki ülkede farklı farklı idi.

Ülke içindeki bu kuvvet mevzilenmesi, dünya çapında- ki mevzilenmeyle de birbirini tamamladı. İngiliz - Fransız Amerikan emperyalistleri, Alman ve Japon faşist emperyalistlerine karşı, Sovyetler Birliği ile ittifak kurmak zorunda kalmışlardı. Türkiye’de iktidar, Alman emperyalizminin uşaklarının elinde olduğu için, Türkiye’deki muhalefet cephesiyle İngiliz - Fransız - Amerikan emperyalistleri ve Sovyetler Birliği arasında da tabii bir ittifak doğdu. Bu ittifak, elbette çelişmeli bir ittifaktı. ABD ve İngiliz emperyalistleri, Türkiye’de ittifakın diğer güçlerine karşı, kendilerine en yakın buldukları komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalarını destekleyeceklerdi; Çin’de ÇKP’ye karşı Guomindang’ı destekledikleri gibi... İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve savaştan sonra dünya çapında ABD emperyalizmi nasıl "demokrasi" havariliğine çıktıysa, Türkiye’de de DP ve onun kadrosu, "demokrasi" havariliğine çıktı. CHP’nin faşist uygulamalarına karşı bayrak açtı; orta burjuvaziyi ve bir kısım halk tabakalarını çevresinde toplamayı başardı. Bunda TKP’nin yanlış politikasının da büyük bir payı vardır. TKP, daha önce nasıl iktidar partisinin kuyruğuna takılmışsa, bu kez de büyük muhalif partinin (DP’nin) kuyruğuna takıldı. Bağımsız bir halk hareketi yaratamadı! O yıllarda DP’nin orta burjuvaziyi ve bir kısım halk tabakalarını çevresinde toplayabilmesinde, bunun rolü oldu. Halkın, Alman faşizminin kuklası CHP iktidarına kızgınlığı, DP’nin barajına akıtıldı. Böylece 1950’de komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının Alman faşizmine bağlı kliği iktidardan inerken, Amerikan emperyalizmiyle işbirliğine girişen bir başka kliği, iktidarı ele geçirdi. Bunda, Alman emperyalizminin savaşta yenilmesinin ve ABD emperyalizminin savaşın galipleri arasında bulunmasınm çok önemli rolü vardır.

1950’de DP’nin başa geçmesi, ne devrimdir, ne de karşı devrimdir. Hakim sınıfların öteden beri devam edip gelen iki siyasi kliği arasında bir iktidar değişikliğidir. Öte yandan bu değişiklik, Alman emperyalizmine bağımlı, tek partili askeri faşist diktatörlüğün yerine, daha çok sivil gerici kuvvetlerden destek alan, Amerikan Emp ryalizmine bağımlı "çok partili" diktatörlüğü getirmiştir. İkınci Dünya Savaşı yıllarında iyice palazlanan vurguncu tüccarların, müteahhitlerin, yüksek tarım fiyatları politikasıyla güçlenen toprak ağalarının ve büyük toprak sahiplerinin hepsinin, ele ele vererek DP’de yer aldıkları kesinlikle yanlıştır. Bunların bir kısmı DP’yi desteklemiş olsa bile, esas itibariyle bunlar, CHP’nde yer almışlardır. O dönemde vurgunculukla palazlananların birçoğunun; bugün taşrada CHP "göbekçileri"nin en fanatik dayanakları olduğuna şahsen şahit aluyoruz. Eğer öyle olmasaydı, bugün CHP’nden nasıl olup da bir MGP doğduğunu, MGP’nin ayrılmasına rağmen, nasıl olup da hâlâ CHP’nde "ortanın göbekçisi" denilen hir komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının temsilcilerinin mevcut olduğunu açıklaya mazdık. DP, iktidarı ele geçirdikten sonra, daha bir süre, reformcu orta burjuvazi, .onun safında kalmıştır. Nadir Nadi, DP’nin seçim propagandalarına katılan demokrat aydınlardan biridir. Ve daha ona benzer birçok aydın o yıllarda DP sempatizanıdır. Reformcu orta burjuvazinin görüşlerini yansıtan yayınlarda, DP’nin ilk başlarda "iyi" olduğu, fakat sonradan bozulduğu iddialarına sık sık rastlanır. DP, Amerikan emperyalizminin dümen suyunda, halka ve aydınlara karşı CHP’nden daha aşağı kalmayan azgın bir saldırıya girişince, Türkiye’yi ABD emperyalizmine peşkeş çekince, NATO gibi ABD emperyalizminin saldırgan aleti olan örgütlere Türkiye’yi sokunca, Kore’de halkımızı haksız ve gerici bir savaşta kırdırınca, milli bir karakter taşıyan orta burjuvazi ve demokrat aydınlar, DP’den soğumaya ve uzaklaşmaya, CHP’ne doğru dümen kırmaya başlamıştır. Bağımsız ve güçlü bir halk hareketinin yokluğu yüzünden, orta burjuvazi ve onunla birlikte emekçi halkımız, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iki kliği arasında savrulmuş durmuştur. Türkiye’nin tarihi gerçegi budur. Zaman zaman orta burjuvazi bağımsız bir siyasi hareket olarak kendini göstermişse de, önemli bir varlık olamamıştır. 1946’da kurulan Esat Adil’in Türkiye "Sosyalist" Partisi ve benzeri partiler, sosyalizm maskeli reformcu burjuva partileridir. TSEKP de, reformcu orta burjuva partilerinin değişik bir tonunu yansıtır. 1954’te çıkıp sönen Vatan Partisi de öyledir. Kominist hareket, TKP içinde, burjuva reformizminin dalgaları arasında eritilmiş ve boğulmuştur. Küçük - burjuva muhalefeti de, orta burjuva reformizminin bendine akmıştır. Orta burjuva reformizmi ise, kendini her an komprador büyük burjuvaziye ve toprak agalarına gayet ucuza satmaya hazırdır. Bunların siyasi sözcülügünü yaptığı sınıfın mensupları zaten, ellerine bir imkân geçer geçmez, bu imkânı büyük burjuva saflarına katılmak için kullanmaktadır ve bir kısmı da zamanla büyük burjuva saflarına katılmaktadır. Böyle bir sınıfın temsilcileri elbette kararsız ve uzlaştıncı olacaktır.

Burada bir noktayı daha belirtelim:

Komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları elbette sadece, degişmez ve dondurulmuş iki siyasi kamptan ibaret değildir. Bir defa, bu kampların birinden digerine geçiş daima mümkündür ve öyle de olmaktadır. Öte yandan her kamp kendi içinde de mütecanis değildir. Gericiler bir yığın çelişkilerle paramparça olmuşlardır. Ve bu parçaların her biri digerinin gözünü oymaya hazırdır. Fakat, nispeten birbirine yakın menfaati olanlar, daha derin menfaat çelişkileriyle ayrıldıkları parçalar karşısında birleşmektedirler. İşte, gerici siyasi kamplar böyle teşekkül etmektedir. Biz, Türkiye’de iki gerici siyasi kampın varliğından bahsederken bu noktayı da akıldan çıkarmıyoroz.

ÖZETLEYELİM: 1. Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nın sonundan itibaren komprador büyük burjuvazi ve toprak agaları iktidara hakimdir. Fakat komprador büyük burjuvazi ve toprak agaları iki büyük siyasi klige ayrılmıştır. İktidara ve devlet mekanizmasına hakim olan klik, önce İngiliz - Fransız emperyalzminin, 1935’lerden itibaren de Alman emperyalizminin işbirlikçillgini yapmıştır. İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar, genel olarak orta burjuvazi de bu kliğin safında yeralmıştır.

2. İkinci Emperyalist Dünya Savaşı yıllarında Alman işbirlikçisi hakim klik, koyu bir faşizm uygulamasına ve vurgunculuk politikasına girişmiştir. Bu klik, içerde işçi sınıfı dahil bütün demokratik güçlere, dışarda da SSCB’ne ve İngiliz - Fransız - Amerikan blokuna karşı Alman faşizminin safında yer almıştır. Fakat dünyadaki güçler dengesi ve SSCB’nin varlığı, bunların Alman faşistlerinin safında savaşa katılmasına engel olmuştur.

3. Öte yandan da daha sonra DP ve MP içinde örgütlenen, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının muhalif kliği, bunun peşinde de, o zamana kadar CHP saflarında tali bir unsur olarak yeralan refomcu orta burjuvazi ve diğer demokratik unsurlar yer almıştır. TKP’de bu kliğin kuyruğuna takılmıştır. Bunlar, dünya çapında Amerikan İngiliz - Fransız blokuyla ve SSCB ile ittifak kurmuşlardır. İkinci Dünya Savaşı, Alman faşistlerinin ve müttefiklerin yenilgisiyle bitince; Türkiye’de bu blok güçlenmiştir. Fakat savaş sona erer ermez, ABD emperyalizminin destegiyle ve CHP’nin Almancı faşist diktatörlüğüne halkın ve demokratik güçlerin duyduğu nefret ustalıkla kullanılarak 1950’de DP iktidara getirilmiştir.

4. Böylece Alman emperyalizminin uşağı olan komprador büyük buıjuvazinin ve toprak ağalannın yerini, ABD emperyalizminin uşağı olan komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağaların iktidarı almıştır. Söz konusu olan şey, "savaş sırasında vurgunculukla palazlanan büyük burjuvazi"nin "uluslararası sermayenin kanatları arasına iyice girmesi" değil, Alman emperyalizminin "kanatları"nın yerini ABD emperyalistlerinin "kanatları"nın alması, Alman uşağı gericilerin yerini de ABD uşağı gericilerin almasıdır.

5. Proletaryanın ve küçük - burjuvazinin muhalefetini kendi bendinde boğan kararsız orta burjuvazi, bu muhalefeti bir müddet DP’nin kuyruğuna taktıktan sonra, DP’nin faşizan uygulamaları karşısında, tekrar muhalefetteki CHP katarına katılmıştır. Proletarya önderliğinde, bağımsız ve güçlü bir- halk hareketinin yaratılamamış olması, işçi sınıfının, emekçi halkın ve demokratik unsurların muhalefetini, komprador büyük ‘burjuvazi ve toprak ağaları kliklerinin bazen birini, bazen diğerini iktidara getirmeye yarayan bir kaldıraç gibi kullanılmasına yol açmıştır.

6. Muhalefetteyken "demokrasi" havarisi kesilen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağası klikleri, iktidara geçtikleri zaman, en azıli halk düşmanı kesilmişlerdir.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve savaş sonrasında ülkemizin gerçekleri kısaca bunlardır (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, Madde 8-10-l7’nin eleştirisi).

-IV 1940’ların faşist Hitlerci CHP, 1950’lerin ortasından itibaren "demokrasi" havariliğine kalkmış, "hak", "adalet", "hürriyet" diye bağırmaya başlamıştır. Öte yandan Amerikancı DP iktidarının ezdiği ve sefalete sürüklediği kitleler, her türlü deınokratik hakları zorla gaspedilen demokrat aydınlar ve orta burjuvazi arasında hoşnutsuzluk artmıştır. Kitleler devrimci bir önderlikten yoksun oldukları için, onların DP iktidarına karşı muhalefeti, yer yer parlayıp sönen, istikrarsız ve kendiliğinden gelme bir muhalefet olmaktan ileri gidememiştir. Hatta kitlelerde, her başa geçenin kendilerine düşman olması, kendilerini ezip soyması yüzünden bir umutsuzluk ve hiç kimseye güvenrrıeme eğilimi bile belirmiştir. İşçilerin ve köylülerin kabaran isyancı öfkesini, aynı potada birleştirip muazzam bir güç haline getirerek seferber edecek komünist bir önderlik yoktur. TKP çökertilmişti. TKP döküntülerinden H. Kıvılcımlı’nm 1954’te kurduğu Vatan Partisi, kitlelere sırtını dönmüş, Adnan Menderes köpeğini "İkinci Kuva-i Milliyetçiliğimizin Önderi" olarak alkışlamakla meşguldür! Önderlikten yoksun kitlelerin kendiliklerinden devrim yapmaları elbette beklenemezdi. Onlar sadece dişlerini sıkıp, öfkelerini içlerine biriktirdiler ve zaman zaman da taştılar.

Orta burjuvaziye gelince: Bunların istedikleri, sınıf nitelikleri icabı "yazma hürriyeti"; "konuşma hürriyeti’.’ gibi, çok sınırli birtakım demokratik taleplerin ötesinde geçmiyordu. Bütün sınırlılığına ve miyopluğuna rağmen, elbette bu talepler de ilericiydi. Öte yandan, aynı şeyleri, kendisi için, muhalefetteki komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği de istiyordu. Türkiye’de orta burjuvazi ve bu sınıfa dahil edilebilecek demokratik aydınlar, oldukça güçlüdür. Fakat, her yerde olduğu gibi oldukça da miyop, uzlaşıcı ve kararsızdır. Barışa yatkındır. Fakat bu güçü arkasına takan büyük burjuva ve toprak ağaları kliği, hasmını altedecek önemli bir’ koza sahip demektir. Yukardaki şartlar komprador büyük burjuvazinin muhalefetteki kliği CHP ile orta burjuvazinin geniş kesimleri arasında, "kısmi burjuva demokratik haklar" talebi, etrafında bir ittifakın doğmasına yol açtı. CHP, muhalefetin önderliğini ele aldı ve orta burjuvazinin ve gençliğin heyecanlı atılımını, kendi iktidarı yönünde ustalıkla kanalize etti. 27 Mayıs darbesiyle iktidarı ele geçirdi. Darbenin öncüleri, sadık lnönücülerdir. Halkımız, "geldi İsmet, kesildi kısmet" diyerek, iktidara gelenin kim olduğunu doğru teşhis etti: Halkın kastettiği, İnönü’nün şahsında sembolleşen halk düşmanı gerici kliğin iktidarı ele geçirdiğidir. Hatta darbeciler arasında Türkeş gibi komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarmın daha da azgın gerici kliği temsil eden, fanatik milliyetçi, Hitler taslağı faşistlerde vardır. Sonradan İnönücü ekip, bunların tasfiye etmiştir. Bu fanatik milliyetçi faşist takım, ordunun, meclisi vs..: dağıtarak kesinlikle ve doğrudan doğruya iktidarı eline alması, "astığım astık, kestiğim kestik" bir faşist diktatörlük kurulması taraftarıydılar. Bizim M. Belli gibi revizyonistlerimiz için, bunların tasfiye edilmesi ve seçimlere dönülmesi, "devrim"in gerilemesidir. Büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının akıllı(!) ve tecrübeli önderi ve kıdemli halk düşmanı İnönü ve onun taraftarları bu yolu tutmak istemediler. Çünkü bu yol, onların muhtaç olduğu orta burjuvazirun desteğini bir çırpıda kaybetmek demek olacaktı. Çünkü böyle bir faşist diktatörlük, orta burjuvazinin uğrunda mücadele ettiği "kısmî burjuva demokratik hakları" da silip süpürmek zorundadır; bu ise kendilerini en kuvetli dayanaklarından mahrum bırakırdı. Öte yandan, orta burjuvazinin hızı henüz kesilmemişti; onun atılimını kendi iktidarları için ustalıkla kullananlar, iktidarı ele geçirdikten sonra, bu hızı kesmek için, onu cepheden karşılamadılar. O zaman kolları burkulabilir, bilekleri incinebilir, kendileri sendeleyebilirdi. Bu tabiat kanununu ustalıkla politikaya uyguladılar, hareketin doğrultusuna kendilerini uydurarak, onu önce yavaşlattılar, sonra da durdurdular. Yarı orta burjuvazinin sınırlı taleplerini de içerene bir anayasa hazırlayarak, bir yandan daha ileri bir atılımı boğup kendi iktidarlarını muhafaza ettiler. Öte yandan da, orta burjuvazinin desteğini korudular. Hakim smıfların politik mücadelelerle iyice parçalandığı ve birbirleriyle silahli çatışmalara gırdiği dönemler, onlar açısından korkulu dönemlerdir. İnsiyatifleri ve kontrolleri son derece zayıflar. Bu yüzden, böyle dönemlerin uzamasını istemezler. 27 Mayıs darbesine önderlik eden gerici kliğin de yaptığı budur.

Bir orta burjuva akımı olan TİP hareketi; işte böyle bir ortamda, orta burjuvazinin hızını henüz kaybetmediği bir ortamda doğdu. Sonradan kendisine "sosyalizm" maskesi takacak olan bu akımın, Anayasa’nın sınırlarıru biraz zorlayan reformist talepleri bile, kitlelerde, gençlik ve aydın safındada büyük ilgi ve destek gördü. CHP, gençliğin ve aydınların desteğini kaybetmeye başladı. Bunun üzerine gerici klikler telaşa düştüler. Birbirlerini suçlamaya giriştiler. DP’nin yerini alan AP, bütün bu belâların ‘başımıza" İnönü tarafından sarıldığinı ileri sürerek saldırıya geçti. İnönü, büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının bu usta sözcüsü, kendi tabiriyle, "sola duvar çekmek için" "CHP’nin ortanın solunda olduğunu ve kırk yıldır öyle olduğunu" ilan etti! İşte, gerici kliklerin kendi aralarındaki mücadelenin, bazen uzlaşarak, bazen hırlaşarak, ama şiddetli siyasi ve iktisadi buhranlarla gittikçe kızışarak sürüp gittiği böyle bir ortamda, fabrikalarda ve köylerde yeni, taze, canli bir halk hareketi filizlenmeye başlıyordu.

Kahraman işçi smıfımızın, fedakâr köylülerimiz’ın ve yigit gençligin çığ gibi yükselen mücadelesi; hızla yayılan Marksist - Leninist eserler, Çin’de Başkan Mao’nun önderliğinde yer alan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan etkileri, bütün bunlar, ülkemizin toprağında yığınların mücadelesine önderlik edecek genç bir komünist hareke fışkırmasına elverişli ortamı hazırliyordu.

Yığınların mücadelesini, gerici kliklerin bazen birini, bazen diğerini iktidara getiren bir kaldıraç olmaktan kurtaracak olan, bu mücadeleyi muzaffer bir halk devrimine donüştürecek olan, kitlelerin şiddetle ihtiyaç duyduğu komünist bir önderliktir.

ŞAFAK REVİZYONİZMİNİN YANILDIĞI NOKTALAR:

1. Milli Kurtuluş Savaşımız, Şafak revizyonizminin sandığı gibi, milli burjuvazinin önderliğinde değil, komprador Türk büyük burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin önderliğinde yürütülmüştür. Milli karakterdeki orta burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’na, önder olarak değil, komprador Türk büyük burjuvazisinin ve toprak ağalarının yedek gücü olarak katılmıştır. Kurtuluş Savaşı içindeki etki ve nüfuzunu da savaştan sonra adım adım kaybetmiştir. Savaşın bütün ağırlığını omuzlarında taşıyan halk kitlelerinin devrimci gücü, büyük potansiyeli, bir devrimden, öcüden korkar gibi korkan Kurtuluş Savaşı’nın burjuva ve toprak ağası önderliği tarafından boğulmuş; kösteklenmiş, savaştan sonra da her fırsatta kanla ve zorbalıkla bastırılmıştır.

2. Kurtuluş Savaşımızın yer aldığı çağ, Şafak revizyonistlerinin dediği gibi, "proleter devrimleri ve’ milli kurtuluş savaşlan çağı" değil, "proleter devrimleri çağı"dır. Ekim Devrimi bütün dünyada "proleter devrimleri çağı"nı açmıştır. Geri ülkeler de dahil, dünyanın her yanında burjuvazi, devrimden korkar hale gelmiştir.

Bu nedenle, burjuvazi herhangi bir devrime önderlik etmek bir yana, bizzat devrime köstek olmaya, devrimin ilerlemesini engellemeye koyulmuştur. Dünyada, proletarya önderliğinde yeni - demokratik devrimler ve sosyalist devrimler yer almaya başlamıştır. Bunun içindir ki, Büyük Ekim Devrimi’nin başlatığı çağ, "proleter devrimleri çağı"dır. Mao Zedung yoldaşın işaret ettigi gibi, Kemalist devrim, bu çağda yer almasına rağmen, proleter dünya devrimlerinin bir parçası değil. Şafak revizyonistleri, "proleter devrimleri çağı"na, bir de "milli kurtuluş savaşları çağı" ibaresini ekleyerek, Kemalist devrimin, o çağda yer alan devrimlerin tipik bir örneği, tabii ve normal bir parçası olduğunu ispatlamaya çalişıyorlar; yani Mao Zedung yoldaşı yalanlamaya çalişıyorlar. Böylece, Şafak revizyonistlerinin Kemalizm hayranliğı ve dalkavukluğu kendini ele veriyor...

3. Kurtuluş Savaşımız, Şafak revizyonistlerinin iddia ettiği gibi, "Asya’nın ezilen halklarına" değil, Asya’nın korkak burjuvazisine ve bir de emperyalist ülkelerin mali - oligarşisine "cesaret ve umut vermiştir". Asya’nın korkak burjuvazisi, Kemalist devrimde kendi gerici emellerinin gerçekleştiğini görmüştür; köklü bir anti - emperyalist ve anti - feodal devrim olmadan, kitlelerin devrimde hakim rolü olmadan, yerli hakim sınıfların çıkarlarını zedelenmeden, burjuvazi ve toprak ağalarını da rahatsız eden sömürge yapıyı tasfiye etmek, fakat, öte yandan emperyalist ülkelerle işbirliğine devam etmek, yarı - sömürge yapıyı devam etttirmek, emperyalistlerle el ele ülkeyi talan etmek ve kitlelerin köklü bir devrim isteğini emperyalistlerle birlikte boğmak ve bastırmak: Bu, köklü bir devrimden tir tir titreyen Asya’nın burjuva ve toprak ağası sınıflarının istediği şeydir. Nitekim Çin’de burjuvazi ve toprak ağaları, Kemalist Devrimin bir benzerini gerçekleştirmek için can atmıştır. Fakat Mao Zedung yoldaş, bu yolun çıkmaz olduğuna ta o zaman işaret etmiştir. Kemalist Devrimden, emperyalist ülkelerin mali oligarşisi de cesaret bulmuştur. Çünkü böylelikle, köklü bir halk devriminin önüne geçmek, geri ülkelerin yarı - sömürge bağımlıliğını devam ettirmek imkânı açılmıştır önünde. "Asya’nın ezilen halkları", işçi - köylü yığınların ezilmeye ve sömürülmeye devam ettiği, feodal sömürünün ve zulmün bütün şiddetiyle devam ettiği, emperyalist devletlere yarı - sömürge bağımlilığın devam ettigi bir "devrim"den ne diye "cesaret ve umut" alsınlar? Ezilen halklara cesaret ve umut veren devrim, Çin Devrimi’dir, Vietnam Devrimi’dir. Kemalist Devrim, kitlelerin, nasıl kurtulamayacağının örneğidir. Çin ve Vietnam devrimleri ise, kitlelerin gerçek kurtuluşa nasıl ulaşacaklarının örneğini vermiştir ve vermektedir.

4. Şafak revizyonistleri, Milli Kurtuluş Savaşı’yla komprador burjuvazinin bütünüyle tasfiye edildiğini iddia ediyor lar ki, bu Türkiye gerçeklerine tamamen aykırıdır. işaret ettiğimiz-gibi, yıkılan, komprador burjuvazinin sadece bir kesimidir. Ve özellikle azınlık milliyetlere mensup olanlardır. Komprador burjuvazinin bir başka kesimi ise ( ttihat ve Terakki içinde palazlanan Türk büyük burjuvaları), toprak ağalarnın bir kesimiyle birlikte, Kurtuluş Savaşı’nın önderliğini ele geçirmiş, hakim mevkiye yükselmiştir.

5. Kemalist iktidar, şafak revizyonistlerinin iddia ettigi gibi, "siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva diktatörlüğü" değil, komprador nitelikteki Türk büyük burjuvazisinin ve toprak ağalarının bir kesiminin emperyalizme yarı - bağımlı diktatörlüğüdür... Şafak revizyonistlerinin iddiası; hem sosyalizmin genel

teorisine aykıridır, hem de ülkemizin gerçeklerine ters düşmektedir. Sosyalizmin genel teorisine aykırıdır, çünkü, artık geri ülkelerde genel bir kural olarak, siyasi bakımndan bağımsız milli burjuva diktatörlükleri mümkün değildir. Mao Zedung yoldaş, daha 1926 yılında şunu belirtmiştir:

"Bu sınıf [orta burjuvazi) , siyasi bakımdan, tek bir sınıfın yani milli burjuvazinin hakimiyeti altında bir devletin kurulmasından yanadır... Ancak, bu sınıfın milli burjuvazi hakimiyeti altında bir devlet kurma teşebbüsü hemen hemen imkansızdır (abç). Çünkü bugün dünyada iki büyük güç, devrim ve karşı - devrim bir ölüm ~ kalım mücadelesi içine girmiş bulunmaktadır. Her iki taraf da birer büyük sancak dalgalandırmaktadır. Bunlardan bir tanesi Üçüncü Enternasyonal’in dalgalandırdığı ve bütün ezilen sınıfların etrafında toplandığı devrimin kızıl sancağı; diğeri ise Cemiyeti Akvamin dalgalandırdığı ve dünyadaki bütün karşı devrimcilerin etrafında toplandığı karşı - devrimin beyaz sancağıdır. Ara sınıflar, bir kısmının sola dönerek devrime, diğerlerinin ise sağa dönerek karşı - devrime katılmasıyla, hızla dağılmaya mahkûmdurlar. Bu sınıfların bağımsız katmaları imkânsızdır. Dolayısıyla Çin’deki orta burjuvazinin kendisinin önder olacağı bir ‘bağıms devrim düşüncesi boş bir hayaldir" (abç) (Seçme eserler, I. Cilt, l. Kitap, ş. 19-20).

Mao Zedung yoldaşın sözleri, Büyük Ekim Devrimi’nden sonra açılan proleter devrimleri çağı için genel geçerliliği olan sözlerdir. Şafak revizyonistleri, "boş bir hayal" olan şeyi, gerçek gibi göstermekle, sosyalizmin genel teorisini açıkça ve alçakça çiğniyorlar.

Şafak revizyonistlerinin, "Kemalist iktidarın siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva iktidarı olduğu" tezi, Türkiye’nin gerçeklerine de aykırıdır. Şnurov yoldaştan aktardığımız deliller, Kemalist iktidarda feodalizmin söz ve nüfuz sahibi olduğunu, Kemalist iktidara ortak olduğunu yeterince kanıtlamaktadır. Kemalist iktidarın ayrıca emperyalistlerle hem iktisadi, hem de siyasi alanda işbirliği halinde olduğunu da yeterince kanıtlamaktadır. Kemalist iktidar, işçilere, köylülere karşı emperyalist şirketlerin menfaatlerini korumaktadır. Kemalist iktidar, emperyalistlerin teveccühünü , kazanmak için devrimcilere saldırmaktadır. Emperyalist yatırımlar devam etmektedir. Türkiye’deki sermayenin büyük çoğunluğu İngiliz - Fransız ve Alman emperyalistlerine aittir. Hükümet üyeleri emperyalist şirketlerle müşterek yatırımlara girişmektedir.Bunlar gerçeklerdir, Şafak revizyonistlerirun iddiası ise "boş bir hayaldir".

Şafak revizyonistleri, Kemalist diktatörlüğün bağımsız bir milli burjuva iktidarı olduğunu iddia etmekle kalmıyorlar, günümüzde de, milli burjuva iktidarlarını genel bir kural olarak mümkün görüyorlar ve hatta bu gibi iktidarların artmakta olduğunu iddia ediyorlar. Burada bu nokta üzerinde durmuyoruz. Şu kadarını belirtelim ki, Şafak revizyonistleri, bu gibi iddialarla gizli askeri darbecilik emellerine dayanak sağlamaya çalişmaktadırlar.

6. Şafak revizyonistleri, "iktidarı ele geçiren yeni Türk burjuvazisi büyümek ve zenginleşmek için, devlet eliyle milli buıjuvazi yaratmaya girişmiştir" diyorlar. Söz konusu olan şey, devlet eliyle milli burjuva yaratmak değil, bütün devlet imkânlarını, iktidardaki komprador büyük burjuva ve toprak ağası sınıflarının gelişip güçlenmesi" palazlanması için kullanmaktır. Şafak revizyonistleri, yukarıdaki tahlilleriyle, bir yandan Kemalist iktidarının uygulamalarını yanlış değerlendiriyorlar, öte yandan da bütün modern revizyonistlerin, TİP, D. Avcıoğlu, M. Belli revizyonistlerinin Kemalist iktidara yönelttikleri eleştiriyi aynen benimseyerek, Leninist devlet teorisini çigniyorlar. Kemalist iktidarın uygulamalarını yanliş tahlil ediyorlar, çünkü Kemalist iktidarın yaptığı "milli burjuva yaratmak" değil, komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları sınıflarını, bütün devlet imkânlarını seferber ederek güçlendirmektir. Leninist devlet teorisini çiğniyorlar, çünkü; devlet onu elinde tutan sınıfların baskı ve sömürü aracıdır, başka bir sınıfı yaratmak için asla kullanılamaz, tersine başka sınıfları baskı altına almak, ezmek, sömürmek için kullanılır. Modern revizyonistlerin; Kemalist hareketi değerlendirmeleri ve Kemalist iktidara yönelttikleri eleştiri şöyledir: Milli Kurtuluş Savaşı’nın önderliğini, Türkiye’de buıjuvazi mevcut olmadığı için(!) asker sivil - aydın zümre yapmıştır (bazı revizyonistler, "asker - sivil - aydın zümre" yerine, "ilerici demokratlar", "devrimci demokratlar", "millici güçler", "vurucu güç", "zinde kuvvetler", "dinç kuvvetler", vs... de diyorlar). Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden bu zümre, iktidarı ele geçirmiştir(!). Bu zümre kapitalist olmayan kalkınma yolunu benimseyerek; bu yoldan Sosyalizme gidebileceği(!) gibi kapitalist kalkınma yolunu da benimseyebilir. işte, "asker-sivil - aydın zümrenin iktidari(!) olan Kemalist iktidar; kapitalist olmayan yoldan sosyalizme gitmek(!) yerine, kapitalist kalkınma yolunu benimsemiş, bu amaçla devlet eliyle milli burjuva yaratmaya" girişmiş(!), bu yüzden de Türkiyemiz gerilikten kurtulamamış, kalkınmayı başaramamıştır(!). Revizyonistlerin zincirleme mantığı budur.Revizyonistlerin "kapitalist olmayan yoldan sosyalizme varmak" dedikleri şeyi, burjuva hükümetlerinin, tedrici devletleştirmeler yoluyla adım adım devlet patronluğuna dayanan, devlet kapitalizmini gerçekleştirmeleridir; onların sosyalizm dedikleri şey, üretim araçlarının ve toprakların devlet mülkiyetinde olduğu, devlet kapitalizmidir. Yani bugün Sovyetler Birliği’nde ve bütün Doğu Avrupa ülkelerinde yürürlükte olan sistemdir. Engels, çok önceden kapitalizınin bu çeşidiyle sosyalizm arasındaki farka dikkati çekmiştir.

"Sosyal Demokrat [Komünist] Parti’nin devlet sosyalizmi denen şeyle; mali amaçlarla devlet tarafından devlet ‘sömürü sistemiyle,özel müteşebbisin yerine devleti kovan ve böylelikle iktisadi sömürüsüyle siyasi baskı iktidarını birleştiren sistemle hiç bir ortak yanı yoktur" (Gotha ve Erfurt Prograınının Eleştirişi, s. 104).

Revizyonistlerin, "kapitalist kalkınma yolu" dedikleri de, özel müteşebbise dayanan kapitalizmdir. İşte revizyonistler, gerçekte Kemalist iktidarı, "devlet sosyalizmi denen şeyi benimsemediği için", "özel müteşebbise" dayanan kapitalizmi benimsediği için ve devlet imkânlarını özel teşebbüsün eline verdiği için eleştiriyorlar. "Devlet eliyle milli burjuva yaratma" eleştirisinin aslı astarı budur. Bu eleştiri, bir kere "milli burjuvazinin mevcut olmadığı" varsayımına dayanmaktadır ki, Şafak revizyonistleri de dolayli olarak bunu benimsemiş oluyorlar. İkinci olarak bu eleştiri, devleti, sınıflar üstü bir şey olarak görmekte, bir sınıfın elinde olduğu halde, bir başka sınıfın amaçlarına hizmet edebilecek bir şey olarak görmektedir ki, şafak revizyonistleri bunu da benimsemiş oluyorlar. Üçüncü olarak bu eleştiri, özel teşebbüse dayanan kapitalizmin yerine, devlet patronluğuna dayanan devlet kapitalizmini savunmaktadır ki, Şafak.revizyonistleri, dolaylı olarak bunu da benimsiyorlar.

Devlet teorisi üzerine durmadan gevezelik eden şafak revizyonistlerinin, sıra pratik bir meselenin çözümüne gelince, nasil sınıflarüstü devlet teorisine sarıldıklarını görüyorsunuz. Leninist devlet teorisini ağızlarında biraz daha az geveleseler, ama kavramak için biraz daha fazla çaba harcasalardı, bu zırvalıkları savunmazlardı.

7. şafak revizyonistleri, "Kemalist burjuvazinin halk üzerindeki diktatörlüğü, milli burjuvazinin karakteri icabı emperyalizmle ve feodalizmle uzlaştı" diyorlar. Kemalist diktatörlüğün milli burjuva iktidarı olmadığına, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarı olduğuna işaret ettik; bu nedenle emperyalizmle uzlaşması değil, işbirligi etmesi söz konusudur. Feodalizmle uzlaşma ifadesi ise, büsbütün saçmadır, çünkü burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren feodalizmle ittifak halindedir. Kurtuluş Savaşı’nın önderliği bu ittifakın elindedir, iktidar başından itibaren burjuvazi ve toprak ağaları ittifakının müşterek iktidarıdır.

Şafak revizyonistleri, "uzlaşma" terimiyle, "işbirliğ’ı" terimini bilinçli olarak birbirinden ayırmıştır. "Uzlaşma", bilindiği gibi, devrimci ve ilerici olan bir sınıfın, bazı tavizlerde bulunmasıdır. Uzlaşma, bazı şartlarda doğru ve gerekli olduğu halde, bazı şartlarda yanlış ve zararlıdır,-Lenin, "Sol Komünizm" kitabında bu iki uzlaşma çeşidini birbirinden ayırır; işçi sınıfının da, yerine ve şartlarına göre, birinci çeşit uzlaşmalara gireceğini ve girmesi gerektiğini savunur, ilke olarak uzlaşmayı reddedenleri eleştirir, ikinci çeşit uzlaşmayı ise, sert bir dille yerer. Genellikle küçük - burjuvazi ve milli burjuvazi, ilerici bir tarihi rol oynadıkları zamanlarda, bu çeşit zararlı uzlaşmalara sık sık girerler. Bu, onların sınıfsal niteliklerinden gelir. Bu gibi durumlarda, bu uzlaşmacılık eğilimiyle mücadele etmek, küçük - burjuvazi ve milli burjuvaziyi daha kararlı çizgiye çekmek ve onlarla ittifak kurmaya ve bu ittifakı korumaya çalışmak gerekir. Çünkü bu uzlaşma eğilimleri, devrimin başarısını geciktirdiği veya sekteye uğratığı için, bizzat küçük - burjuvazinin ve milli burjuvazinin (hiç değilse bunların önemli bir kısmının) menfaatlerine de aykırıdır. Oysa, T’ürkiye’de kullanıldıği şekliyle işbirliği başka bir şeydir İşbirlikçi burjuvazi, Marksist - Leninist ‘ literatürdeki "komprador burjuvazi"nin karşılığıdır. Komprador burjuvazinin en küçük bir devrimci niteligi yoktur. Yabancı emperyalistlerin ülkeyi talan etmesinden bunlar zarar değil, fayda görürler, çünkü kendileri de bu talandan uygun bir pay alırlar. Bunlarla emperyalist efendileri arasındaki çelişki, emperyalistlerin ülkeyi talan etmesinden değil, bu talandaki hisselerin azlığı, çokluğu meselesinden doğar. Bunlar, efendileriyle paylarını arttırmak için didişirler veya büyük burjuvazinin başka kesimiyle işbirliği yapan emperyalist devletlere veya tekellere karşı, kendilerinin işbirliği yaptığı emperyalist devletlerin veya tekellerin safında yer alırlar. Bunlar arasındaki çelişmeler, halkın düşmanları arasındaki çelişmeler kategorisine girer. Bunlarla halk arasındaki çelişme antagonist çelişmedir. Oysa genel olarak, menfaati devrim safında olduğu halde düşmanla kararli ve cesur bir mücadeleye yan çizenı, onunla anlaşmak, barışmak, ‘vs... için ikide bir ona elini uzatan, yani düşmanla uzlaşan küçük - burjuvazi ve milli burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme, henüz halkın saflarındaki çelişmeler kategorisine girer.

Şafak revizyonistleri, Kemalist burjuvazinin emperyalizmle olan ilişkisini uzlaşma olarak görüyor. Bunun ne zamana kadar "uzlaşma" olduğu, ne zaman "işbirliği" haline dönüştüğü belli değildir. Bu yüzden de, Kemalist burjuvaziyle proletarya ve yoksul köylüler arasındaki çelişme, haliyle belli bir süre (daha doğrusu belirsiz bir süre) halk arasındaki çelişmeler kategorisine girmektedir(!). Proletaryanın görevi, Kemalist iktidarı devirerek halkın demokratik iktidarını gerçekleştirmek için mücadele etmek değil, devrimci(!) Kemalist iktidarla, emperyalizme ve feodalizme karşı ittifak kurmaktır. İşte, Şafak revizyonistlerinin vardığı sonuç budur. Bu, önce de belirttiğimiz gibi karşı-devrimin safına iltihak etmektir.

8. Şafak revizyonistlerinin, M. Belli’nin, "Türkiye’de karşı-devrim" teorisini aynen benimsediklerini görüyoruz: Bunlara göre, "devlet eliyle milli burjuva yaratmak"(!) politikasıyla, bir süre sonra (ne zaman olduğu belli değil) semiren ve büyüyen yeni Türk burjuvazisi, büyüdükten sonra "işbirliğine" girişmiştir(!). Bu büyüme ve işbirlikçilik, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında olmuştur(!). ve bunların toprak ağalarıyla ittifakı (artık "uzlaşma" değil, "ittifak" tabiri kullanılıyor), bu yıllarda güçlenmiştir. Sonra "bu gerici ittifak" DP’yi kurmuş ve iktidarını bu parti vasıtasıyla devam ettirmiştir. Demek oluyor ki, CHP ve iktidar, belli bir tarihe kadar esas. olarak milli burjuvazinin elindedir ve bu sınıfın "uzlaşmalarına" rağmen, devrimcidir(!). Ayrıca bu yıllarda Türkiye’de işbirlikçi büyük burjuvazi henüz yoktur. Belli bir yerden sonra (muhtemeldir ki, Atatürk’ün ölümünden sonra) partiye ve iktidara, büyüyen ve işbirlikçi hale gelen burjuvazi hakim olmuştur(!). 1946’da bunlar DP’yi kurduklarına göre, CHP, işbirlikçi büyük burjuvaziden ve toprak ağalarından arınmıştır. Alinanlarla işbirliği yapanlar da, Amerikan işbirlikçileri de bunlardır. O günden beri CHP’nin bir milli burjuva partisi olması gerekir! Oluştuğu günden beri büyük komprador burjuvazi, tek ve bölünmez bir bloktur(!).

Şafak revizyonistlerinin tezleri işte bu sonuçlara varmaktadır. Bütün bunlar, M. Belli’nin, "karşı-devrim" tezlerinin daha ince bir uslûpla savunulmasindan başka bir şey değil dir. Eğer bu söylenenler doğruysa, M. Belli’nin karşı -devrim teorisinin de doğru olması gerekir. Çünkü ne kadar uzlaşıcı olursa olsun (zaten başka türlü olamaz), bir milli burjuva iktidarının yerini komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarının alması, siyasi iktidar revizyonistleri ayru teoriyi bulandırarak, çekingen ve kararsız bir dille savunuyorlar. Aradaki fark budur.

9. Şafak revizyorustlerine göre, İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar, Türkiye, emperyalizmin nüfuz ve sömürüsünden azadedir (M. Kemal dalkavukluğuna bakın açısından bir karşı-devrimdir. M. Belli, karşı-devrimin başlangıç tarihi olarak 1942 tarihini, Saraçoğlu hükümetinin işbaşına geçmesini alıyor. Şafak revizyonistleri ise, bu tarihi sadece belirsiz bırakıyorlar. M. Belli kendi teorisini daha açıkça, cesaretle ve kesin bir dille savunurken, Şafak siz). Türkiye’de "emperyalist sermayenin at oynatması" 1950’den sonradır. Bu tespit, sadece .şu açıdan doğrudur: 1950’den sonra Türkiye’ye giren emperyalist sermaye, önceki yıllara nispetle çok daha fazladır. Ama, Şafak revizyonistlerinin görmek istemediği, inkâra kalkıştığı bir gerçek daha vardır. Türkiye’de emperyalist sermaye, Kemalist iktidarın başından beri mevcuttur. İngiliz-Alman ve Fransız emperyalistleri birçok alana yatırım yapmışlardır vs... 1935’lerden itibaren Alman emperyalizminin Türkiye üzerindeki nüfuzu ve sömürüsü artmaya başlamış, Saraçoğlu hükümetiyle de bu nüfuz ve sömürü doruğuna ulaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonundan itibaren ise, ABD emperyalizmi ülkemize burnunu sokmuştur. 1950’den sonra ülkemizde doludizgin at oynatan, esas olarak ABD emperyalizminin sermayesidir (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, 13 madde’nin eleştirisi).

Şafak revizyonistleri; Kemalist iktidar dönemini temize çıkarabilmek için her çareye başvurmaktadır.

10. şafak revizyonistleri, 1950’den sonra "emperyalizm ve işbirlikçilerini gerici parlamentoyu bir hakimiyet aracı (abç) olarak kullandıklarını" söylüyorlar. Burada her şeyden önce parlamentonun mahiyetinin kavranmadığına, yani Marksist-Leninist devlet teorisinin kavranmadığına şahit oluyoruz.

Marksist-Leninist devlet teorisi açısından parlamento nedir? Bunu, Lenin yoldaştan öğrenelim:

"Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem ‘ karar vermek; sadece meşruti parlamenter monarşilerde değil,

en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur" (Devlet ve İhtilâl, s. 6l).

"... Amerika_’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. kadar her hangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl devlet işleri hep kulislerde yapılır; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay heyetleri tarafından yürütülür. Parlamentolarda, sadece ‘saf halk’ı aldatmak ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz. Bu o kadar doğrudur ki, burjuva demokratik cumhuriyeti olan Rus Cumhuriyetinde bile, hatta gerçek bir parlamento kuracak zamanı bile bulmadan önce, parlamentarizmin bütün kusurlan hemen ortaya çıkti’ (age, s. 62).

Parlamentonun özü ve fonksiyonu işte budur. Parlaınento, Şafak revizyonistlerinin sandığı gibi "hakimiyet aracı" değildir. Hakimiyeti aracı, ordusuyla, polisiyle, adliye si, karakolu, hapishanesiyle:.. devlet cihazıdır. Parlamentonun varlığı veya yokluğu, hakimiyetin biçimini değiştirir, ama bizzat hakimiyetin varlığını asla etkilemez. Şafak revizyonistleri, yukardaki mantıkla parlamentonun bulunmadığı bir faşist diktatörlüğü, hakim sınıfların "hakimiyet araçları"nın bulunmadığı bir sistem(!) olarak alkışlamaya hazırdır. Hatırlarsınız ki bu mantık, M. Belli’nin kaba burjuva mantığıdır. M. Belli, D. Avcıoğlu gibi beyinsiz burjuvalar; parlamentoyu her türlü kötülüklerin anası olarak görmekte, parlamento kalkınca her yerin güllük gülistanlik olacağını düşünmektedirler. Hatta bu baylar, parlamentonun bulunmadığı bir askeri faşist diktatörlüğe dahi davetiye çıkarma ya hazırdırlar. Amerikana faşist generaller çetesinin 12 Mart Muhtırası’ndaki meclise çatan iki üç kelime, bunları göge zıplatmıştır ve hep bir ağızdan "vur, vur", "kapat parlamentoyu" diye taşist generallere tempo tutmuşlardır. Yine 27 Mayıs’tan sonra, parlamentarizme dönülmesi, "parlamentolarda... ‘saf halk’ı aldatmak ereğiyle gevezelik" yapamayacaklardır. Ama hakim sınıfların hakimiyet araçları.ortadan kalkmayacaktır; çünkü hakim sınıfların hakimiyet araçları parlamento değildir.

Komünistler, elbette, "baskı bu beyler ağzından "devrimin gerilemesi"dir(!). Bu beyinsiz burjuvalar, Kemalist iktidar dönemindeki askeri faşist diktatörtüğü, "yeryüzünde cennet" olarak ilan etmeye hazırdırlar ve o dönemin derin özlemi içindedirler. M. Belli’nin çöplüğündeki teori kırıntılarıyla palazlanan Şafak horozları da, şimdi aynı makamdan ötüyorlar. Emperyalizm ve işbirlikçilerinin hakimiyet aracı parlamentodur(!). Eğer böyleyse, parlamento bir kere kalkarsa, hakim sınıflar hapı yutar, hakimiyetleri yıkılir, düzenleri bozulur(!).

Bütün bu zırvalıkların temeli, elbette ki, bu bayların ciğerine işlemiş olan anti-Marksist-Leninist devlet anlayışıdır. Parlamentonun özünü ve fonksiyonunu, ne genel olarak Marksizm-Leninizm’in genel teorisi açısından, ne de özel olarak Türkiye açısından kavrayamamış olmalarıdır.

En demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile, parlamentonun hakim sınıflar tarafından bir köşeye fırlatılması, iki şeyi değiştirecektir: Birincisi, "bir süre için, parlamentoda, halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek" imkânı ortadan kalkacaktır. İkinçisi de, hakim sınıfların temsilcileri artık, biçiminin şöyle ya da böyle olmasının proletarya bakımından önem taşımadığını" düşünmezler; "sınıf mücadelesinin ve sınıfları baskı altında tutmanın daha geniş, daha serbest, daha özgür bir biçiminin, proletaryanın genel olarak smıfların ortadan kalkması için yürüttügü mücadeleyi önemli derecede kolaylaştıracagını" (age, s. 103).

Bu nedenle "özellikle şartların devrim için uygun olmadığı durumlarda, burjuva parlamentarizmi ahırından faydalanırlar’’ (age, s. 61); "parlamentoda, halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek" imkanından yararlanırlar; bu nedenle "şartların devrim için uygun olmadığı durumlarda", burjuva anlamında demokratik bir parlamenter düzeni, faşist düzene tercih ederler ve savunurlar; "ama, ,aynı zamanda, parlamentarizmin gerçekten proleter ve devrimci eleştirisini de bilirler".

"Şartların devrim için uygun olduğu" durumlarda ise , komünistler, burjuva parlamentarizminin en devrimci olanını bile kaldırıp bir kenara atarlar; kitleleri, biçimi ne oiursa olsun, mevcut burjuva diktatörlüğünü yıkmak için harekete geçirirler.

Komünistlerin parlamentoya bakış açıları budur. Şafak revizyonistlerinin bakış açısı ise, M. Belli, D. Avcıoğlu burjuvalarının bakış açısıdır.

Bir noktayı daha belirtelim: Burjuva parlamentarizmi, burjuva demokrasisinin bir göstergesi olmakla birlikte, faşist diktatörlükle asla bagdaşmaz bir şey de değildir. Bu konuda Dimitrov yoldaşı dinleyelim:

‘Tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullar; ulusal özellikler hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik biçimlerde gelişmesine yol açmaktadır. Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin kesin olduğu birtakım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu feshet- me yoluna gitmez. Sosyal Demokrat Partiler de dahil olmak üzere, öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar. Başka ülkelerde eğer yönetici burjuvazi erken bir devrimin patlak vermesinden korkuyorsa, faşizm, sınırlandırılmamış olan siyasî tekelini kurar. Bunu, ya hemen ya da rakip parti ve gruplara karşı terör yönetimini ve kan kusturmayı arttırarak yapar. Kendi durumu özellikle açıklığa kavuşunca bu durum faşizmin, kendi temelini genişletmesini ve sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleştirmesini engellemez " (abç) (Faşizme Karşı Birleşik Cephe, s. 60). Demek oluyor ki, bazı şartlarda faşizm, "parlamentoyu feshetme yoluna gitmeyebiliyor", "Sosyalist Demokrat Partiler de dahil olmak üzere, öteki burjuva partilerinin biraz meşuriyet elde etmelerine göz yumabiliyor", "sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve uydur ma bir parlamentarizmle birleştirebiliyor".

şimdi, Türkiye’de parlamentonun fonksiyonuna geçelim:

Ülkemizin tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulları, Türkiye’de parlamentarizmin başından beri "kaba ve uydurma" olmasına yol açmıştır. Türkiye’de, yarı-sömürge, yarıfeodal yapıdan dolayı zayıf bir burjuvazi mevcuttur. Zayıf burjuvazi, iktidarını koruyabilmek için daima kitlelerin mücadelesini zorla ve şiddetle ezme yolunu seçmiştir; daha doğrusu o, varlığını ve iktidarını korumak için buna mecburdur. Öte yandan, ülkemizde iktidara zayıf burjuvaziyle birlikte feodalizm döneminin kalintısı kudurgan toprak ağaları sınıfı da ortaktır. Bu sınıf, feodalizmin kanunu olan sopayı ve cebiri, burjuva demokrasisinin yerine geçirmek için sürekli bir çaba harcamaktadır; çünkü tutarlı bir burjuva demokrasisi, feodalizmin menfaati ile çelişir. Bu iki nedenle, Türkiye’de burjuva deniokrasisi, başından beri, Kemalist iktidar dönemi de dahil, faşizan ve feodal bir karakter taşımaktadır. ‘

Öte yandan uluslararası durum, burjuvaziyi ve toprak ağaları sınıfını parlamentoyu benimsemeye zorlamaktadır, çünkü parlamentoyu da ortadan kaldıran açık terörist bir diktatörlük, hem içerdeki halk kitlelerinin önünde, hem de, dünya demokratik kamuoyu önünde, faşist çehresiyle sırıtıverecek ve kısa zamanda tecrit olacaktır. Kitlelere ve dünya demokratik kamuoyuna karşı "demokratik" görünebilmek, onları aldatabilmek için Türkiye’de hakim sınıflar, başından beri "kaba ve uydurma bir parlamentarizmle" faşist suratlarını maskelemeyi, sınıf menfaatlerine daha uygun bulmuşlardır. İşte, Türkiye’de parlamentonun fonksiyonu budur: Faşizmi maskelemek.

Türkiye’de parlamento, Kemalist iktidar döneminde de vardır ve hatta o dönemde parlamento daha da "kaba ve uydurma"dır. Gerçekte mebuslar seçimle değil, CHP yöneticileri tarafından ve hatta bizzat M. Kemal tarafından tayin edilerek tespit ediliyordu. Tabi ki her böigeden, kitlelerin en azıli düşmanları, çevrenin en zengini ve nüfuzlusu, ağa, bey, eşraf, faizci, tefeci, patron, yüksek bürokrat, vb. meclise dolduruluyor, parlamento böyle teşkil ediliyordu. Şafak revizyonistleri, bu gerçekleri masumane(!) atlayıveriyorlar; "hakimiyet aracı"(!) olarak gördükleri "gerici parlamentoyu 1950 sonrasına has bir şey olarak görüyorlar. Tekrarlayalım: Türkiye’de gerici parlamento, 1950 sonrasına has bir şey değildir, başından beri, Kemalist iktidar döneminden beri, hatta monarşik meşrutiyetten bu yana mevcuttur ve başından beri de "kaba ve uydurma"dır; faşizmin suratına örtülmüş "demokratik" bir peçedir.

1950 sonrasınm özelliği, parlamentosuz bir iktidarın yerini, parlamentonun mevcut olduğu bir iktidarın alması değildir. Daha önce komprador burjuvazi ve toprak ağalannın sadece hakim kliginin partisi varken, artık, diğer komprador burjuva ve toprak ağası kliklerinin de partisi serbest edilmiştir; hatta bu, 1950’den sonra değil; 1946’dan itibaren olmuştur. Bu arada, TSEKP gibi, TSP gibi reformcu orta burjuva, partileri de, kisa bir süre boy göstermişse de, bunlar derhal ezilmiştir. Ve "çok partili" sistemin, gerçekte, komprodar büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının çeşitli siyasi kliklerine parti kurma imkânı sağlamaktan başka bir fonksiyonu olmamıştır. Ülkemizde, ikinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren ."çok partili" sisteme geçilmesinin sebebi ise, Amerikan ve ingiliz emperyalizminin işbirlikçisi olarak boy gösteren DP kliğini, yani, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının o güne kadar muhalefette kalan ve siyasi örgütlenme imkânı bulamayan kliğini örgütlenme imkânına kavuşturmak, Almancı faşist CHP kliğinin yerine, Amerikan ve İngiliz uşağı DP kliğini iktidara getirmektir. Meselenin özü budur. Söz konusu olan, bazı aklı evvellerin sandığı gibi, ne "faşizmden demokrasiye geçiş"tir, ne de "gerici parlamento"nun "başımıza" bela edilmesi ve böylece "karşı-devrimin pekiştirilmesi"dir! Söz konusu olan şey, ikisi de değildir.

şunu da belirtelim: Türkiye’de burjuva demokrasinin, sınırlı da olsa, bazı kırıntılarının tadıldığı üç kısa dönem olmuştur. Birincisi, Kurtuluş Savaşı’nın hemen ertesinde, TKP’nin henüz serbest olduğu kısacık dönem. İkincisi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, TSEKP ve benzeri partilerin, sendikal örgütlenmenin serbest bırakıldığı kısacık dönem. Üçüncüsü de, 27 Mayıs darbesinden sonra gelen kısacak dönem. Bu üç kısa dönemde, nisbi demokratik bir ortamın mevcut olmasının sebebi şudur: Kurtuluş Savaşı’na katılan kitlelerin ve demokratik burjuva çevrelerinin etkinliği, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da bir süre daha devam etmiştir. Aynı şekilde, Almancı faşist CHP kliğine karşı, İkinci Dünya Savaşı sırasında yürütülen anti - faşist mücadelenin hızı ve etkinliği, Saraçoğlu hükümeti düşürüldükten sonra da bir ‘ süre daha devam etmiştir. Yine aynı şekilde faşist DP iktidarına karşı, 27 Mayıs öncesinde girişilen demokratik nıücadelenin hızı ve etkinliği, 27 Mayıs’tan sonra da daha bir süre devam etmiştir. Fakat her seferinde de, önderliği elinde tutan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları sınıfların siyasi klikleri, halk kitlelerinin ve reformcu milli burjuvazinin mücadelesini kaldıraç yaparak iktidarı ele geçirdikten sonra, bu mücadelenin hızını önce yavaşlatmış, sonra da her türlü demokratik hakları çiğneyerek yarı - faşist veya faşist diktatörlüklerini adım adım gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’de parlamento başından beri, işte bu iktidarların, yani komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının yarı faşist ve faşist diktatörlüklerinin maskesi olmuştur. Bugün de Türkiye, faşist diktatörlük ‘altındadır. Ama bugün de yine, "kaba ve uydurma" parlamento devam etmektedir ve bu kaba ve uydurma parlamentonun devam etmesini, bazı kesimleri hariç bizzat faşist klikleri istemektedir.

Bu bağdaşmaz şeyleri, mesela M. Belli’nin askeri darbeciliği ile Mao Zedung yoldaşın halk savaşı teorisini bağdaş tırma(!) maharetini gösteren şafak revizyonistleri, şimdi de M. Belli ve D. Avcıoğlu’nun "bütün kötülüklerin anası parlamentodur" safsatası ile, TİP’in ve Ecevit’in "parlamenter ahmaklığını" bağdaştırma(!) maharetini göstermiştir. Şafak revizyonistleri, bir yandan "gerici parlamentoyu emperyalizmin ve işbirlikçilerinin hakimiyet aracı"(!) olarak görüyorlar; öte yandan parlamentonun faşizımle asla bağdaşamayacağını, "her şeye rağmen" parlamentonun iyi bir şey olduğunu ve savunulması gerektiğini iddia ediyorlar (Bak: PDA, sayı 27, Başyazı). Böylece, faşist kliklerle birlikte Türkiye’deki "kaba ve uydurma" parlamentonun savunucusu durumuna düşüyorlar.

Özetleyelim: Her şeyden önce, parlamento, "emperyalizm ve işbirlikçilerinin hakimiyet aracı" değildir, "hakimiyet aracı" ‘ gerici devlet mekanizmasıdır, hakim sınıflar parlamentodan vazgeçerek de hakimiyetlerini sürdürebilirler. İkincisi, Türkiye’de parlamento 1950’den sonra ortaya çıkmış değildir. Cumhuriyet döneminin başından beri ve hatta meşrutiyet döneminde de parlamento mevcuttur; fakat parlamento başından beri, Türkiye’de "kaba ve uydurma" bir şeydir, faşist ve yarı - faşist diktatörlüklerin "demokratik" maskesidir.

Üçüncüsü, 1950 sonrasının özelliği, parlamentosuz bir diktatörlükten parlamenter bir diktatörlüge geçilmesi değil, komprador büyük burjuva ve toprak ağası sınıflalarının bütün kliklerinin siyasi örgütlenme imkânına kavuşmuş olmasidır.

Şafak revizyonistleri, parlamentonun Marksist - Leninist bir değerlendirmesini yaptıkları gibi, Türkiye’de parlamentonun fonksiyonunu da asla kavrayamamışlardır. Bu dar kafalı burjuvalar, hangi meseleye el atsalar içinden çıkılmaz hale getiriyorlar (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, 20. Maddenin eleştirisi).

1l. şafak revizyonistleri, "siyasi ve iktisadi buhran, Amerikan uşağı DP iktidarın 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla sonuçlandı" diyorlar. Üzerinde durulmaya bile değmeyecek ölçüde saçma bir iddiadır bu. Burjuvazinin ve toprak ağaların hakimiyeti devam edecek, feodal ağlarla örülmüş bir kapitalizm devam edecek, fakat siyasi ve iktisadi buhran so- ‘ nuçlanacak(!). Buhran, bugünkü iktisadi düzenin ve ona bağlı olarak sosyal ve siyasi düzenin bizzat yapısında mevcut olan çelişmelerden doğmaktadır. Bu yapı, muzaffer bir halk devrimiyle yıkılmadıkça, bu çelişmeler sona ermeyecektir; bu çelişmeler sona ermediği sürece de, ne iktisadi ve ne de siyasi buhran sonuçlanır. Şafak revizyonistleri, düzenin temellerine dokunulmadan, onun bütün hastalıklarından kurtulabileceğini zannediyorlar. Böyle bir reçeteyi, "Marksizm Leninizmi" "çürütmek" için, bütün gerici sınıflar ve onların "ilim adamları" da anlıyorlar ama, henüz bulamadılar (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, 20. Maddenin eleştirisi).

12. Şafak revizyonistleri, 27 Mayıs hareketine orta burjuvazinin önderlik; ettiğini ve darbeden sonra iktidarı orta burjuvazinin ele geçirdigini, fakat daha sonra, iktidarı işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktığını iddia ediyorlar. Bu doğru değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, darbeye önderlik eden, darbeden sonra iktidarı eline geçiren İnönü’cü CHP kliğinin temsil ettiği komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalarıdır. Orta burjuvazi ve gençlik, darbenin gerçekleşmesinde önemli bir rol oynamışlardır ama, önder olarak değil, CHP kliğinin arkasına takılarak. Eğer Şafak revizyonistleri, İnönücü CHP kliğini orta burjuvazinin temsilcisi olarak görüyorlarsa; bir kere daha yanılıyorlar.

1965’te AP’nin tek başına iktidara gelmesiyle, orta burjuvazinin iktidardan indiği kastediliyorsa, MBK iktidarının ve koalisyon hükümetlerinin orta burjuvaziyi temsil ettiği kabul ediliyor demektir. Eğer koalisyon hükümetleriyle birlikte orta burjuvazinin iktidarının sona erdiği kastediliyorsa, bu sefer de sadece MBK iktidarının orta burjuvaziyi temsil ettiği iddia ediliyor demektir. Gerçekte ise, hem MBK iktidarı dönemi, hem de koalisyon hükümetleri dönemi büyük komprador burjuvazinin ve toprak ağaların iktidarda olduğu dönemlerdir. Değişen şudur ki, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının bir kliği batarken, diğer kliği çıkmıştır. Mesele budur. işçi - köylü kitleleri, kendi tecrübeleriyle 27 Mayıs hareketine Şafak revizyonistlerinden daha doğru bir teşhis koymuşlardır (Bak: TİKP Program Taslağı Eleştirisi, 21. Maddenin eleştirisi).

13. Kemalizm, hangi sınıfın ideolojisidir? Şafak revizyonizmine göre, Kemalizm; orta burjuvazinin devrimci kanadının ideolosidir. "12 Mart’tan Sonra Dünyada ve Türkiye’de Siyas Durum" broşüründe, faşizmin; "orta burjuvazinin Kemalist kesimlerinin (abç) gözünü boyamak..." istedigi söyleniyor (Bak: agy, s. 45). "Orta burjuvazinin Kemalist kesimleri"nden kasıt, besbelli ki, orta burjuvazinin devrimci kesimleridir; yani sol kanadıdır. geçirdiğini, fakat daha sonra, "ilim adamları" da arıyorlar ama, henüz bulamadılar (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, 20. Maddenin eleştirisi).

12. şafak revizyonistleri, 27 Mayıs hareketine orta burjuvazinin önderlik; ettiğini??? ve darbeden sonra iktidarı orta burjuvazinin ele "iktidarı işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktığını " iddia ediyorlar. Bu doğru değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, darbeye önderlik eden, darbeden sonra iktidarı eline geçiren İnönü’cü CHP kliğinin temsil ettiği komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalarıdır. Orta burjuvazi ve gençlik, darbenin gerçekleşmesinde önemli bir rol oynamışlardır ama, önder olarak değil, CHP kliğinin arkasına takılarak. Eğer Şafak revizyonistleri, İnönücü CHP kliğini orta burjuvazinin temsilcisi olarak görüyorlarsa; bir kere daha yanılıyorlar. ‘

1965’te AP’nin tek başına iktidara gelmesiyle, orta burjuvazinin iktidardan indiği kastediliyorsa, MBK iktidarın ve koalisyon hükümetlerinin orta burjuvaziyi temsil ettiği kabul ediliyor demektir. Eğer koalisyon hükümetleriyle birlikte orta buıjuvazinin iktidarının sona erdiği kastediliyorsa, bu sefer de sadece MBK iktidarının orta burjuvaziyi temsil ettiği iddia ediliyor demektir. Gerçekte ise, hem MBK iktidarı dönemi, hem de koalisyon hükümetleri dönemi büyük komprador buıjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarda olduğu dönemlerdir. Değişen şudur ki, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının bir kliği batarken, diğer kliği çıkmıştır. Mesele budur. İşçi - köylü kitleleri, kendi tec- rübeleriyle 27 Mayıs hareketine Şafak revizyonistlerinden daha doğru bir teşhis koymuşlardır (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, 21. Maddenin eleştirisi).

l3. Kemalizm, hangi sınıfın ideolojisidir? Şafak revizyonizmine göre, Kemalizm; orta burjuvazinin devrimci kanadının ideolojisidir. "l2 Mart’tan Sonra Dünyada ve Türkiye’de Siyasi Durum" broşüründe, faşizmin; "orta burjuvazinin Kemalist kesimlerinin (abç) gözünü boyamak..." istediği söyleniyor (Bak: agy, s. 45). "Orta burjuvazinin?? Kemalist kesimleri"nderi kasıt, besbelli ki, orta burjuvazinin devrimci kesimleridir; yani sol kanadıdır. sınıfı kanla ve zorbalıkla bastırılması demektir. Kemalizm, işçiler için süngü ve ateş, cop ve dipçik, mahkeme ve zindan, grev ve sendika yasağı demektir; köylüler için ağa zulmü, jandarma dayağı, yine mahkeme ve zindan ve yine her türlü örgütlenme yasağı demektir. Şnurov, yoldaşın verdiği örnekleri, Adana - Nusaybin demiryolunda işçilerin nasıl kurşuna dizildiğini bütün arkadaşlar bir kere daha hatırlasınlar.

Kemalizm demek, her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir. Kemalizmi övmeyen her türlü yayın faaliyeti yasaktır. İlerde, Kemalist iktidar aleyhine herhangi bir yazının çıkabileceği ihtimali dahi, yayın organlarının kapatılması için yeterli sebebtir. Sonu gelmez "örfi idareler" memleketi kasıp kavurmaktadır ve her bir "örfi idare" yıllarca sürmektedir; meclis, CHP’nin tepesindeki bir avuç yöneticinin ve onun değişmez başkanı M. Kemal’in elinde oyuncaktır; Anayasa da ve bütün yasalar da öyledir,ülkeyi gerçekte ordu yönetmektedir.

Kemalizm demek, her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir.

Kemalizm.’in "istiklâl-i tam" ilkesi demek, yarı - sömürgelik şartlarına seve seve razı olma ilkesi demektir. Kemalist Türkiye, yarı - sömürge Türkiye’dir. Kemalist iktidar, İngiliz - Fransız emperyalizmine ve daha sonra Alman emperyalizmine uşaklık eden, onlarla işbirliği eden bir iktidar demek’tir. Şnurov’un belirttiği gibi, Kemalistlerin emperyalistlerle olan sınıf kardeşligi, milli düşmanlıklarından korumak için, Adana - Nusaybin demiryolu grevinde olduğu gibi, işçileri kurşuna dizmişrir.

Şimdi Kemalizm dalkavukluğu yapan revizyonistler, bize hışımla soracaklar: Peki öyleyse, ağır basmıştır, Kemalist iktidar, birçok defalar İngiliz, Fransız ve Alman şirketlerini menfaatlerini Kemalistleri SSCB ve Lenin niçin destekledi! Bunun cevabı gayet basittir: SSCB ve Stalin, Japonya’ya karşı Guomindang’ı niçin desteklediyse, bunu da onun için destekledi. ÇKP ve Mao Zedung yoldaş, Asya’nın, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın geri ülkelerindeki komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarını, mesela Yahya Han’nın faşizmini, ABD emperyalistlerine ve Sovyet sosyal emperyalistlerine karşı niçin destekliyorsa, o dönemde SSCB ve Lenin yoldaş da, Kemalistleri onun için destekledi, yani o dönemde daha gerici ve daha büyük düşman olan İngiliz - Fransız emperyalistlerini tecrit etmek için destekledi; yani SSCB ve Lenin yoldaş, gericiler arasındaki çelişmelerden devrimin menfaatine ustalıkla yararlandılar. Mesele budur.

Kemalizme dalkavukluk eden revizyonistler; hışımla bağıracaklar: "Siz, Kemalizmin milli kurtuluşçu yönünü reddediyorsunuz". Hayır! Biz sadece Kemalizmin "milli kurtuluşçuluğunun" niteliğini doğru tespit ediyoruz. Kemalizmin milli kurtuluşçuluk olarak gördüğü şey, sömürge yapinın kalkması, fakat yarı - sömürge yapının olduğu gibi muhafaza edilmesidir; emperyalizmin doğrudan hakimiyetinin kalkması fakat dolaylı hakimiyetinin olduğu gibi devam etmesidir; emperyalizmle iktisadi ve siyasi işbirliğidir; emperyalizme siyasi bakımdan yarı - bağımlılıktır. Kemalistler, sömürgeciliğe niçin karşıdırlar? Bu sorunun cevabını Şnurov yoldaştan daha önce aktardık. Bir kere daha okuyalim:

... Devrimin başına Türk ticaret burjuvazisi geçti. Türkiye tarım memleketi olduğu için, tüccarların başlıca alışverişi tarım ürünleri üzerine idi. Böylece ticaret burjuvazisi, ağalar ve büyük toprak sahipleriyle sıkı bağlar kurdu. Her Türk köyünde ağa ve büyük toprak sahibi, aynı zamanda tefeci’ve köylü ürünlerinin belli başlı alıcısı ve satıcısıydı. Bu ağaların bazen un değirmeni, yağ veya kuru meyva işleyen küçük imalathaneleri ve diğer ufak tefek teşebbüsleri oluyordu. Ağalar aynı zamanda tarım ürünlerini toptan satın alan büyük ticaret firmalarının acenteleri durumundaydılar.

"Bu koşullar altında, Türkiye, Avrupa kapitalistlerine yenilmiş olsaydı, yabancılar en kısa zaman içinde bütün ticareti ve sanayii ele geçireceklerdi. Türk burjuvazisi bir ölüm - kalım sorunuyla karşı karşıyaydı. Kapitalistlerin işgali altındaki liman şehirleri olmazsa, devlet kendilerini desteklemezse, yabancılara verilen imtiyazlar devam edip Türkiye her bakımdan yabancı kapitale bağlı kalırsa , yurdun öz ticaret ve sanayı ergeç ölecekti, tüccarı, sanayiciyi, tarım ürünlerini yabancı ülkelere satan ağa ve büyük toprak sahiplerini devrimci kılan işte bu tehlike idi. Köylü, işçi ve küçük esnafın kapitalistler ve toprak ağalarına karşı duyduğu hoşnutsuzluk ustalıkla yabancı kapitalistlerle mücadeleye dönüştürüldü.

Kemalistleri, sömürgeliğe karşı çıkaran sebepler işte, Şnurov yoldaşın işaret ettiği sebeplerdir. Japon emperyalizminin işgaline karşı çıkan Çan Kay-şek ve onun temsil ettiği sınıflar ne kadar milli kurtuluşçu ve devrimcisiyse, M. Kemal ve onun temsil ettiği sınıflar da, o kadar milli kurtuluşçu ve devrimcidir.

Kemalizm demek, aynı zamanda, toprak ağaları sınıfıy- la kol kola, omuz omuza köylü kitlelerini ezmek, menfaat birliği etmek, sınıf kardeşliği etmek demektir.

Bütün bu gerçekler, Kemalizmin sınıf karakterini, hangi sınıfın ideolojisi olduğunu açıkça gösteriyor: Kemalizm, komprador Türk büyük burjuvazisinin ve orta burjuvazinin sağ kanadının ideolojisidir.

Kemalizm faşizmle bağdaşmaması bir yana, Kemalizm, bizzat faşizm demektir. Kemalist diktatörlük, askeri faşist bir diktatörlüktür. 1930’ları yaşayan birinden dinleyen eski bir devrimci arkadaşın ifade ettiğine göre, o günlerde TKP’nin şiari şudur: "Kahrolsun Kemalistlerin faşist diktatörlüğü". Ama bu şiar, her nedense sonraları terkedilmiştir.

"M. Kemal, halkımızın ilerici tarihinin bir parçasıdır" diyorlar. Halkımızın tarihi, zaten tümden ilericidir. Bütün dünya halklarının tarihi ilericidir. Ama M. Kemal, halkımızın tarihinin bir parçası değil, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının ve onlarla birleşen orta burjuvazinin sağ kanadının, yani gerici sınıfların tarihinin bir parçasıdır. Meselâ, bir Fatih Sultan Mehmet ne kadar halkımızın tarihi- nin bir parçasıysa(!), M. Kemal de o ölçüde halkımızın tarihinin bir parçasıdır(!).

şafak revizyonistleri, M. Kemal’i, Sun Yat-sen’e benzetiyorlar. M. Kemal, Sun Yat-sen’e değil, Çan Kay-şek’e benzer hatta Türkiye’nin Çan Kay-şek’idir. Sun Yat -sen, ülkesinde komünistlerle ittifaktan yanadır; birçok komünist, bu arada Mao Zedung yoldaş, Sun Yat-sen’in partisinin merkez komitesindedir. Sun Yat-sen, Sovyetler Birliği ile samimi ve yakın bir dostluk kurmuştur. Sun Yat-sen, işçi - köylü yığınlarının hayat seviyelerinin yükseltilmesinden ve onlara burjuva demokrasisinin verebileceği azami hak ve özgürlüklerin verilmesinden yanadır; hayatta olduğu sürece de, bunun için mücadele etmiştir. Sun Yat-sen, toprak ağaları sınıfının amansız düşmanıdır; onlara karşı köylü kitlelerinin menfaa- tinden yanadır. Sun Yat-sen kapitalistlerin ve toprak ağaları- nın değil, köylü kitlelerinin sözcüsüdür. Lenin yoldaşın daha 1912 yılında Sun Yat-sen için söylediklerine kulak verelim:

... cumhuriyete kavuşan militan ve başarılı Çin demokrasisinin bu aydın sözcüsü... ilerici bir Çin demokratı olduğu halde tıpkı bir Rus gibi düşünmekte. Bir Rus Narodniğine benzerliği öylesine ki (abç), temel fikirlerde ve birçok ifade biçimlerinde tam bir özdeşliğe kadar varıyor" (Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 62).

Narodnikler, bilindiği gibi, Rusya’da köylü kitlelerinin menfaatini temsil eden bir küçük - burjuva demokratik hareketinin mensuplarıydılar. Bunların amacı istibdata son verilmesi, büyük toprakların köylülere dağıtılmasıydı. Narodniklerin yanlışı, tutarli demokratik devrim programını sosyalizm sanmalarıydı. .

"Rus burjuva demokrasisi, uzak ve yalnız öncüsü soylu Herzen’le başlayarak, ta yığın temsilcilerine, 1905’in Köylü Birliği üyelerine, 1906 - 1912’nin ilk üç Dumasındaki Trudovik milletlerine kadar, Narodnik bir renk taşımıştır. Şimdi bakıyoruz [Sun Yatsen’in temsil ettiği] Çin’deki burjuva demokrasisi ile aynı Narodnik rengi taşyor" (age, s. 63).

Aynı kitabın dipnotunda şunları okuyoruz:

"Köylü Birliği , 1905’te [Rusya da l kurulan devrimci bir köylü örgütüdür... Tarım programı, toprakta özel mülkiyetin kaldırılmasını, hükümet, kilise ve krallık topraklarının tazminat ödenmeksizin köylülere devredilmesini öngörüyordu" (abç).

‘Trudovikler, Birinci Duma da bir köylü milletvekilleri grubu, Nisan 1906’da küçük-burjuva demokratlar tarafından kurulmuştur. "Trudovikler, Narodnik eşit toprak tasarrufu programını benimsiyor, toprak sahiplerinin topraklarıyla hüküınet kilise ve çarlık topraklarının köylülere devrini, toprak eşitsizliğinin ve milli eşitsizliklerin kaldırılmasını, genel oy hakkının tanınmasını istiyorlardi’ (abç).

Lenin yoldaş, Sun Yat- sen’i işte bu köylü temsilcisi devrimci demokratlara benzetmektedir. Bu benzerlik o kadar ki, Sun Yat-sen de Narodnikler gibi, tutarlı ve militan demokratik devrim programına "sosyalizm" adını vermektedir.

Lenin yoldaşı okumaya devam edelim:

"Sun Yat-sen’in programının her bir satırında militan ve içten bir demokrasi ruhu seziliyor. Program bir ‘ırk’ devriminin yetersizliği nin iyice anlaşıldığını göstermektedir. Siyasi sorunları önemsemenin, hatta siyasi özgürlüğün değerini küçümsememenin dahi, ya da Çin ‘sosyal reformu’nun, Çin Anayasa reformlarının, vs. Çin istibdatıyla bağdaşa bilirliği fikrinin tek bir izi yok bu’ programda. Tam demokrasi ve cumhuriyet dileginden yana bir program bu... Çalışan ve sömürülen halka yükselmekte??? olan bir sınıfın, gelecekten korkmayan, geleceğe inanan ve kendini feda etmeyi göze alaraktan, gelecek için çarpışan bir sınıfın; imtiyazlarını korumak için geçmişin ayakta kalmasına ya da yeniden başa geçmesine bel bağlayan bir sınıfın??? değil, geçmişten nefret eden ,geçmişin duyulan içten yakınlığı, halkın gücüne ve davasının haklılığına duyulan inancı dile getiriyor" (abç) (age, s. 63).

Lenin yoldaş devam ediyor:

"Çin’de Cumhuriyetin Asyai geçici cumhurbaşkanı [Sun Yat-senl, çökmekte olan değil ölü ve boğucu çürüyüklerini nasıl temizleyip atacağını bilen bir sınıfın soyluluğu ve kahramanlığına sahip bir devrimci demokrattır" (age, s. 64). .

Lenin yoldaş, Sun Yat-sen’in hangi sosyal sınıfa dayandığını da açıkça işaret ediyor:

"Tarihi olarak hala ilerici bir davanın savunuculuğunu üzerine alabilecek güçte olan bu Asya burjuvazisinin başlıca temsilcisi, ya da başlıca sosyal dayanağı Köylü’dür" (abç), (age, s. 65).

Lenin yoldaş, Asya’da burjuvazinin bir başka kesimine daha işaret ediyor:

"Ve onun yanısıra [yani köylülerin yanısıra l, Yuan Şihkay’ gibi önderleri pekâlâ ihanet edebilecek tinette bir liberal burjuvazi (abç) vardır" (aynı yerde).

Lenin yoldaşın liberal burjuvazi ile neyi kastettiğini biraz sonra belirteceğiz. Şimdi onun, Sun Yat-sen hakkında söylediklerini okumaya devam’edelim:

"Emekçi yığınları harekete geçiren, onlara mucizeler yarattıran ve Sun Yat-sen’in siyasi programının her bir satırından dışarı vuran o büyük, içtenlikle demokratik heyecan olmaksızın, Çin halkının yüzyıllar süren esaretinden kurtulmasına imkan yoktur" (abç) (aynı yerde).

Lenin yoldaş aynı yazıda Çin’deki üç sosyal gücü birbirinden ayırıyor ve bunların nasıl bir siyaset izlediklerini ve izleyebileceklerini de belirtiyor: ‘

"Imparator, muhakkak, yeniden başa geçmek için feodal beyleri, . bürokrasiyi ve din adamlarını birleştirmeye çalışacaktır. Liberal kralcılıktan liberal cumhuriyetçiliğe daha henüz geçen ( o da ne zamana kadar?) bir burjuvazinin temsilcisi Yuan Şih-kay, krallıkla devrim arasında kaypak bir siyaset izleyecektir. Sun Yat-sen’ in temsil ettiği devrimci burjuva demokrasisi, siyasi ve tarımsal reformlar konusunda köylü yığınlarının. insiyatifini, kararlılığını ve gözüpekliğini azami ölçüde geliştirme yoluyla Çini yenileştirmeye çalışmakla doğru hareket etmektedir" (age, s. 68 -69).

Nihayet Lenin yoldaş Çin’de, ilerde kurulacak bir proletarya partisinin, Sun Yat-sen hareketine karşı nasıl bir tutum takınacağını da büyük bir uzak görüşlülükle tespit ediyor:

"Bir ihtimal, proletarya bir çeşit Çin Sosyal - Demokrat İşçi Partisi [yani Çin Komünist Partisi I kuracak ve bu parti, Sun Yat-sen’in küçük - burjuva ütopyalarıyla gerici görüşlerini [yani demokratik devrim programına ‘sosyalizm’ demesini l eleştirmekle birlikte, köylü hareketidir. ÇKP, elbette bu mirasa sarılacaktır. M. Kemal hareketiyle bunun arasında bir muhakkak ki onun siyasi ve tarımsal programının devrimci demokratik özünü. ortaya çıkarmaya, savunmaya , geliştirmeye dikkat edecektir (age, s. 69).

Sun Yat-sen hareketi, görüldüğü gibi geniş köylü kitlelerine dayanan, onları harekete geçiren, gerçekten devrimci ve militan bir benzerlik var mıdır? Yoktur ama, M. Kemal ile liberal burjuvazinin hareketi olan Yuan Şih-kay hareketi arasında, tam bir benzerlik vardır.

Liberal burjuvazi kavramıyla Lenin yoldaşın kastettiği nedir?

"Burjuvazinin siyasi yönden en az gelişmiş kanadı adına hareket eden eğilimi liberal, burjuvazinin daha fazla gelişmiş kesimi ile küçük - burjuvazi adına hareket eden eğilim de liberal demokratik eğilim "dir (abç) (Bir Adım İleri, İki Adım Geri, s. 156).

"Bizde, [Rusya dal liberal demokratik eğilimin en demokratik kesimi olan Sosyalist - Devrimciler..." (age, s. l 56).

Rusya’da Sosyalist - Devrimciler, bilindiği gibi, Narodniklerin devamıdır. Lenin, Sun Yat-sen hareketini Narodniklerle aynı gördüğüne göre, demek ki, Sun Yat-sen hareketini de, "liberal demokratik eğlimin en demokratik kesimi" olarak değerlendirmektedir.

Bugün yarı - sömürge ve yarı - feodal ülkelerde Lenin yoldaşın liberal - demokratik dediği eğilimin temsil ettiği sınıflara, proletarya önderliğindeki halkın birleşik cephesine katılan milli burjuvazinin devrimci kanadı, şehir küçük burjuvazisi ve köylülerdir, yani orta köylülerdir. Lenin yoldaşın liberal dediği eğilimin temsil ettiği sınıflar ise, milli burjuvazinin karşı - devrim safında yer alan gerici kanadı ve komprador büyük burjuvazidir (Rusya’da bu eğilimi Kadet ler temsil etmekteydi).

Sun Yat-sen hareketi, liberal - demokratik eğilimin en demokratik kesimi olduğu halde, yani orta köylüleri temsil ettiği halde, Kemalist hareket, liberal eğilimi, yani orta buıjuvazinin sağ kanadını ve komprador Türk büyük burjuvazisini temsil ediyordu. Bu iki hareket arasında, böylesine kıyas kabul etmez, önemli bir fark vardır. Şafak revizyonistleri, işte bu son derece önemli farka gözlerini kapıyorlar.

14. şafak revizyonistleri, "M. Kemal’in ‘istiklâl-i tam’ ilkesinin mirasçısıyız, bu mirası faşistlere terkedemeyiz; ona sıkı sıkıya sarılmalıyız" diyorlar. Bu "miras" denilen şeye komünistlerin neden sarılamayacağı, zannederiz ki yeterince açıklığa kavuşmuştur. Bu "miras"ı bugün, M. Kemal’in yakın silah arkadaşı İ. İnönü devam ettiriyor, Nihat Erim devam ettiriyor, bunların izinde yürüyenler devam ettiriyor. Bu kişilerin ve bunların mensup olduğu örgütlerin bugün hangi sınıfları ve hangi eğilimi temsil ettiğini biliyorsunuz. Hatta Bülent Ecevit, Şafak revizyonistlerinin dört elle sarıldığı "miras"ı birazcık eleştirdiği için, Kemal Satır güruhunun saldırısına uğradı. Şafak revizyonistleri, bu, "miras" diye her olur olmaz şeye hırsla sarılan aç gözlü bezirgânlar, M. Kemal hareketini değerlendirirken, Ecevit’in daha sağına düşmekte, Kemal Satır güruhuna yaklaşmaktadırlar.

Komünistler, tarihin devrimci mücadelede silah haline getirilmesini çok iyi bilirler. Ama, "miras" diye gerici şeylere sarılmak, halk kitlelerinin aldatılmasında, gericilerle ağız birliği etmek, onlara suç ortaklığı etmek olur. "Miras" diye gerici şeylere sarılmak, bizi kitlelerle kaynaştırmaz, tersine, onlardan koparır. Kemalizme miras diye sarılmak, bizi Kemalist iktidarın hunharca ezdiği işçi - köylü yığınlarından, emekçilerden koparır. Evet, bugün hakim sınıflar tarafından kafası Kemalizm konusunda yanliş fikirlerle doldurulmuş, Kemalizme sempati duyan işçi ve köylü yığınları da vardır. Ama eğer bu yanlış fikirlerle mücadele etmezsek, eger bu yanliş fikirleri işçilerin ve köylülerin kafasından söküp atmazsak, emekçi yığınlarının çeşitli kesimleri arasında, çeşitli milliyetlere mensup emekçiler arasında tam bir birlik, dayanışma ve güven sağlayamayız. Ayrıca, bugün açısından gerici sınıflara karşı doğru ve başarılı bir mücadele yürütemeyiz.

Kemalizmin ilkelerini (bu ilkelerin neler olduğunu gördük) savunan ve uygulayan askeri faşist diktatörlükler karşısında kitleleri silahsız bırakmış oluruz. Kemalist diktatörlük Yahya Han diktatörlüğünden farksızdır; biz, kitlelere böyle bir rejimi sempatik gösteremeyiz. Şafak revizyonistlerinin yaptığı şey budur.

Komünistler, tarihin devrimci mücadelede bir silah haline getirilmesini bilirler. Kurtuluş Savaşı’nda canıyla, kanıyla destanlar yaratan halk kahramanları vardır, meselâ bir Karayılan vardır, biz bunların mücadelelerinin mirasçısıyız. Biz, yığınların tükenmez enerjilerinin, mucizeler yaratan dehalarının, sonsuz devrimci güçlerinin mirasçısıyız. Her fırsatta yığınların mücadelesini kanla ve zorbalıkla bastırmaya çalışanların, onlara düşmanlık gösterenlerin değil!

Bazı silahlar vardır ki, onu elinde tutanlar yenilmez bir güce sahip olurlar. Meselâ, Marksizm - Leninizm - Mao Zedung Düşüncesi böyle bir silahtır. Kitlelerin devrimci tecrübeleri böyle bir silahtır.

Bazı silahlar da vardır ki, onu elinde tutanlar, kendilerini yaralarlar: Yani silah geri teper ve kendisini elinde tutanları vurur. İşte Kemalizm böyle bir silahtır! Şafak revizyo- nistleri böyle bir silahı elimize almak istemediğimiz için, bizi diledikleri gibi suçlayabilirler. Ama, biz de, onların sağa sola reklam ettikleri bu silahın gerçek mahiyetini yığınlara ve devrimci kadrolara anlatmaktan geri durmayacağız.

15. Şafak revizyönistleri, "Lenin - Stalin ve Mao Zedung’un, M. Kemal tahlilleri bize ışık tutmalıdır" diyorlar. Evet, biz de aynı kanaatteyiz. Böyle bir ışığa çok ihtiyaçları var çünkü. Baksanıza, karanlıkta el yordamıyla yürümeye çalışan körlere benziyorlar. Ama, bunlarınki körlüğün başka bir çeşidi: Siyasi körlük.

 

Not: Ocak 1972’de yazıldı. Ağustos 1972’de revizyonizmle örgütsel ayrılıktan sonra aslına bağlı kalınarak yeniden kaleme alındı.