SAFAK
REVİZYONİZMİNİN KEMALİST HAREKET, KEMALİST İKTİDAR DÖNEMİ, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
YILLARI, SAVAŞ SONRASI ve 27 MAYIS HAKKINDAKİ TEZLERİ "Bunlar,
bugün halkımızın yürüttüğü bağımsızlık mücadelesini, M. Kemal’in tam bağımsızlık
ilkesinin mirasçısı olmasını da revizyonizmle damgalıyorlar. Bu, hiç şüphesiz
mirasyedi bir hovardanın tutumudur. Devrimci mücadeleye yan çizenler, geçmişteki mücadeleleri
de hor görürler ve tarihin, bu büyük mücadelede bir silâh haline getirilmesinin
önemini kavrayamazlar. Onların bu tutumu, sınıf karakteri her şeyi hor gören
küc,ük-burjuva ideolojisinden ileri gelmektedir. Hepimizin
bildiği gibi Milli Kurtuluş Savaşını, milli burjuvazinin önderliğinde yürütüldü
ve milli ihtilalin önderi de M. Kemal’di. M.
Kemal’in istiklâl bağımsızlık) ilkesi ve Kurtuluş -i tam (tam Savaşımız o kadar
elle tutulur bir mirastır ki, uğruna on binlerce işçi köylü kanlarım döktüler,
canlarını verdiler. Hiç bir fedakârlıktan çekinmediler. Fakat işçi ve köylüler
teşkilâtsız olduğu için, milli ihtilâlin önderliğini milli burjuvazi ele geçirdi
ve burjuva-demokratik devrimi sonuna kadar ilerletemeyerek, işçi ve köylüleri baskı
altına alan bir diktatörlük kurdu. Yeni Kemalist burjuvazinin halk üzerindeki
diktatörlüğü milli burjuvazinin karakteri icabı, emperyalizmle ve feodaliteyle
uzlaştı. Hatta daha sonra yurdumuzu emperyalizmin pençesine teslim eden işbirlikçi
büyük burjuvazi, bu yeni burjuvazi içinden bir kesimin palazlanmasıyla ortaya çıktı.
M. Kemal’den tutarlı bir proleter tutum beklemek, bunu bulamayınca, damgayı
yapıştırmak, hatta onun emperyalist işbirlikçisi olduğunu iddia etmek, burjuva
idealistlerine çok yakışıyor. Fakat onlara yakışan bu tutumun, proletarya hareketine
hiç yakışmayacağı açıktır. "Lenin,
Stalin, Mao Zedung’un M. Kemal tahlilleri bize ışık tutmalıdır. Bu mesele niçin
önemlidir? Çünkü bu konudaki tutumumuz, halkın ilerici geçmişini faşizme ve
gericiliğe hediye edip etmememizi tayin edecektir. Amerikan uşağı faşist generaller
çetesinin Milli Kurtuluş Savaşı, Yunus Emre, M. Kemal gibi halkımızın ilerici
tarihinin parçalarını kendi faşist demagojilerine nasıl alet ettiklerini ve bu yolla
bir kitle temeli yaratmaya çalıştıklarını görüyoruz. Ne yapacağız? Bütün
bunları onlara mı terk edeceğiz? Halkın devrimci mirası, sınıf mücadelesinde bir
silahtır. Çok kibar beyler, bu silahlardan bazılarını çamurlu olduğu için beğenmeyebilirler.
Ve aman elimizi kirletmeyelim diyerek onları düşmana terk edebilirler. Ama, ölüm kalım
savaşı veren bir proletarya savàşçısı, silahın çamurlu olmasına bakmaz. Silahın
kabzasını sıkı sıkıya kavrar" (Tasfiyeciler Yazısı). "Faşist
hükümet... halkımızın devrimci geçmişini alçakça kendine mal etmeye çalışan
bir kampanya açmıştır. M. Kemal, faşist sahtekarlığın bir aleti haline getirilmeye
çalışılmaktadır. Bağımsızlığın en azgın düşmanı olan Amerikan köpeği
faşistler, M. Kemal’in ilkelerini tahrif ederek kendi faşist safsatalarının bir parçası
olarak gösterebileceklerini sanıyorlar (abç) (12 Marttan Sonra Dünyada ve Türkiye’de
Siyasi Durum, S. 45). "Orta
burjuvazinin Kemalist kesimlerinin gözünü boyamak için" (agy, S. 45). "Proleter
devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağının ilk kurtuluş mücadelesini veren
Türkiye halkları, Asya’nın bütün ezilen halklarına cesaret ve umut verdi"
(Program Taslağı). "Kurtuluş
Savaşı’nın burjuva önderliği... isçi ve köylüleri baskı altına alan bir diktatörlük
kurdu" (agy). ‘‘Osmanlı
Sultanlığının ve komprador burjuvazinin Milli Kurtuluş Savaşı ile yıkılmasından
sonra, iktidarı ele geçiren yeni Türk burjuvazisi, büyümek ve zenginleşmek için
devlet eliyle milli burjuvazi yarışmaya girişti. Yeni Türk burjuvazisi, bu yafta altında
işçi ve köylüleri insafsızca sömürdü, feodal ağalarla ve emperyalizmle
uzlaştı" (agy). "Halkımız
üzerindeki burjuva diktatörlüğü, yurdumuzu giderek emperyalist boyunduruğuna teslim
etti. Feodal ağalarla ittifak kuran büyük burjuvazi, Kürt halkına karşı da milli
baskı ve eritme politikası uyguladı" (agy). "Milli
burjuva yaratma politikasıyla semiren yeni Türk burjuvazisinin içinden çıkan
işbirlikçi büyük burjuvazi, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren
hızla gelişti ve emperyalizmle işbirliğini adım adım yoğunlaştırdı" (agy). "Savaş
sırasında vurgunculukla palazlanan büyük burjuvazi, uluslararası sermayenin
kanatları altına iyice girdi ve savaş yıllarındaki yüksek tarım fiyatları
politikasıyla gelişmiş olan toprak ağalarıyla ittifakını iyice (abç)
güçlendirdi. Bu gerici ittifak, kendini CHP’nin devlet kapitalizminin bürokratik
kösteklerinden kurtarmak için DP’ye ağırlık vererek iktidarını bu partiyle devam
ettirdi" (agy). "1950’den
sonra emperyalist sermayenin Türkiye’de doludizgin at oynatması..." (agy) "1950’den
sonra gerici parlamentoyu hakimiyet aracı olarak kullanan emperyalizm ve işbirlikçileri..."
(agy). "Halk
üzerindeki sömürü ve baskıyı her gecen gün şiddetlendiren siyasi ve iktisadi
buhran, Amerikan uşağı DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla sonuçlandı. "27
Mayıs hareketine karakterini veren orta burjuvazi, emperyalizme başından teslim
olmuştu. İktidarı, işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına
bıraktı" (agy). şafak
revizyonistlerinin tezlerini özetleyelim: 1)
"Milli Kurtuluş Savaşımız, milli burjuvazinin önderliğinde yürütüldü". 2)
Kurtuluş Savaşımız "proleter devrimleri ve milli kurtuluş
savaşlar? çağının ilk kurtuluş mücadelesidir" (abç). 3)
Kurtuluş Savaşımız, "Asya’nın bütün ezilen halklarına cesaret ve umut
vermiştir". 4)
Milli Kurtuluş Savaşıyla, "Osmanlı Sultanlığı ve komprador burjuvazi
yıkılmıştır". 5)
Kemalist iktidar, siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva
diktatörlüğüdür. "M. Kemal’in emperyalist işbirlikçisi olduğunu
iddia edenler, burjuva idealistleridir.". 6)
"İktidarı ele geçiren yeni Türk burjuvazisi, büyümek ve zenginleşmek için
devlet eliyle milli burjuva yaratmaya girişti" (abç). 7)
"Kemalist burjuvazinin halk üzerindeki diktatörlüğü, milli burjuvazinin
karakteri icabı, emperyalizmle ve feodalizmle uzlaştı" (abç). 8)
Milli burjuva yaratma politikasıyla semiren yeni Türk burjuvazisinin içinden, işbirlikçi
büyük burjuvazi çıktı. "İşbirlikçi
büyük burjuvazi, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren hızla
gelişti ve emperyalizmle iş,birliğini adım adım yoğunlaştırdı" (abç).
"Savaş sırasında vurgunculukla palazlandı ve uluslararası sermayenin kanatları
altına iyice girdi". İşbirlikçi
büyük burjuvazi, savaş yıllarında gelişmiş olan toprak ağalarıyla ittifak
kurdu. "Bu
gerici ittifak, kendini CHP’nin devlet kapitalizminin bürokratik kösteklerinden
kurtarmak için DP’ye ağırlık vererek iktidarını bu partiyle devam ettirdi". 9)
"1950’den sonra emperyalist sermaye Türkiye’de doludizgin at oynatmaya başladı". 10)
"Emperyalizm ve işbirlikçileri, gerici parlamentoyu bir hakimiyet aracı olarak
kullandılar". 11)
"Siyasi ve iktisadi buhran, Amerikan
uşağı DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla sonuçlandı" (abç). 12)
"27 Mayıs hareketine karakterini veren orta burjuvazi"dir. 27 Mayıs
hareketiyle iktidar, orta burjuvazinin eline geçmişti. Fakat orta burjuvazi, iktidarı
"işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktı" (abç). 13)
"Kemalizm, orta burjuvazinin devrimci kesiminin ideolojisidir". "M.
Kemal’in ilkeleri faşizmle asla bağdaşmaz". "M.
Kemal, halkımızın ilerici tarihinin bir parçasıdır". 14)
"M. Kemal’in tam bağımsızlık ilkesinin mirasçısıyız". "Bu mirası
faşistlere terk edemeyiz, ona sıkı sıkıya sarılmalıyız." 15)
"Lenin, Stalin, Mao Zedung’un M. Kemal tahlilleri bize ışık tutsun." Şafak
revizyonistlerinin tezleri işte bunlardır. Şimdi eleştirilere geçelim. -II Kemalist
hareketin niteliğini ve Kemalist iktidarın uygulamalarını Şnurov’dan geniş
aktarmalar yaparak ortaya koyacağız. Çünkü Şnurov güvenilir bir tanık, sağlam bir
Bolşevik’tir. Aktarma yapacağımız broşürü, Sovyet işçi sınıfına Türkiye’nin
durumunu ve Türk işçi sınıfının mücadelesini tanıtmak amacıyla yazmıştır.
Şnurov’un dile getirdiği görüşlerin, o yıllarda Stalin yoldaşın ve diğer
Bolşevik Partisi önderlerinin de görüşleri olduğunu kabul etmemek için hiç bir
sebep yoktur. 1.
Kemalist Devrime Önderlik Eden Sınıflar, Türk Büyük Burjuvazi ve Toprak Ağaları
Sınıflarıdır:: şnurov
yoldaş şöyle diyor: "Devrimin
önderi M. Kemal’e izafeten Kemalist adı verilen bu Türk milli devrimini Türkiye’nin
milli burjuvazi, yani tüccar, toprak ağası ve o sırada Türkiye’de çok az sayıda
bulunan Kemalist devrim, Jön Türk sanayiciler yönetiyordu" (..).devriminin
benzeri ve izle- yicisidir. , Şnurov, bunu da şöyle anlatıyor: "Esasen
fakir olan ülkeyi insafsızca soyan büyük toprak sahipleri ile din adamlarının ve en
başta sultanlarının hakimiyeti neticesinde Türkiye tamamen Avrupa sermayesinin eline
düşerek, Avrupa kapitalizminin kölesi olmuştu. 1908 senesinde sultanın hakimiyeti, Türkiye
tarihinde ilk defa olmak üzere Türk ticaret burjuvazisi, subaylar ve asilzadelerin [eşrafın]
birleşmiş gücü ile kökünden sarsılmıştır. Bu burjuva devrimi,??? Jön Türk
devrimi olarak tanınmaktadır ve bunu, başlangıçta halk yığınları da
desteklemiştir" (...). "[Jön
Türk devriminden sonra da] Türkiye yarı - sömürge karakterini muhafaza ediyordu. Yani
kapitalist ülkelerin, hammadde alır, sanayi mamullerini sattıkları bir pazar durumunda
idi. Politik bakımdan Türkiye bağımsız sayılıyordu. Fakat Türkiye, emperyalist
ülkelerin elinde oyuncaktı. Bu yüzden Türkiye, ekonomik yönden aşırı derecede
bağımlı bulunduğu Almanya tarafından Birinci Dünya Savaşı’na itildi ve Almanya
uğruna savaştı. Almanya savaşı kaybedince, Türkiye tam anlamıyla yağma edildi.
Ülkenin bütünlüğünü korumak için ikinci bir devrime ihtiyaç hasıl oldu. "Bu
defa ‘Kemalist devrim’ adı yapılmıştır". ...
Devrimin başına Türk ticaret burjuvazisi geçti. Türkiye tarım memleketi olduğu için,
tüccarların başlıca alışverişi tarım ürünleri üzerine idi. Böylece ticaret
burjuvazisi, ağalar ve büyük toprak sahipleri ile (*)???
?Bu kitapta Şnurov’dan yapılan tüm alıntılar, A. Şnurov - Y. Rozaliyev’in Türkiye’de
Kapitalistleşme ve Sınıf Kavgaları ile tanınan devrim, İngiliz -
Fransız emperyalizmine karşı adlı kitabının Ant Yayınları???? 1970
basımından yapılmıştır. Kitabın Şnurov’a ait bölümü, Türkiye Proletarıyası
adı ile Yar Yayınları tarafından yeniden basılmıştır. Rozaliyev’e ait bölüm
de, gene Yar Yayınları tarafından Türkiye Sanayi Proletaryası adıyla yayınlanmış.
(Derleyenin notu.). sıkı
bağlar kurdu. Her Türk köyünde ağa ve toprak sahibi, aynı zamanda tefeci ve köylü
ürünlerinin belli başli’ alıcısı ve satıcısı idi. Bu ağaların bazen un
değirmeni, yağ veya kuru meyva işleyen küçük imalathaneleri ve diğer ufak tefek
teşebbüsleri oluyordu. Ağalar aynı zamanda tarım ürünlerini toptan satın alan büyük
ticaret firmalarının acenteleri durumundaydılar. "Bu
koşullar altında, Türkiye, Avrupa kapitalistlerine yenilmiş olsaydı, yabancılar en
kısa zaman içinde bütün ticareti ve sanayü ele geçireceklerdi. Türk burjuvazisi bir
ölüm kalım sorunu ile karşı karşıya idi. Kapitalistlerin işgali desteklemezse,·yabancılara
verilen imtiyazlar devam edip Türkiye her bakımdan yabancı kapitale bağlı kalırsa,
yurdun öz ticareti ve sanayi er geç ölecekti. Tüccarı, sanayiciyi, tarım
ürünlerini yabancı ülkelere satan ağa ve büyük toprak sahiplerini devrimci kılan
işte bu tehlike idi. Köylü, işçi ve küçük esnafın kapitalistler ve toprak
ağalarına karşı??? altındaki
liman şehirleri olmazsa, devlet kendilerini duyduğu hoşnutsuzluk, ustalıkla yabancı
kapitalistlerle mücadeleye dönüştürüldü. Bunun için devrim, bütün yurda yayılarak
milli bir karakter aldı". Kemalist
devrim esas olarak ticaret burjuvazisinin başını çektiği, fakat bunların bir kısım
ağalar büyük toprak sahipleri ve tefecilerle de ittifakına dayanan bir "milli
burjuva" devrimidir ve burjuvazi ilk başlarda halkın desteğini almayı
başarmıştır. Yukarıdaki
"milli burjuva" kavramı üzerinde kısaca durmak gerekiyor. Lenin, Stalin ve
Şnurov yoldaşlar, Kemalist devrimden bahsederken "milli burjuva" kavramını, Türk
olan burjuva anlamında kullanmaktadırlar. Milli burjuva - komprador burjuva
ayırımı, onlarda henüz yoktur. Bu kavramı daha sonra, yeni anlamıyla Mao Zedung
yoldaşta görmekteyiz. Lenin, Stalin ve Şnurov yoldaşlar, Kemalist devrime, "milli
burjuva devrimi" derken, kastettikleri "komprodar olmayan burjuvazinin
devrimi" değildir; kastettikleri "Türk olan burjuvazinin devrimi"dir. Yine
sözünü ettiğimiz broşürde Şnurov yoldaş, toprak ağalarını ve tefecileri de
"burjuva" kavramı içinde düşünmektedir. Meselâ; "Türkiye’nin milli
burjuvazisi, yani, tüccar, toprak ağası" (abç)
demektedir. Burjuva kavramının bu şekilde kullanılmışına, Stalin yoldaşta ve
Dimitrov yoldaşta da rastlamaktayız. Şnurov
yoldaş, Kemalist devrim "milli burjuvazinin devrimidir" derken, Türk olan
ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin az sayıdaki sanayi
burjuvazisinin devrimiydi demektedir ve zaten bütün bu sınıfları tek tek de
saymaktadır. Bu
sınıflar, bugün kullandığımız anlamıyla "milli" miydi, komprador muydu,
bunun üzerinde duralım: Stalin
yoldaş, Yeni Demokrasi kitabına Mao Zedung yoldaşın yaptığı alıntıda
"Kemalist devrim, üst tabakanın, milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir"
demektedir (abç). "Üst
tabaka", İttihat
ve Terakki içinde palazlanmış olan, önce Alman emperyalizmine uşaklık eden, Birinci
Dünya Savaşı’nda Alman emperyalizminin yenilgisinden sonra da, İngiliz - Fransız
emperyalizmine yaklaşan, "Türk komprador büyük burjuvazisinin ta
kendisidir. Türk
burjuvazisinin önce İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında toplandığını, bu
sınıfın subaylar ve asilzadelerle birlikte 1908 Jön Türk devrimine önderlik ettiğini
biliyoruz. İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidar makamına oturduktan sonra, dünya
şartlarının ve Türkiye’nin tasfiye edilemeyen yarı-sömürge yapısının
zorlamasıyla İttihat ve Terakkiciler, Alman emperyalizmi ile işbirliğine giriştiler.
Bir yandan burjuvazinin bir kanadı hızla büyüdü, palazlandı, Türk büyük
burjuvazisini oluşturdu; öte yandan Abdülhamit zamanından beri mevcut olan genellikle
azınlık milliyetlere mensup komprador burjuvazi varlığını devam ettiriyordu.
İttihat ve Terakki Partisi, birincilerin menfaatini temsil ediyordu. İttihat ve Terakki
Partisi, Alman emperyalizminin sadık uşağı, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin
de azılı düşmanı olup çıktı. Türk burjuvazisinin büyüyen ve kompradorlaşan
kanadı (yani Türk komprador büyük burjuvazisi), Birinci Dünya Savaşı yıllarında,
istibdat şartlarında, savaş araç ve gereçleri alım satımı, vagon tekeli, zaruri
ihtiyaç maddeleri üzerinde yapılan vurgunlar, vb.
yoluyla muazzam zenginleşti. Büyük servetler, sermayeler edindi. Bunlar, Alman
emperyalizminin kesin iflası ve bu sebeple kendi egemenliklerinin de tehlikeye düşmesi
karşısında, İtilâf emperyalizmine kuyruk sallamaya, onunla yakınlaşmaya ve bu yolda
gerekli tedbirleri almaya giriştiler. İşte
Stalin yoldaşın, üst tabaka dediği bunlardır. şnurov
yoldaş, broşürünün bir yerinde Türk burjuvalarının, "devrimci
olmadıkları halde" (abç), Milli Kurtuluş Savaşı’na katılmak zorunda
kaldıklarını belirtiyor. Geri ülkelerde komprador olmayan burjuvazi, yani milli
burjuvazi, bildiği gibi, sınırlı da olsa, devrimci bir nitelik taşır. Devrimci
olmayan sınıf, emperyalizmle menfaat birliği Yine
Şnurov yoldaş, "ağalar aynı zamanda tam ürünlerini toptan satın alan büyük
ticaret firmalarının acenteleri durumundaydı" diyor. O yıllarda "büyük
ticaret firmalarının", geniş ölçüde emperyalistlerin kontrolünde veya elinde
olduğu da bilinen bir gerçektir. Bütün
bunlar şunu gösteriyor ki, halinde olan komprador burjuvazidir. Milli Kurtuluş Savaşı’nın
önderliği, ta başından itibaren İttihat ve Terakki içindeki Türk komprador büyük
burjuvazisinin, toprak ağalarının ve tefecilerin eline geçmiştir. Bu sınıfları,
kurtuluş savaşına iten sebepleri biraz yukarda Şnurov yoldaş açıklamaktadır. Bir
noktayı daha belirtelim: İttihat ve Terakki içinde, palazlanamayan kesim, yani orta
burjuvazi de varlığını devam ettiriyordu. Kurtuluş Savaşı içinde burjuvazinin bu
kanadının da son derece önemli bir rol oynadığı açıktır. Biz, önceleri, Kurtuluş
Savaşı’na milli karakterdeki orta burjuvazinin önderlik ettiği .görüşündeydik.
Fakat Stalin yoldaşı ve Şnurov yoldaşı daha dikkatli olarak inceleyince bu görüşün
yanlış olduğunu gördük. Milli karakterdeki orta burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’nın
önderi değildir ama, Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir rolü vardır. Müdafaa-i
hukuk cemiyetleri içinde örgütlenenler, çoğu ticaretle uğraşan Türk komprador
büyük burjuvaları, toprak ağaları, tefeciler, kasabaların eşraf takımı, ve milli
karakterdeki orta burjuvazidir. Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden sınıflar, işte
bu sınıflardır. 2.
Kemalistler, Daha Kurtuluş Savaşı Yıllarındayken Emperyalistlerle işbirliğine
Girişiyorlar: Emperyalistler
ufak tefek tavizler vermeye başlayınca, Kemalistler gene, hemen Fransa, İngiltere ve
diğer memleketler burjuvazisiyle anlaşmalar imza etmekte gecikmediler. "...
Kemalistlerin korkusu şu idi: Savaş devam ederse, emekçi
kitleleri yabancı sömürücülere karşı mücadele ile yetinmeyip, kendi yurttaşı
olan sömürücülere karşı da savaşa girişebilirlerdi". Şnurov böyle diyor.
Stalin yoldaş ise, daha 30 Kasım 1920’de şunları yazıyordu: "İtilaf
devletlerinin kesin ‘tarafsızlığı ile Ermenilerin Kemalistler tarafından yenilmesi,
Trakya ve İzmir’in Türkiye’ye geri verilmesi söylentileri, İtilaf devletlerinin
ajanı Sultan ile Kemalistler arasındaki görüşme söylentileri, İstanbul’un
boşaltılması planı ve son olarak Türk Batı cephesindeki durgunluk, bütün bunlar İtilaf
devletlerinin Kemalistlere ciddi olarak kur yaptığının ve Kemalistlerin
belli bir sağa dönüş yaptıklarının belirtisidir (abç). "İtilaf
devletlerinin iltifatlarının ne şekilde sonuçlanacağı ve Kemalistlerin sağa
gidişlerinde ne kadar ileri gideceklerini söylemek zordur. Birkaç yıl önce
sömürgelerin kurtuluşu için başlayan mücadelenin her şeye rağmen güçleneceği,
Rusya’nın bu mücadelenin öncüsü olarak bütün gücüyle ve bütün vasıtalarla bu
mücadele taraftarlarını destekleyeceği, bu mücadelenin, ezi len halkların davasına
ihanet etmedikleri sürece Kemalistlerle birlikte veya İtilaf devletleri cephesine geçerlerse,
Kemalistlere karşı zafere ulaşacağı bütün şüphelerin dışındadır."
Kemalistler, ilk başlarda açıkça İtilaf devletlerinin saflarına geçmediler ama, dışarıda
sosyalist Sovyetler Birliği’ne :.,ve içerde komünistlere, işçi sınıfına ve
diğer emekçi halka karşı, onlarla el altından işbirliği yapmayı da ihmal
etmediler. M. Kemal ve hükümeti, Sovyetler Birliği’ne karşı ikiyüzlü bir politika
izlemişlerdir. Bir yandan, yardım koparmak için en aşırı iltifatları
yağdırırken, öte yandan ABD, İngiltere, Fransa ile yapılacak gizli anlaşmalar için
zemin aramaktadırlar. Çiçerin’e gönderilen yardım talebinden iki ay sonra , M.
Suphi ve 14 yoldaşı hunharca öldürülmektedir. Ayrıca Anadolu’daki komünistlere
karşı da bir sindirme kampanyasına girişilmektedir. Çünkü, Kemalist burjuvazi, 23
şubat 1921’de toplanan Londra Konferansı’na komünistleri katlederek katılırsa,
Avrupalı efendilerinin teveccühünü kazanacağını, Sevr Anlaşması’nın
öldürücü hükümlerinden vazgeçilebileceğini hesaplamaktadır. Konferansta
delegasyonun başı Bekir Sami, Türkiye’nin anti - Sovyet blokuna katılacağını söyleyerek
daha iyi anlaşma şartları aramaktadır. Yine Londra Konferansı’nın devam ettiği günlerde,
28 şubat 1921’de Kemalist hükümet, Sovyetler’den Artvin ve Ardahan’ın terkini
istemekte ve Batum’u işgal etmeye girişmektedirler. Fakat Avrupalı efendilere yaranma
çabaları boşa çıkıp efendiler Sevr Anlaşması üzerinde ısrar edince, Kemalistler
için tekrar Sovyetler Birliği’ne yanaşmak mecburiyeti doğmuştur. Yunan
orduları atıldıktan hemen sonra???, Sovyet yardımına ihtiyaç kalmadığı için,
Kemalistler yeniden komünizm yasağını uygulamaya girişmişlerdir. 14
kasım 1922 tarihli İzvestia şöyle yazmaktadır: "Kemalist hükümet,
komünistleri takip ettirerek, emperyalist , devletlerin teveccühünü kazanmak
emelinde." Demek
oluyor ki, Kemalist hükümet, daha Kurtuluş Savaşı içindeyken Avrupalı emperyalist
efendileri ile işbirliğine girişmiştir. Şafak revizyonistlerinin sandığı gibi Atatürk’ün
ölümünden sonra değil. Nitekim, Kurtuluş Savaşı dört yıl gibi çok kısa bir sürede
sona ermiştir. şafak revizyonistleri, "uzun ve kanlı bir savaş" diyorlar
ama, gerçekte Kurtuluş Savaşı çok kısa sürmüştür. Çin Devrimi ile Vietnam
Devrimi ile karşılaştırılırsa, kısa sürdüğü anlaşılacaktır. Bunda, itilaf
emperyalistlerinin Kemalist burjuvaziye besledikleri iyi duyguların önemli payı
olduğunu kimse inkâr edemez: 3.
Kurtuluş Savaşıyla Sömürgeleştirilmiş Topraklar Kurtarıldı. Sultanlık
Kaldırıldı, Fakat Yarı- Sömürge ve Yarı - Feodal Yapı Olduğu Gibi Kaldı: Kemalist
devrim, işgal altındaki toprakları kurtardı, Sultanlığı kaldırdı, emperyalist
ülkelere tanınan imtiyazlardan bir kısmını kaldırdı (örneğin: Yabancı
ülkelerden ithal -olunan mallardan daha yüksek vergi, gümrük rüsumu alınmaya
başlandı. Yabancı sermayeye tanınan rüçhan hakları kaldırıldı). Fakat yine de Türkiye
yarı - sömürge bir ülke olarak kaldı. "Bir müddet daha demiryolları,
fabrikalar, maden ocakları yabancıların elinde kaldı. Avrupa’nın büyük banka ve
firmaları bugün dahi [yani 1929 yılında] Türkiye’de dilediği şekilde çalışmaktadır"
(Şnurov). Emperyalistlerin’baskısı altında eski borçlar kabul edildi. Yabancılara
ticaret serbestisi sağlandı. "Gerçi
yabancılar, bu serbest ticarette Türk vatandaşlarından fazla ya da özel her hangi bir
hakka sahip değildi. Fakat bu, eşit olmayanlar arasında eşitlikti. Yani, güçlü
Avrupa sermayesi, nasıl olur da Türk sermayesine eşit olabilir? Doğaldır ki, hiç bir
eşitlik söz konusu olamazdı. Gerek Türk sermayesi, gerekse yabancı sermaye ile yeni
yeni tesisler kuruluyordu ". Şnurov,
yine aynı broşüründe şunları söylüyor: "Türkiye’nin en büyük
kapitalistleri, yabancılardır. bütün maden işletmelerinden başka, bir de
demiryollarının büyük bir kısmı ve tarım ürünlerini işleyen fabrikaların çoğu
yabancıların elindedir. "Türkiye
milli ekonoinisine 1.100 mil. frank yabancı sermaye yatırılmıştır. Sermayenin 450
milyonu Alman, 350 milyonu Fransız, 200 milyonu İngiliz ve 100 milyonu diğer ülkelerin
sermayesidir" (s. 7273). Şnurov,
broşürünün bir başka yerinde Türkiye nin yarı - sömürge olduğunu da belirtiyor:
‘Türkiye, az gelişmiş, yarı - sömürge olan bir ülkedir. Türk işçisi ve
köylüsünün sırtından Fransa, Almanya ve İngiltere kapitalistleri servetler
sağlıyorlar..:’ (s: 57). Gerek
Jön Türkler, gerekse Kemalistler emekçi sınıflarının sırtından iktidara geldiler.
Fakat her ikisi de, Türkiye’nin yarı-sömürge yapısını aynen muhafaza ettiler. Jön
Türk devrimi Sultanlığı da muhafaza ettiği halde, Kemalist devrim Sultanlığı
kaldırdı ve bir de işgal altındaki toprakları yani, sömürgeleştirilmiş toprakları
kurtardı. Böylece sömürge, yarı - sömürge ve yarı - feodal düzen, yarı - sömürge
ve yarı - feodal bir düzen haline geldi. 4.
Kurtuluş Savaşı’ndan Sonra Komprador
Büyük Burjuvazinin ve Toprak Ağalarının Bir Kesiminin Hakimiyetinin Yerine, Bir Başka
Kesiminin Hakimiyeti Geçmiştir: Kemalist
burjuvazinin İtilaf emperyalistleriyle işbirliğine, daha savaş yıllarında
giriştiğine işaret ettik. Toprak ağalarıyla ittifak ise, savaşın başından
itibaren mevcuttur. Savaşın başını çekenler, Şnurov’un da belirttiği gibi,
birbirleriyle kopmaz bağları bulunan, ticaret burjuvazisi, toprak ağaları, tefeciler,
o zaman zayıf olan sanayi burjuvazisi idi. Bunların içindeki hakim unsur ise, ticaret
burjuvazisi idi. Bu ittifak, emperyalizme bağlı olarak gelen bir kısım eski büyük
ticaret burjuvazisinin ve milli azınlıkların burjuvazisinin (Ermeni, Rum
burjuvazisinin) yerini aldı. Aynı noktayı, Şnurov şöyle açıklıyor: "Yeni
tesislerin ve teşebbüslerin elinde bulunan sermaye, kısmen memleketi terketmiş olan
Ermeni ve Rum teşebbüslerinin ele geçirilmesi, kısmen de devlet müesseselerinin
soyulması ve rüşvetlerle meydana getirilmişti. Yine bugün birçok Kemalist
milletvekili ve devlet adamı, iktidardan faydalanarak, Birinci Dünya Savaşı
sırasında yurttan kaçan Rum, Ermeni ve diğer Türk uyruklu yabancılardan kalan müesseseleri
ele geçirip, memurlukları sırasında bir yana koydukları paralarla işletiyor ve yeni
teşebbüsler kuruyor" (S. 49). Türkiye’nin
çeşitli bölgelerinde yaptığımız soruşturmalardan ögreniyoruz ki, ağaların ve büyük
toprak sahiplerinin bir kısmı da, aynı şekilde yani boşalan Ermeni ve Rum
topraklarına el koyarak ortaya çıkmışlardır. Demek oluyor ki, eski komprador
burjuvazinin bir kısmının (ki bunlar çoğunlukla azınlık burjuvazisi idi) ve toprak
ağalarının bir kısımının hakimiyeti yerine, komprador burjuvazinin ve toprak
ağalarının başka bir kesiminin hakimiyeti geçmiştir. Elbette,
eski toprak ağalarının önemli bir kısmı da hakimiyetini devam ettirmektedir.
Hakimiyet kuran yeni Türk burjuvazisinin bir kısmı, komprador niteliğini zaten eskiden
beri taşımaktadır. Buna işaret ettik. Diğer bir kısım burjuvazinin komprador
niteliği ise, Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra başlamış ve bunlar gittikçe de
daha çok kompradorlaşmıştır. Türk burjuvazisinin emperyalizmle savaş yıllarında
gizli kapaklı başlayan siyasi işbirliği, savaştan sonra iktisadi alanda da gelişmiş
ve zaten tasfiye edilmeyen yarı sömürge yapı, bu işbirliğini daha da kaçınılmaz
hale getirmiştir. Bu, elbette Türk
burjuvazisinin içinde taşıdığı kötü niyetten ötürü değildir. Eşyanın
tabiatı icabıdır. Türk burjuvazisi zenginleşmek istemektedir, oysa sermayesi çok cılız
dır. Büyük ve bol sermaye Batılı emperyalist burjuvazinin elindedir. Onunla rekabet
etmek ölüm demektir, elverişli bir paya razı olarak onunla işbirliği etmek, en çıkar
ve en kârlı yoldur. Türk burjuvazisi de bir yandan bu yolu tutmuş, öte yandan işçi
sınıfını ve emekçi halkı insafsızca soyarak ve ezerek, sermayesini büyütmeye,
hakimiyetini perçinlemeye çalışmıştır. Bu gerçeği Şnurov yoldaş şöyle dile
getiriyor: "Eninde
sonunda birçok Kemalist, türlü yabancı firmalarının ortağı oluyor. Bu yabancı
firmalar da, hükümet organlarıyla sıkı ilişkisi olan isim sahibi memurlardan ve
ortaklarından faydalanıyor" (S. 49). 5.
Komprador Büyük Burjuvazi ve Toprak Ağaları Kurtuluş Savaşın dan Sonra Esaslı İki
Siyasi Kampa Bölünmüştür. Kemalist Diktatörlük, Bu Kamplardan Birinin Menfaatlerini
Temsil Etmektedir: O
yıllarda hakim sınıflar arasındaki esaslı iki siyasi kamp, şu unsurlardan teşekkül
ediyordu: Bir yanda, emperyalizmle işbirliğine girişen ve bu işbirliğini gittikçe
arttıran yeni Türk burjuvazisi, eski komprador büyük burjuvazinin bir kısmı,
ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı, memurların ve aydınların en üst
ve imtiyazlı tabakaları. Öte yanda, henüz??? tamamen tasfiye edilemeyen komprador
burjuvazinin diğer bir kısmı, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin başka bir
kesimi, feodalizmin ve Sultanlığın ideolojik dayanakları olan din adamları, eski
ulema sınıfı artıkların. Hangi toprak ağalarının hangi menfaat hesaplarıyla şu
veya bu tarafta yer aldıklarını bilmiyoruz. Bu, ayrı ve etraflı bir araştırmayı
gerektirir. Üzerinde durduğumuz konu açısından bunun zaten pek önemi yoktur. Önemli
olan ve tartışılmayacak kadar açık olan gerçek şudur ki, toprak ağalarırun bir
kesimi Kemalist iktidara ortakken, bu iktidarda söz ve nüfuz sahibi iken, diğer bir
kesimi Kemalist iktidarın karşısındadır. Meselâ, Doğu Anadolu’daki’ Kürt
toprak ağaları ve aşiret reislerinin yeri, genellikle ikinci kamptır.
Daha sonraları bunlar DP’yi ve AP’yi destekleyecek, CHP karşısında yer
alacaklardır. Ama dediğimiz gibi, toprak ağalarının bir kesimi, ta başından
itibaren Kemalist iktidarın içindedir ve ona ortaktır, devlette söz ve nüfuz
sahibidir. Birinci
kampın siyasi partisi CHP idi ve köken itibariyle müdafaä-i hukuk cemiyetlerine dayanıyordu.
İkinci kamp ise, tek partili sistem yürürlükte olduğu müddetçe CHP içersinde yer
almış ve iki kamp arasındaki siyasi mücadele, CHP içinde sürdürülmüştür. Çok
partili sisteme geçildiği zamanlarda da bunlar, kendi siyasi partilerini kurmuşlardır.
1925’te kurulan Terakkiperver Fırka, 1930’da kurulan Serbest Fırka, daha sonraları
kurulan DP ve.AP esas olarak ikinci kampın siyasi partileridir. "Esas olarak"
diyoruz, çünkü, çeşitli menfaat çelişmeleri, yeni durumlar vs. bu
kampların birinden diğerine geçişi, bunlara yeni unsurların katılmasını daima mümkün
kılmaktadır. ,Ve öyle de olmuştur. 1946’da çok partili sisteme geçildiğinde CHP içinden
bir yığın partinin türemesi, hakim sınıfların bütün kesimlerinin CHP içinde yer
almış olmalarından ileri gelmektedir. Kemalist
iktidar, siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva iktidarı değil, birinci kampa
dahil olan komprador büyük burjuvazinin, toprak ağalarının, memurların ve
aydınların en üst ve imtiyazlı tabakasınm emperyalizme yarı- bağımlı
iktidarıydı. Hatta Kemalist diktatörlük bir ölçüde, emperyalizmle işbirliği
halinde olmayan orta burjuvaziyi de eziyordu. Kemalist iktidarın temsil ettiği komprador
büyük burjuvazi ile orta burjuvazi arasmdaki ayrılık, gittikçe daha çok berraklık
kazanmıştır. İttihat
ve Terakki döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de, Kurtuluş Savaşı’na
katılan orta burjuvazinin bir kesimi, ele geçirdiği devlet gücünü, zenginleşmek için
, bir kaldıraç gibi kullanarak, devlet tekellerini yaratıp bunları kendi hizmetine
koşarak, emperyalizmle işbirliğine girişerek, onların yatırımlarına ortak olarak hükümet
makamları nı, yüksek memuriyetleri de hizmetine sokarak, devlet bankalarından
aldıkları kredilerle, rüşvetlerle, vurgunlarla şişerek, Türkiye’yi terkeden ve
katledilen Ermeni ve Rum kapitalistlerinin mallarına, mülklerine el koyarak iyice
zenginleştiler, milli karakterdeki orta burjuvazinin diğer kesimlerinden koptular. Bu
farklılaşma ve kopma giderek daha belirgin hale geldi. İttihat ve Terakkici komprador Türk
büyük burjuvazisinin bir kesimi ile, bu yeni komprador Türk büyük burjuvazisi;
Kemalist iktidar içüıdeki hakim unsurlar işte bunlardır! Türk burjuvazisinin bu
yüksek tabakasının çıkarları, Avrupa kapitalistleri ile ayırdedilemeyecek derecede
karışmış ve bunlar Avrupalı emperyalistlerle kesin bir tarzda işbirliğine
girişmişlerdir. Nasıl,
1924 - 1927 Çin Devrimi’nden hemen sonra iktidar, orada komprador burjuvazinin ve
toprak ağaların eline geçmişse, Türkiye’de de bu olayın bir benzeri Çin’dekinden
daha önce cereyan etmiştir. Stalin
yoldaş aynı fikri, başka bir tarzda ifade ederek şöyle diyor: "Kemalist
devrim üst tabakanın (abç), milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir.
Yabancı emperyalistlere karşı mücadelenin içinden yükselen ama daha sonra
özünde köylülere ve işçilere, bir toprak devrimi imkânına karşı gelişen bir
devrimdir" (abç)., , Burada
üzerine parmak basmak istediğimiz nokta şudur: Kemalist iktidar orta burjuvazinin,
yarı milli burjuvazinin menfaatini temsil etmiyordu, bu sınıfın içinden çıkıp
palazlanan ve kompradorlaşan kesim ile İttihat ve Terakki zamanında palazlanan ve
kompradorlaşan büyük burjuvazinin bir kesiminin menfaatini temsil milli burjuvazi ile
komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının arasında cereyan etıruyordu. Esas
olarak, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarırun iki kanadı arasmda
ediyordu. Orta burjuvazinin büyüyemeyen kesimi ise yine
CHP’nin,içinde tutuluyor ve işçilere, köylülere karşı bunlar da destekleniyordu.
Nasıl 1924 - 1927 Birinci Devrimci İç Savaş’tan sonra, Çin’de orta burjuvazi
Guomindang içinde ve safında yeralmışsa, Türkiye’dekiler de CHP içinde ve safında
yer almışlardır. Hakim sınıflar içindeki mücadele, sanıldığı gibi, iktidarı
elinde tutan cereyan ediyordu.??? Milli karakterdeki orta burjuvazi, bu kanatlardan
birinde tali bir güç olarak yer alıyordu. Bu noktanın kavranması, gerek dünün,
gerek bugünün açıklanmasında son derece önemlidir. CHP’ne, nispeten ilerici
bir karakter kazandıran şey, onun içinde başından beri sosyal bir güç olarak mevcut
olan fakat partiye hakim olmayan bu milli karakterdeki orta burjuvazidir. TİP, D.
Avcıoğlu, H. Kıvılcımlı, Şafak ve TKP revizyonistlerinin (geçmişte ve bugün)
iddia ettiği gibi, Kemalist iktidar, devrimci ve ilerici bir iktidar değildi. Kemalist
iktidarla ittifak yapmayı düşünmek, karşı- devrim safına iltica etmek demekti.
Çünkü Kemalist iktidarın kendisi, bizzat karşı- devrimi temsil ediyordu.
Revziyonistlerin karşı- devrim dediği; cumhuriyet düzeninin yıkılması ve
Sultanlığın tesisidir. Oysa böyle bir şey, artık burjuvazinin genç kesimlerinin de
işine gelmez, hatta eski Türk büyük burjuvazisinin de... dünyada gelişmeler öyle
bir noktaya ulaşmıştır ki, yuvarlanan taçları kimse başına koymaya cesaret
edememektedir. Taçlı bir yönetim artık hakim sınıfların ihtiyaçlarını
karşılayamaz, egemenliklerini koruyamaz. Bunu, burjuvazi de bilmektedir. Artık karşı-
devrim, "demokratik cumhuriyet" maskeli faşist diktatörlük olabilir ve öyle
de olmuştur. 6.
Kemalist Diktatörlük İşçiler; Köylüler, Şehir Küçük-Burj uvazişi, Küçük
Memurlar ve Demokrat Aydınlar Üzerinde Askeri Faşist Bir Diktatörlüktür: Sözü
Şnurov’a bırakıyoruz: , "Her
ne kadar bazı görüntüsel demokratik şekiller mevcutsa da (seçimle meydana getirilen
Gazete ve dergiler, bir an dahi gevşemeyen sıkı bir kontrol altındadır. Hatta bu
gazete ve parlamento vs.) Türkiye’de bugün [1929j mevcut olan
düzenin özü, bütün demokrasilerden uzak bir diktatoryadır (abç)
(yani faşizmdir]. Egemen parti dışında hiç bir parti örgütü yoktur ve hiç bir
partinin de meydana gelmesine imkan verilmemektedir. Sosyal- demokrat parti bile yasaklanmıştır.
dergiler’de hükümet aleyhine, ilerde herhangi bir makalenin çıkabilmesi ihtimali
dahi, bunların kapatılmasına yetiyor" (s. 21). "Bugünki
Türk hükümeti elbette bir diktatorya [faşizm olmalı] hükümetidir. Çünkü egemen
olan Türk burjuvazisi, tamamen güçsüzdür ve gelişebilmek için emekçi halkı ezmek
zorunda- , dır" (s. 22). ‘...
Sendikalar hemen hemen yasaklanmıştır; kurulmasına izin verilen federasyon ve
dernekler, hayır işleriyle yetinip devlet kontrolü altında çalışmak
zorundadır" (s. (s. 24). "Her türlü işkolu dernekleri
ve dernek birlikleri yasaktır..." (s. 25). "... kanuna göre, ‘memur ve işçi
işini terkedebilir, fakat her türlü gösteri, eylem ve iş özgürlüğüne halel
getiren hareketler yasak edilmiştir "‘ (s. 26). ...Kemalistler
de, Jön Türkler gibi, yalnız emekçi kitlelerinin desteği ile iktidara gelebilirdi. Jön
Türkler gibi, Kemalist devrimin ilk aylarında milli burjuvazi, işçi örgütlerinin
kurulmasına engel olamadı. Ancak, bu sendikalar sırf sınıfsal nitelikte değildi;
bazıları burjuvazinin etkisi altındaydi’ (s: 42). "Kemalist
burjuvazi emperyalistlerle barış paktını imzaladıktan sonra (...), burjuvazinin
artık emekçi kitlelerinin desteğine ihtiyacı kalmamıştı. Sınıf kavgasının büyümesine
engel olmak lazımdı; öyle ya, yerli olsun yabancı olsun, bu kavga bütün
sömürenlere, bütün kapitalistlere karşı açık bir savaş halini almak üzere idi. "Kemalistler,
Komünist Partisi nin ve işçi hareketinin canını okudu. Komünist Partisi yeraltına
inmek zorunda kaldı. Birçok ünlü üyesi, bu arada Mustafa Suphi hunharca
öldürüldü, hayatta kalanlar takiblere uğradı, hapislere atıldı. 1923 senesinde
İstanbul Milletlerarası İşçi Birliği kapatıldı. Kapatılması için 1 Mayıs gününün
kutlanması ile ilgili bildirilerin dağıtılması bahane edildi. Birliğin ileri
gelenleri tutuklandı ve tıpkı vaktiyle Jön Türklerin proletarya sınıf hareketinin
‘hesabını gördükleri, burjuvazi kontrolünde sözümona işçi örgütleri kurmaya
koyuldukları gibi, şimdi de Kemalistler, kendi burjuva ‘sendikalarını,’ işçi
eylemine karşı mücadele aracı olarak kullandılar" (s. 43). Amele
Teali’nin yağma edilmesi üzerine yayınlanan Profintern Yönetim Kurulu bildirisinde
şöyle deniliyor: "Halk
Partisi hükümeti (Kemalistler), uzun zamandan beri sendika eylemini eline geçirip faşist
bir örgüt haline getirmeye çalışılıyor’ (s. 47). ‘Türkiye,
işçi hareketinin en zalim takibata uğradığı ülkelerden biridir. Profintern’in
III. Kongresi (1924 yılında) özel bir kararda Türkiye işçi sınıfına yapılan bu
baskıları şiddetle protesto ederek şu bildiriyi yayınlamıştı: " "‘
Profintern’in III. Kongresi, Türk Kemalist hükümetinin Türkiye devrimci işçi
örgütlerine yaptığı baskıyı ve işçileri uğrattığı kovuşturmayı şiddetle
proteşto ediyor!..: " (s. 59). ...
Kürt isyanından sonra 1925 senesinde ‘istiklâl mahkemeleri kurularak yine iki yıl müddetle
sıkıyönetim ilan edilmişti. ‘Bu olay vesile edilerek işçi, köylü ve genellikle
bütün emekçi kitleleri ağır takibata uğratıldı. Aydınlık ile Orak- Çekiç
gazeteleri kapatıldı. Türkiye işçi liderleri, türlü işçi birlikleri ve bu
gazeteleri çıkaran yayınevleri sorumluları istiklâl mahkemelerinde 10-15 sene hapis
cezalarına mahkum oldular’. ‘Tarihin
tekerrürü! Tıpkı bunun gibi, devrimin sonunda emekçi kitlelerinin sırtından
iktidara gelmiş yapmışlardı vaktiyle: Fakat ne oldu? Jön Türkler eninde sonunda
Alman emperyalizminin itaatkâr aleti haline geldiler" (s. 59-60). ...
İşçi hareketini ezmek için Kemalist hükümet her araca başvuruyor, her şeyi mubah görüyor.
lşçi örgütlerinin ilerici üyelerini polis gece yarısından sonra, şafak vakti
evinden alıp karakola götürüyor. Birkaç gün tutuklu tutuyor... Sebep? Hiç. Filan
tarihte, falan olan Jön Türkler de aynı şeyi günde kravatların rengi ne imiş.
Kasketlerinde nasıl işaretler varmış, ne konuşmuşlar acaba?" AP
de aynı politikayı harfi harfine uygulamadı mı? Kırmızı ışık altında gitar
çalan ğencin tutuklanmasıyla yukardaki olaylar arasında ne fark var? Faşist Erim hükümeti
de aynı yolu harfi harfine izlemiyor mu? Grevleri yasaklayıp, dergileri kapatmıyor mu? Kemalist
hükümetin işçi sınıfının hareketine karşı gösterdiği gaddarlıklardan bir
örnek: 1927 . Ağustos ayında Fransızlara ait Adana -Nusaybin demiryolunda çalişan
işçiler greve gitmişlerdi. Sebep de gayet basitti. Bayram arifesinde kendilerine,
istedikleri avans ödenmemişti. Bundan önce (Fransız kapitalistler şirketi), grev
kırıcılara yardım için bir tren yolladı. O zaman birkaç yüz işçi, karıları ve
çocukları ile hat boyunca ray üzerinde yattılar ve tren yolunu kapadılar. Buna
karşılık Kemalist hükümet yetkilileri, askeri birlik göndererek aralarında çoluk
çocuk ve kadın bulunan silahsız işçilere ateş açtırdı. Raylar al kana boyandı 22
‘elebaşi tutuklandı. "Grev,
yabancı kapitalistler tarafından ezildi ve bu işe, de işçi temsilcileri basit ve
mütevazı 31 dilek tespit etmişler ve bunların yerine getirilmesini istemişlerdi...
" Kapitalistler
bir türlü cevap vermediler ve aradan bir buçuk ay geçtikten sonra da dilekçeyi
reddettile. Bunun üzerine başlayan grev 20 gün sürdü ve greve 850 işçi katıldı.
İki gün tren işlemedi. "Nihayet üçüncü gün kumpanya ‘demokratik’ olan
Kemalist hükümet de iştirak etti. Kapitalistlerin sınıf kardeşliği milli düşmanlıklarından
ağır bastı." Şnurov şöyle devam ediyor: "Bu örnek tek değildir. 1926
yılında Seyrüsefayün Şirketinde çalışan işçilerin grevi de, aynı şekilde
bastırıldı. Hükümet, grevi dağıtmak
için deniz askerini grev kırıcısı olarak gönderdi’ (s. 63-64). Yine
en basit sebeplerle, yüzlerce, binlerce işçi işinden atıldı ve Kemalist hükümet,
patronlara bizzat destek oldu. Birçok olayda hükümet, bizzat patron durumundaydı.
Şnurov’un kitabı bu bu örnekleri aktarmayı gereksiz buluyoruz. Köylülerin
durumuna göz atalım. Gene tanığımız Şnurov’dur. ...
Soyulup evi barkı yıkılan birçok köylü, ırgat olmakla kalmıyor, iş aramak için
şehirlere göç ediyor. Köyde köylüyü tefeci, büyük toprak sahibi, ağalar,
toptancılar, tüccarlar insafsızca soyuyor. Türkiye’nin ekseri köy aileleri
yoksuldur. İşletmeleri fakirdir. Ne yeterli konuda örneklerle doludur. Şimdi
toprağı, ne aracı, makinesi, ne de hayvanı var. Fakir köylü zenginlerden, yani büyük
toprak sahibi ile ağalardan toprağı icara, aracı borca alır; karşılığında mal
sahibinin tarlasında hem bedava ırgatlık yapar, hem de mahsulün yarısını ya da
üçte birini verir. Araç almaya, geçinmeye parası ‘
yetmediği için, köylü, parayı tefecilerden alıp fahiş faizle öder. Yoksul
köylünün, ürününü pazara indirmek için atı, arabası olmadığından ister
istemez ürünü yok pahasına toptancıya vermek zorundadır. Bu toptancı, çoğu defa,
toprağı icara aldığı toprak sahibi, ağa veya tefecidir. Bu yüzden, köylünün ufacık
işletmesine türlü borç; faiz, vergi biniyor ve er geç bunun yükü altında
yıkılıyor. Fakir köylü kitleleri ya köylerden ırgat olarak
çalışmaya ya da şehirlere gidip kendine iş aramaya zorlanıyor" (s. 35). "Köylerdeki
sömürü geliştiğinden, köylerde emekçi köylünün sırtından geçinen köy
burjuvazisi, yani ağalar, tefeciler ve bezirgân sınıfı (abç) (Not:
Bunların hepsine köy burjuvazisi demek yanlıştır] gelişiyor. Köylülerin ekserisi
ya sefaletin kapısına dayanmış bir haldedir ya da ırgat olarak zengin ağaların
emrinde çalışıyor ve onlar da proletarya saflarını dolduruyor" (s. 76). Kemalist
diktatörlük köylerde, köylülere karşı ağaların, büyük toprak sahiplerinin,
tefeci ve bezirgânların, toptancıların yanında yer alıyor, devlet kuvvetleri,
bunların hizmetinde köylüleri insafsızca eziyordu. Kemalist diktatörlük, zanaatçı
ve memurların alt kesimlerini de ezmektedir. Kayıkçıların,
gümrük memurlarının, telgrafçıların, vs. grev ve direnişleri şiddetle
bastırılmaktadır. Sözü Şnurov’a bırakalım: ...
Memurların hareketi ağır şartlara bağlıdır, çünkü onlar için hükümet doğrudan
doğruya ücretle müstahdem çalıştıran bir kapitalisttir. Hatta daha iyi ücret ve
daha elverişli iş şartları uğruna yapılan her mücadele, Kemalistler tarafından
hemen hükümete karşı hareket, politik bir suç olarak vasıflandınlıyor. Diğer
taraftan Kemalistler, bütün güçleriyle güvenilir ve hükümete sadık bir devlet
örgütünü kurmaya gayret ediyorlar. "Kemalistler
başka görüş açısı olan kimseleri işten kovuyor..." (s. 67). ...
1925 yılında birkaç şehrin telgraf (telsiz) memurlarının, maaşlarına zam
yapılması için giriştikleri grev de bastırıldı. Hükümet bu işin arkasında yine
komünistlerin bulunduğunu ileri sürerek grevcileri tutukladı. Adana’da bu emir
yerine getirildi ve birçok grevci telgrafçı Ankara ya istiklal mahkemesine sevkedildi.
Suçları, hükümet aleyhine bir komplo imiş!" (s. 68 69). 7:
Kemalist Diktatörlük, Azınlık Milliyetleri ve Özellikle Kürt Milletini Amansız
Milli Baskı Politikasıyla Ezdi, Kitle
Katliamlarına Girişti, Türk Şovenizmini Bütün Gücüyle Körükledi: Kemalist
diktatörlük, azınlık milliyetlerin, özellikle Kürt milletinin bütün haklarını
gaspetti. Onları zorla Türkleştirmeye girişti: Dillerini yasakladı. Zaman zaman başgösteren
Kürt milli hareketini, bazı Kürt feodalleriyle de el ele vererek insafsızca ezdi,
peşinden kitle katliamlarına girişti, kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar,
binlerce insanı katletti, "askeri yasak bölge" ilanlarıyla, "örfi
idare" zorbaliklanyla Kürt halkı için hayatı çekilmez hale
getirdi. Sadece Dersim ayaklanmasından sonra katledilen Kürt köylülerinin sayısı
60.000’in üstündedir. Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça
çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe
sayarak, pazarlıkla; Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler. Azınlık
milliyetlere ve özellikle Kürtlere, son derece aşağılayıcı muamele yapılıyordu,
onlara her türlü hakaret mubah görülüyordu. Kemalist
diktatörlük, Türk şovenizmini körüklemeye girişti. Tarihi yeni baştan kaleme
alarak, bütün milletlerin Türklerden türediği şeklinde ırkçı ve faşist teoriyi
piyasaya sürdü. Diğer azınlik milliyetlerin tarihini, kitaplardan tamamen sildi. Bütün
dillerin Türkçeden doğduğu şeklindeki Güneş Dil Teorisi Safsatasını yaydı.
"Bir Türk dünyaya bedeldir", "ne mutlu Türküm diyene" cinsinden
şovenist sloganları ülkenin her köşesine, okullara,. dairelere, her yere soktu. Böylece,
çeşitli milliyetlere mensup işçiler ve emekçiler arasına milli düşmanlik ve kin tohumları
saçtı; işçilerin ve emekçilerin birliğini ve dayanışmasını baltaladı. Türk işçi
ve emekçilerini, kendi şovenist politikasına alet etmek istedi. Kemalist
diktatörlüğün milli meselede izlediği çizgi, tam anlamıyla Türk şovenizmidir. Ve
bilindiği gibi, faşist diktatörlüklerin bir özelliği de, hakim ulus şövenizmini
körüklemek, milli düşmanlıklar yaratarak ve kışkırtarak, emekçi halk kitlelerini
bölmek, birbirine düşürmektir. 8.
Kemalistler,. Devlet Tekelleri Kurarak, Rekabeti Geniş Olçüde Ortadarı Kaldırarak,
Halk Kitlelerini İnsafsızca Sömürdüler. Tekeller Sayesinde Hükümetın Kendisi de
Bir Müteşebbis Olup Çıktı.
Müteşebbislikle
Hükümet Üyeliğini Birleştiren Tekeller, Burjuvaziye Bürokra tik Bir Nitelik Kazandırdı: Devlet
gücünü tamamen eline geçiren Kemalistler, bu gücü alabildiğince zenginleşmek,
palazlanmak için kullandılar. ...
Hükümet, bir sürü ticaret tekeli kurarak’ satılan maddelerin vasıtalı vergilerini
durmadan arttırmaktadır. Tanınmış bir gazeteci, ‘tekel kelimesi, Türk halkı için,
kanunlaşmış soygun anlamına
geliyor’ demektedir. Almanya da çıkan Bergwerk Zeitung, 25 eylül 1927 tarihli sayısında,
tekelcilik politikasının nasıl bir soygun olduğunu ve vergilerın korkunç hacmini
gösteren rakamlar yayınlamıştır. Buna göre, gazyadının İstanbul’a teslim
fiyatı 4,5 kuruştur (litresi), satış fiyatı ise 16,5 kuruş; yani fiyat dört misli
artıyor. Benzin fiyatı 7 kuruştan (alış fiyatı) 11,5 kuruş imtiyazlı satış
fiyatına çıkıyor (fabrika, atölye, vs... için). Şekerin fiyatı yanyanya artıyor. Bu
vasıtalı vergiler, tekellerle birlikte 1927 - 1928 senelerinde devlet gelirinin beşte
üçünü teşkil ediyor. Tüccar ve kapitalistler bu vergilerden mağdur olmuyor.
Çünkü bu vergiler, satış fiyatları- nın artırılması ile tüketiciden tahsil
ediliyor. Bu vergilerin ‘ tüm ağırlığını emekçiler taşıyor. Çünkü, yoksul
insanların gelirinin en büyük kısmı yiyecek ve diğer birinci derecede gerekli
maddelere harcanıyor" (Şnurov, s. 31 - 32). "Kemalist
hükümet, fabrika ve tesis sahiplerini korur, çünkü Kemalist olan ticaret buıjuvazisi,
sermayesini henüz gelişen sanayi kollarına yatırır... Birçok teşebbüsler ve ticari
müesseseler, hükümet bankalanndan aldıklan para ile kurulmuştur. Birçok tesisin
sermayesi, yalnız kısmen özel sermaye sayılabilir. Bu sermayenin büyük kısmı,
özel şahıslar elinde fazla sermaye bulunmadığından, hükümet tarafından
ödenir." "Kemalist hükümet de bir sürü tekeller kurdu: Tütün işleme ve
ihraç etme tekeli, şeker, gazyağı, kibrit, tuz, barut, iskambil kağıdı, liman
işleri, vs... "Bu.
tekeller sayesinde hükümetin kendisi de müteşebbis bir’ tüccar haline geldi.
Demiryolları ya devlet hazinesinden ya da yabancı kapitalistler tarafından yapılıyor;
bu yabancı kapitalistlere hükümet rahat çalışma şartlannı sağlamak zorundadır.
Yabancı yatınmlarla çalışan şirketlerde de, durum başka değildir..:’ (s. 49). Demek
ki, söz konusu olan şey, "devlet eliyle milli burjuvazi yaratmak" değildir. Söz
konusu olan, bütün devlet imkânlarını, Kemalist burjuvazinin zenginleşmesine ve
palazlanmasına tahsis etmektir. Devlet tekelleri de bu amaca hizmet ediyordu. Kemalist
burjuvalar, devlet tekelleri yaratarak ve bunları kendi hizmetine koşarak, bu alanlarda
rekabeti geniş ölçüde ortadan kaldırıyor, böylece işçi ve köylüleri yüksek
tekel kârlarıyla daha da insafsızca sömürüyordu... Öte yandan tekelci -
devlet kapitalizmi, Şnurov’un da işaret ettiği gibi, müteşebbislikle hükümet
üyeliğini birleştirerk, burjuvaziye bürokratik bir karakter kazandırıyor, yani bürokrat-burjuvaziyi
doğuruyordu. 1929 - 1930 dünya kapitalizminin buhranı, Türkiye’de de kendini
gösterince, CHP, devletçiliğe daha da sıkı sarılmış, buhrandan
kurtulmak için, "devletçiliği" bir zırh gibi kullanmak istemiştir. CHP’nin
devletçiliğinin esası budur. 9.
Komprador Büyük
Burjuvazinin Ve Toprak Ağalarının İki Siyasî Kampı Arasında
"Devletçilik" - "Hür Teşebbüsçülük", "Tek Parti"
"Çok Parti" Üzerine Yürütülen Mücadelenin Özü Nedir? İktidarı
elinde tutan birinci kampın, devlet cihazına tamamen hakim olduğunu; devlet tekelleri
yaratarak, bu tekelleri kendi hizmetine koşarak ve böylece, rekabeti büyük ölçüde
ortadan kaldırıp rakiplerini ‘ ezerek, gittikçe büyüdüğünü ve zenginleştiğini
gördük. Hakim
sınıfların ikinci kampta yeralan kesimi ise; devlet cihazı içinde zayıf olduğundan,
onu dilediği gibi kullanamadığından, hatta devlet cihazına kuvvetle hakim olan
birinci kamp tarafından, yine "devletçilik" yoluyla rekabet edemez hale
getirildiğinde, bir yandan devlet cihazını kendi amaçları için kullanmak uğruna mücadele
ederken, öte yandan; iktisadi alanda "hür teşebbüs"ün,
"devletçilik" aleyhtarlığının İktisadi
alanda "devletçilik" - "hür teşebbüsçülük" şeklinde kendini gösteren
mücadele, siyasi alanda da buna benzer bir şekilde yürütülmüştür. Birinci
kamp, devlet cihazına ve onun temel dayanağı olan orduya kesin olarak hakimdir. Bu
nedenle, birinci kamp, öteden beri Hakimiyetini orduya dayanarak, ordu vasıtasıyla sürdürmüştür.
Kemalist diktatörlük gerçekte askeri bir diktatörlüktür. İkinci kamp ise, bir
yandan, devlet kuvvetlerini ve orduyu kendi hizmetine koşmaya çalışırken, öte
yandan, esas kuvvetini taşradaki toprak ağalarından, tefeci bezirgânlardan ve din
adamlarından aldığı için ve bunlar vasıtasıyla geniş köylü kitlelerine hükmettiği
için, "çok particilik"ten ve "seçim"lerden
yana olmuştur. Elbette, bunların istediği "çok parti"nin içine proletaryanın
partisı dahil değildi. Bunların istediği "seçim", gerici ittifaklar arasında
halkı tercih yapmak zorunda bırakmaktan başka bir şey değildi. Bu iki kamp
arasındaki, iktisadi alanda "devletçilik" - "hür teşebbüsçülük"
şeklinde kendisini gösteren mücadele, siyasi alanda da bu şekilde yansıyordu. Aynı mücadelenin
bir benzerini bugün de görmekteyiz. DP ve daha sonra AP, daha çok sivil ,gerici
kuvvetleri harekete geçirerek, onları kullanarak zorbalığını yürütmüştür ve
yürütmektedir. Demirel, 200 bin halkın silahlanmasından söz ederken, gerçekte taşradaki
son yıllarda ordu içindeki hakimiyeti hayli artmışhr. Fakat ağaların, tefecilerin ve
din adamlarının beslediği gerici örgütleri,
imam hatip okullarında, Kur’an kurslarında, vs... yetiştirilen faşist kuvvetleri ve
benzerlerini kastediyordu. CHP’ne hakim olan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları
kliği ise, sürekli olarak, orduyu AP’ne karşı tehdit unsuru olarak kullanıyordu.
Burada şu noktayı da belirtelim ki, AP’nin yine de AP, bir yandan askeriyeye dayanan
sıkıyönetimin devamını isterken, öte yandan seçimlere dönülmesinden yanadır.
Bunu o, tek başına iktidara hakim olmak amacıyla istemektedir, anti - faşist olduğu için
değil. Ve bu olayın kökleri,
belirttiğimiz gibi çok eskilerde.dir. Şu
noktayı iyice aklımızda tutmalıyız ki, hakim sınıfların hiç bir kanadı, ezeli ve
ebedi olarak "devletçi" veya "hür teşebbüsçü", "tek
partici" veya "çok partici" değildir. Hangisi işine gelirse onu savunur.
Devlet cihazına kesinlikle hakim olan, onu kendi amaçları için dilediği gibi
kullanabilen kanat, bu durumu devam ettirebildiği sürece "devletçi"dir; bu
durumdan zarar gören kanat ise, "özel teşebbüsçü"dür, Orduya kesinlikle
hakim olan gerici kanat, bu durumu devam ettirebildiği sürece, göstermelik demokratik
şekillerle kamufle edilmiş, bir askeri diktatörlükten yanadır; gücünü daha ziyade
sivil faişist güçlerden alan kanat ise, tabii olarak buna karşı çıkar; kendi
iktidarını garantiye
alacak yolların savunuculuğunu yapar. Mesele budur. Türkiye’de hakim snıflar
arasında öteden beri sürüp gelen mücadelenin de özü budur. CHP’nin devletçiliğinden
ilericilik, devrimcilik keşfeden "sosyalist"!), Hitler faşizminden de
"devletçi" olduğunu
görmeyecek kadar kör ve kafasız bulunanın tekidir. 20. Kemalist
Türkiye, "Kemalist
Türkiye", ne yönde ilerledi ve nereye vardı? Bu sorunun cevabını Mao Zedung
yoldaştan öğrenelim: "Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı - sömürge
ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek nihayet kendini İngiliz -
Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmıştır. Günümüzdeki Gittikçe
Dahıa Çok Bir Yarı - Sömürge ve Gerici Emperyalıst Dünyanın Bir Parçası
Haline Gelerek, Kendini İngiliz - Fransız Emperyalizminin Kollarına Atmak
Zoruuda Kaldı:uluslararası durumda sömürge ve yarı - sömürgelerdeki ‘kahramanlar’,
ya emperyalist cephede yer alarak dünya karşı - devrim güçlerinin bir parçası
haline gelirler ya da anti - emperyalist cephede yer alarak dünya devrim güçlerinin bir
parçası haline gelirler. Ya birini, ya diğerini seçmek zorundadırlar. Çünkü
üçüncü bir seçim yoktur". Kemalistlerin
daha savaş yıllarında iken üstü örtülü olarak ve savaştan sonra da açık ve
kesin olarak emperyalist cephede yer aldıklarını ve dünya karşı - devrim güçlerinin
bir parçası haline geldiklerini Şnurov’dan yaptığımız aktarmalarla gösterdik.
Daha sonraları ise, İttihat ve Terakkici şeleflerinin, Alman emperyalizminin itaatkâr
aleti haline gelmesi, gibi,
Kemalistler de, İngiliz - Fransız emperyalizminin itaatkâr aleti olup çıktılar.
Kemalist hareketin doğuşu, gelişmesi, mahiyeti kısaca budur! ÖZETLEYELİM:
l. Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının,
tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir.
Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları
sınıfıdır. Devrimde, milli karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil,
yedek güç olarak yer almıştır. 2.
Devrimin önderleri, daha anti - emperyalist savaş yıllarında iken İtilâf
emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere
karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır.
‘ 3.
Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da
koyulaşarak devam etmiştir. 4.
Kemalist hareket, özünde "işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi inkânına
karşı" gelişmiştir. 5.
Kemalist hareketin sonucunda, Türkiye’nin sömürge, yarı - sömürge, yarı - feodal
yapısı; yarı - sömürge ve yarı feodal yapı ile yer degiştinniştir; yani yarı - sömürge
ve yarı - feodal iktisadi yapı devam etmiştir: 6.
Sosyal alanda, eski milli azınlıklara mensup komprador büyük burjuvazinin ve eski
bürokrasinin, ulemanın?? hakim mevkini, milli karakterdeki orta burjuvazi içinden
palazlanan ve emperyalizmle işbirligine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski Türk
komprador büyük burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak
ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir
kısmının hakimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır.
Kemalistler,??? bir bütün olarak, milli karakterdeki orta ‘sınıfın çıkarlarını
temsil etmemekte, yukardaki sınıf ve zümrelerin menfaatlerini temsil etmektedir. 7.
Politik alanda, hanedanlik çıkarlan ile birleştirilmiş olan meşrutiyet idaresinin
yerini, yeni hakim sınıfların çıkarlanna en iyi cevap veren idare, burjuva
cumhuriyeti almıştır. Bu idare, sözde bağımsız, gerçekte siyasi bakımdan
emperyalizme yarı - bağımli bir idaredir. 8.
Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür. 9.
"Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı - sömürge ve gerici eınperyalist
dünyanın bir parçası haline gelerek nihayet kendini İngiliz - Fransız
emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmiştır." 10.
Kurtuluş Savaşı’nı takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist
iktidardır. O dönemde komünist hareketin görevi, hakim mevkiini kaybeden eski
komprador burjuvaziye ve toprak ağalari kliğine karşı, Kemalistlerle ittifak değil (böyle
bir ittifak zaten hiç bir zaman gerçekleşmemiştir), komprador buıjuvazinin-ve toprak
ağalarının bir başka kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı
önderliğinde ve işçi - köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü
kurmaktır. -III Kurtuluş
Savaşı’ndan sonra, hakim smıflar (komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları)
arasında iki siyasi kampın doğduğuna işaret etmiştik: Birinci
kamp: emperyalizmle işbirliğini gittikçe geliştiren ve palazlanan yeni Türk
burjuvazisi, tttihat ve Terakkici komprador burjuvazinin bir kesimi, ağaların, büyük
toprak sahiplerinin, toptancı tüccarların, tefecilerin bir kısmı, memurların ve
aydınların en üst
ve imtiyazlı tabakasindan oluşuyordu. İkinci
kamp ise; tamamen tasfiye edilemeyen eski komprador büyük burjuvazinin, ağaların, büyük
toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların başka bir kesimi,saray
mensupları, din adamları, eski ulema sınıfı artıklarından meydana geliyordu. Milli
karakterdeki orta burjuvazi de, bu kamplardan birincisinde, CHP ve iktidar safında yedek
kuvvet olarak yer alıyordu. İkinci kampa mensup olanlar örgütlenme imkânına
kavuştukları zaman, Terakkiperver Fırka’da, ve Serbest Fırka’da örgütlendiler;
bu imkânı bulamadıkları zamanlarda ise, CHP içinde yuvalandılar. İkinci kampta,
hilafetçi ve padişah unsurlar (eski feodal bürokrasi, ulema artıkları, din adamları,
vs...) da vardı. Fakat bunlar, ne o zaman, ne. de daha sonra, mensup oldukları siyasi
kamp hakim unsurları olamadılar. Hakim olanlar, komprador büyük burjuvazi ile bir kısım
toprak ağaları, tefeciler, vurguncu tüccarlar, vs... idi. Aynı hilafetçi unsurlar,
tali bir güç olarak DP ve AP içinde yer aldılar. Daha sonraları bunlar MNP’yi
kurduklarını hepimiz biliyoruz. Yani bu iki hakim kamp arasındaki mücadele, başından
beri, esas olarak cumhuriyet temeli üzerinde kalmak üzere, komprador
büyük burjuvazi ve toprak ağaları arasında bir iktidar mücadelesi olarak cereyan
ediyordu; Sultanlığı ve hilafeti geri getirmek isteyenlerle cumhuriyetçi burjuvazi
arasında, karşı - devrim ve devrim taraftarları arasında değil. Bu dönem geride
kalmıştı artık! Tekrar edelim ki, bu emelleri besleyenler de vardı, ama onlar,
dediğimiz gibi, kamplardan birine yamanmış, zayıf ve tali bir güçtü. Devrimle karşı
- devrim arasındaki mücadele artık, cumhuriyetçilerle Sultancı ve hilafetçiler arasında
değil, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının ‘‘diktatörlüğünü
bir burjuva cumhuriyeti çerçevesinde devam ettirmek isteyenlerle, bundan menfaati olan sınıflarla,
bir işçi - köylü diktatörlüğü, bir Demokratik Halk Cumhuriyeti kurmak isteyenler
ve bundan menfaati olan sınıflar arasındaydı. Bir
yandan hakim sınıfların kampı arasındaki mücadele, öte yandan halk sınıflarıyla
bunların tamamı arasındaki mücadele devam ederek, İkinci Dünya Savaşı yıllarına
gelindi. Bu arada, CHP’ne ve iktidara hakim olan gerici klik, önce İngiliz -
Fransız emperyalistleriyle, 1935’lerden itibaren de değişen dünya şartlarının
zorlamasıyla Alman empeıyalistleriyle işbirliği ne girişti. Daha sonra,
İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında olan şudur: Faşist Alman emperyalistleri, Türkiye’ye
tamamen hakim olmuşlardır. CHP’ne hakim olan klik, tamamıyla ve kesinlikle Alman
emperyalistlerinin elinde bir oyuncak haline, onların uysal bir kölesi haline gelmiştir.
Bu klik, Hitlerci faşist zorbalık ve hükümet etme metodlarını Türkiye’de de
uygulamaya girişmiştir. Bu klik, dünya çapındaki kamplaşmada Alman faşizminin
safinda yer almıştir. Açıkça onun safında savaşa girmediyse, buna sebep, dünya
çapındaki güçler dengesinin buna müsait olmaması, Sovyetler Birliği’ndeki
sosyalist iktidarın baskısı, savaşın Alman emperyalizminin aleyhine dönmesi, vs...
dir. Eğer şartlar elverişli görseydi, bü klik, aynen İttihat ve Terakkici selefleri
gibi, Almanların safında savaşa girmekte bir an bile tereddüt etmezdi. Dünya güçler
dengesi, onun bu isteğini kursağında bıraktı. Saraçoğlu Hükümetinin kurulması,
sadece bir gelişımenin, Alman işbirlikçiliği yolunda 1935’lerden beri atılan
adımların tabii ve kaçınılmaz sonucudur. Yani bu gelişme, kesin bir Alman işbirlikçisi
iktidarın gerçekleşmesiyle, doruğuna ulaşmıştır. Şefik Hüsnü de doğru olarak,
Saraçoğlu Hükümetinin, "Türk burjuvazisinin çoğu Alman sermayesiyle
karışmış en mütereddi vurguncu tabakalarının ve büyük toprak sahiplerinin
menfaatlerini korumak prensibine olan bugün dört elle sarılmış" olduğunu ve bu
prensibi, "ilk günlerden beri mihenk edindiği"ni söylüyor. Yine Şefik Hüsnü,
"bir taraftan Halk Partisi’nin idare edici kadrosu, başta Saraçoğlu ve
arkadaşları olmak üzere şüphe götürmez bir tarzda Sovyetler’e aleyhtar ve Londra’nın
Sovyetler Birliği ile dostluk ve işbirliği siyasetine açıktan açığa hasımdır.
Bundan ötürü, iki büyük Anglo - Sakson demokrasisi de, Türk hükümetinin ömrünü
bir gün bile uzatmaya yardım etmek şöyle dursun, idare mekanizmasının
demokratlaştirılması hususunda nüfuzlarını kullanmak suretiyle, içerdeki
demokratlar cephesini desteklemek zorundadırlar" derken; bu
"demokratlaştırma"nın mahiyetini yanlış değerlendirmekle birlikte, doğru
bir teşhis koyuyor. Burada,
şafak revizyonistlerinin bir türlü kavrayamadığı çok önemli bir noktaya geldik.
Daha sonra DP’yi meydana getirecek olanlar, CHP içindeki bu Almancı hakim klik değil,
tersine bu hakim kliğe karşı öteden beri, Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka dönemlerinden
beri mücadele edenlerdir. Bunların öteden beri savunduklan "çok parti" ve
"serbest seçim" sloganlan, yeni tarihi şartlarda, CHP’nin faşist Alman
emperyalistlerinin kesin işbirlikçisi haline gelerek, daha da faşist bir hüviyet
kazandığı şartlarda, kötülerin iyisi haline gelmiştir. Bu talepler, yani "çok
parti" ve "serbest seçim" vs., aynı yıllarda reformcu orta burjuvazinin
de talepleridir. Bir orta burjuva hareketi olmaktan ileri gidemeyen TKP de, aynı
yıllarda, buna benzer şeyler iştemektedir. Yeni tarihişartlarda, tarihimizde yeni bir
olay ortaya çıkmıştır. Öteden beri hakim sınıflar arasındaki kamplaşmada, CHP’ne
ve iktidara hakim olan kliğin tarafmda yer alan reformcu orta burjuvazi, yeni şartlarda
geniş ölçüde ikinci kampa geçmiştir: Böylece, TKP’den başlayarak DP ve MP’ne
kadar uzanan bir cephe meydana gelmiştir. şefik Hüsnü’nün, "İçerdeki
Demokratlar Cephesi" dediği şey budur. Bu yıllarda TKP üyeleriyle bazı
DP’lilerin (veya sonradan DP’li olacak kimselerin) ve MP’nin ilk başkanı olan
Fevzi Çakmak’ın aynı örgütler içinde olmalarının ve olabilmelerinin sebebi de
budur. Bir
komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz.
Komünist hareket, ikisi de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele
eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi
hesabına azami derecede fayda saglamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi
tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir,
bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık
çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hakim sınıflar
arasındaki bu boğuşma, her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi,
bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında
durmadan değişen kuvet dengesine, iktidara hangi kliğin hakim olduğuna, iktisadi ve
siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır. İkinci
Dünya Savaşı’nın başlarmdan DP iktidarının ilk dönemlerine kadar devam eden
evrede olanlar kısaca şudur: CHP’nin her bakımdan faşist Alman
Emperyalistleriyle işbirliğine ve koyu bir faşizme kayması, CHP
karşısında saf tutan gerici kliğin, nispeten daha ileri bir
rol oynar hale gelmesi, orta burjuvazinin birinci kamptan
koparak ikinci kampa katılması. Çin’de Guomindang’ın Japon
emperyalizmine ve Japon işbirlikçilerine karşı oynadığı rolün bir benzerini, o yıllarda
Türkiye’de de DP ve diğer muhalif hakim sınıf partileri (bu partiler yokken \ de,
bunları oluşturacak çevreler mevcuttu), Alman faşizmine ve CHP’ne karşı
oynamışlardır. Bir benzerini diyoruz, çünkü, şartlar iki ülkede farklı farklı
idi. Ülke
içindeki bu kuvvet mevzilenmesi, dünya çapında- ki mevzilenmeyle de birbirini
tamamladı. İngiliz - Fransız Amerikan emperyalistleri, Alman ve Japon faşist
emperyalistlerine karşı, Sovyetler Birliği ile ittifak kurmak zorunda kalmışlardı. Türkiye’de
iktidar, Alman emperyalizminin uşaklarının elinde olduğu için, Türkiye’deki
muhalefet cephesiyle İngiliz - Fransız - Amerikan emperyalistleri ve Sovyetler Birliği
arasında da tabii bir ittifak doğdu. Bu ittifak, elbette çelişmeli bir ittifaktı. ABD
ve İngiliz emperyalistleri, Türkiye’de ittifakın diğer güçlerine karşı,
kendilerine en
yakın
buldukları komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalarını destekleyeceklerdi; Çin’de
ÇKP’ye karşı Guomindang’ı destekledikleri gibi... İkinci Dünya Savaşı
yıllarında ve savaştan sonra dünya çapında ABD emperyalizmi nasıl
"demokrasi" havariliğine çıktıysa, Türkiye’de de DP ve onun kadrosu,
"demokrasi" havariliğine çıktı. CHP’nin faşist uygulamalarına karşı
bayrak açtı; orta burjuvaziyi ve bir kısım halk tabakalarını çevresinde toplamayı
başardı. Bunda TKP’nin yanlış politikasının da büyük bir payı vardır. TKP,
daha önce nasıl iktidar partisinin kuyruğuna takılmışsa, bu kez de büyük muhalif
partinin (DP’nin) kuyruğuna takıldı. Bağımsız bir halk hareketi yaratamadı! O
yıllarda DP’nin orta burjuvaziyi ve bir kısım halk tabakalarını çevresinde
toplayabilmesinde, bunun rolü oldu. Halkın, Alman faşizminin kuklası CHP iktidarına
kızgınlığı, DP’nin barajına akıtıldı. Böylece 1950’de komprador büyük
burjuvazinin ve toprak ağalarının Alman faşizmine bağlı kliği iktidardan inerken,
Amerikan emperyalizmiyle işbirliğine girişen bir başka kliği, iktidarı ele geçirdi.
Bunda, Alman emperyalizminin savaşta yenilmesinin ve ABD emperyalizminin savaşın
galipleri arasında bulunmasınm çok önemli rolü vardır. 1950’de
DP’nin başa geçmesi, ne devrimdir, ne de karşı devrimdir. Hakim sınıfların
öteden beri devam edip gelen iki siyasi kliği arasında bir iktidar değişikliğidir.
Öte yandan bu değişiklik, Alman emperyalizmine bağımlı, tek partili askeri faşist
diktatörlüğün yerine, daha çok sivil gerici kuvvetlerden destek alan, Amerikan Emp
ryalizmine bağımlı "çok partili" diktatörlüğü getirmiştir. İkınci Dünya
Savaşı yıllarında iyice palazlanan vurguncu tüccarların, müteahhitlerin, yüksek
tarım fiyatları politikasıyla güçlenen toprak ağalarının ve büyük toprak
sahiplerinin hepsinin, ele ele vererek DP’de yer aldıkları kesinlikle yanlıştır.
Bunların bir kısmı DP’yi desteklemiş olsa bile, esas itibariyle bunlar, CHP’nde
yer almışlardır. O dönemde vurgunculukla palazlananların birçoğunun; bugün taşrada
CHP "göbekçileri"nin en fanatik dayanakları olduğuna şahsen şahit
aluyoruz. Eğer öyle olmasaydı, bugün CHP’nden nasıl olup da bir MGP doğduğunu,
MGP’nin ayrılmasına rağmen, nasıl olup da hâlâ CHP’nde "ortanın göbekçisi"
denilen hir komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının temsilcilerinin mevcut
olduğunu açıklaya mazdık. DP, iktidarı ele geçirdikten sonra, daha bir süre,
reformcu orta burjuvazi, .onun safında kalmıştır. Nadir Nadi, DP’nin seçim
propagandalarına katılan demokrat aydınlardan biridir. Ve daha ona benzer birçok aydın
o yıllarda DP sempatizanıdır. Reformcu orta burjuvazinin görüşlerini
yansıtan yayınlarda, DP’nin ilk başlarda "iyi" olduğu, fakat sonradan
bozulduğu iddialarına sık sık rastlanır. DP, Amerikan emperyalizminin dümen suyunda,
halka ve aydınlara karşı CHP’nden daha aşağı kalmayan azgın bir saldırıya
girişince, Türkiye’yi ABD emperyalizmine peşkeş çekince, NATO gibi ABD
emperyalizminin saldırgan aleti olan örgütlere Türkiye’yi sokunca, Kore’de halkımızı
haksız ve gerici bir savaşta kırdırınca, milli bir karakter taşıyan orta burjuvazi
ve demokrat aydınlar, DP’den soğumaya ve uzaklaşmaya, CHP’ne doğru dümen kırmaya
başlamıştır. Bağımsız ve güçlü bir halk hareketinin yokluğu yüzünden, orta
burjuvazi ve onunla birlikte emekçi halkımız, komprador büyük burjuvazinin ve toprak
ağalarının iki kliği arasında savrulmuş durmuştur. Türkiye’nin tarihi gerçegi
budur. Zaman zaman orta burjuvazi bağımsız bir siyasi hareket olarak kendini göstermişse
de, önemli bir varlık olamamıştır. 1946’da kurulan Esat Adil’in Türkiye
"Sosyalist" Partisi ve benzeri partiler, sosyalizm maskeli reformcu burjuva
partileridir. TSEKP de, reformcu orta burjuva partilerinin değişik
bir tonunu yansıtır. 1954’te çıkıp sönen Vatan Partisi de
öyledir. Kominist hareket, TKP içinde, burjuva reformizminin dalgaları arasında
eritilmiş ve boğulmuştur. Küçük - burjuva muhalefeti de, orta
burjuva reformizminin bendine akmıştır. Orta burjuva reformizmi ise, kendini her an
komprador büyük burjuvaziye ve toprak agalarına gayet ucuza satmaya hazırdır.
Bunların siyasi sözcülügünü yaptığı sınıfın mensupları zaten, ellerine bir
imkân geçer geçmez, bu imkânı büyük burjuva saflarına katılmak için kullanmaktadır
ve bir kısmı da zamanla büyük burjuva saflarına katılmaktadır. Böyle bir sınıfın
temsilcileri elbette kararsız ve uzlaştıncı olacaktır. Burada
bir noktayı daha belirtelim: Komprador
büyük burjuvazi ve toprak ağaları elbette sadece, degişmez ve dondurulmuş iki siyasi
kamptan ibaret değildir. Bir defa, bu kampların birinden digerine geçiş daima mümkündür
ve öyle de olmaktadır. Öte yandan her kamp kendi içinde de mütecanis değildir.
Gericiler bir yığın çelişkilerle paramparça olmuşlardır. Ve bu parçaların her
biri digerinin gözünü oymaya hazırdır. Fakat, nispeten birbirine yakın menfaati
olanlar, daha derin menfaat çelişkileriyle ayrıldıkları parçalar karşısında
birleşmektedirler. İşte, gerici siyasi
kamplar böyle teşekkül etmektedir. Biz, Türkiye’de iki gerici siyasi kampın
varliğından bahsederken bu noktayı da akıldan çıkarmıyoroz. ÖZETLEYELİM:
1. Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nın sonundan itibaren komprador büyük burjuvazi
ve toprak agaları iktidara hakimdir. Fakat komprador büyük burjuvazi ve toprak agaları
iki büyük siyasi klige ayrılmıştır. İktidara ve devlet mekanizmasına hakim olan
klik, önce İngiliz - Fransız emperyalzminin, 1935’lerden itibaren de Alman
emperyalizminin işbirlikçillgini yapmıştır. İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar,
genel olarak orta burjuvazi de bu kliğin safında yeralmıştır. 2.
İkinci Emperyalist Dünya Savaşı yıllarında Alman işbirlikçisi hakim klik, koyu bir
faşizm uygulamasına ve vurgunculuk politikasına girişmiştir. Bu klik, içerde işçi
sınıfı dahil bütün demokratik güçlere, dışarda da SSCB’ne ve İngiliz -
Fransız - Amerikan blokuna karşı Alman faşizminin safında yer almıştır. Fakat dünyadaki
güçler dengesi ve SSCB’nin varlığı, bunların Alman faşistlerinin safında savaşa
katılmasına engel olmuştur. 3.
Öte yandan da daha sonra DP ve MP içinde örgütlenen, komprador büyük burjuvazinin ve
toprak ağalarının muhalif kliği, bunun peşinde de, o zamana kadar CHP saflarında
tali bir unsur olarak yeralan refomcu orta burjuvazi ve diğer demokratik unsurlar yer
almıştır. TKP’de bu kliğin kuyruğuna takılmıştır. Bunlar, dünya çapında
Amerikan İngiliz - Fransız blokuyla ve SSCB ile ittifak kurmuşlardır. İkinci Dünya
Savaşı, Alman faşistlerinin ve müttefiklerin yenilgisiyle bitince; Türkiye’de bu
blok güçlenmiştir. Fakat savaş sona erer ermez, ABD emperyalizminin destegiyle ve CHP’nin
Almancı faşist diktatörlüğüne halkın ve demokratik güçlerin duyduğu nefret
ustalıkla kullanılarak 1950’de DP iktidara getirilmiştir. 4.
Böylece Alman emperyalizminin uşağı olan komprador büyük buıjuvazinin ve toprak
ağalannın yerini, ABD emperyalizminin uşağı olan komprador büyük burjuvazinin ve
toprak ağaların iktidarı almıştır. Söz konusu olan şey, "savaş sırasında
vurgunculukla palazlanan büyük burjuvazi"nin "uluslararası sermayenin kanatları
arasına iyice girmesi" değil, Alman emperyalizminin "kanatları"nın
yerini ABD
emperyalistlerinin "kanatları"nın alması, Alman uşağı gericilerin yerini
de ABD uşağı gericilerin almasıdır. 5.
Proletaryanın ve küçük - burjuvazinin muhalefetini kendi bendinde boğan kararsız
orta burjuvazi, bu muhalefeti bir müddet DP’nin kuyruğuna taktıktan sonra, DP’nin
faşizan uygulamaları karşısında, tekrar muhalefetteki CHP katarına katılmıştır.
Proletarya önderliğinde, bağımsız ve güçlü bir- halk hareketinin yaratılamamış
olması, işçi sınıfının, emekçi halkın ve demokratik unsurların muhalefetini,
komprador büyük ‘burjuvazi ve toprak ağaları kliklerinin bazen birini, bazen
diğerini iktidara getirmeye yarayan bir kaldıraç gibi kullanılmasına yol açmıştır. 6.
Muhalefetteyken "demokrasi" havarisi kesilen komprador büyük burjuvazi ve
toprak ağası klikleri, iktidara geçtikleri zaman, en azıli halk düşmanı
kesilmişlerdir. İkinci
Dünya Savaşı yıllarında ve savaş sonrasında ülkemizin gerçekleri kısaca
bunlardır (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, Madde 8-10-l7’nin eleştirisi). -IV 1940’ların
faşist Hitlerci CHP, 1950’lerin ortasından itibaren "demokrasi"
havariliğine kalkmış, "hak", "adalet", "hürriyet" diye
bağırmaya başlamıştır. Öte yandan Amerikancı DP iktidarının ezdiği ve sefalete
sürüklediği kitleler, her türlü deınokratik hakları zorla gaspedilen demokrat
aydınlar ve orta burjuvazi arasında hoşnutsuzluk artmıştır. Kitleler devrimci bir
önderlikten yoksun oldukları için, onların DP iktidarına karşı muhalefeti,
yer yer parlayıp sönen, istikrarsız ve kendiliğinden gelme bir muhalefet olmaktan
ileri gidememiştir. Hatta kitlelerde, her başa geçenin kendilerine düşman olması,
kendilerini ezip soyması yüzünden bir umutsuzluk ve hiç kimseye güvenrrıeme eğilimi
bile belirmiştir. İşçilerin ve köylülerin kabaran isyancı öfkesini, aynı potada
birleştirip muazzam bir güç haline getirerek seferber edecek komünist bir önderlik
yoktur. TKP çökertilmişti. TKP döküntülerinden H. Kıvılcımlı’nm 1954’te
kurduğu Vatan Partisi, kitlelere sırtını dönmüş, Adnan Menderes köpeğini
"İkinci Kuva-i Milliyetçiliğimizin Önderi" olarak alkışlamakla meşguldür!
Önderlikten yoksun kitlelerin kendiliklerinden devrim yapmaları elbette beklenemezdi.
Onlar sadece dişlerini sıkıp, öfkelerini içlerine biriktirdiler ve zaman zaman da taştılar. Orta
burjuvaziye gelince: Bunların istedikleri, sınıf nitelikleri icabı "yazma hürriyeti";
"konuşma hürriyeti’.’ gibi, çok sınırli birtakım demokratik taleplerin
ötesinde geçmiyordu. Bütün sınırlılığına ve miyopluğuna rağmen, elbette bu
talepler de ilericiydi. Öte yandan, aynı şeyleri, kendisi için, muhalefetteki
komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği de istiyordu. Türkiye’de orta
burjuvazi ve bu sınıfa dahil edilebilecek demokratik aydınlar, oldukça güçlüdür.
Fakat, her yerde olduğu gibi oldukça da miyop, uzlaşıcı ve kararsızdır. Barışa
yatkındır. Fakat bu güçü arkasına takan büyük burjuva ve toprak ağaları kliği,
hasmını altedecek önemli bir’ koza sahip demektir. Yukardaki şartlar komprador
büyük burjuvazinin muhalefetteki kliği CHP ile orta burjuvazinin geniş kesimleri
arasında, "kısmi burjuva demokratik haklar" talebi, etrafında bir ittifakın
doğmasına yol açtı. CHP, muhalefetin önderliğini ele aldı ve orta burjuvazinin ve
gençliğin heyecanlı atılımını, kendi iktidarı yönünde ustalıkla kanalize etti.
27 Mayıs darbesiyle iktidarı ele geçirdi. Darbenin öncüleri, sadık lnönücülerdir.
Halkımız, "geldi İsmet, kesildi kısmet" diyerek, iktidara gelenin kim
olduğunu doğru teşhis etti: Halkın kastettiği, İnönü’nün şahsında
sembolleşen halk düşmanı gerici kliğin iktidarı ele geçirdiğidir. Hatta darbeciler
arasında Türkeş gibi komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarmın daha da
azgın gerici kliği temsil eden, fanatik milliyetçi, Hitler taslağı faşistlerde
vardır. Sonradan İnönücü ekip, bunların tasfiye etmiştir. Bu fanatik milliyetçi faşist
takım, ordunun, meclisi vs..: dağıtarak kesinlikle ve doğrudan doğruya iktidarı
eline alması, "astığım astık, kestiğim kestik" bir faşist diktatörlük
kurulması taraftarıydılar. Bizim M. Belli gibi revizyonistlerimiz için, bunların
tasfiye edilmesi ve seçimlere dönülmesi, "devrim"in gerilemesidir. Büyük
burjuvazinin ve toprak ağalarının akıllı(!) ve tecrübeli önderi ve kıdemli halk düşmanı
İnönü ve onun
taraftarları bu yolu tutmak istemediler. Çünkü bu yol, onların muhtaç olduğu orta
burjuvazirun desteğini bir çırpıda kaybetmek demek olacaktı. Çünkü böyle bir faşist
diktatörlük, orta burjuvazinin uğrunda mücadele ettiği "kısmî burjuva
demokratik hakları" da silip süpürmek zorundadır; bu ise kendilerini en kuvetli
dayanaklarından mahrum bırakırdı. Öte yandan, orta burjuvazinin hızı henüz
kesilmemişti; onun atılimını kendi iktidarları için ustalıkla kullananlar,
iktidarı ele geçirdikten sonra, bu hızı kesmek için, onu cepheden karşılamadılar.
O zaman kolları burkulabilir, bilekleri incinebilir, kendileri sendeleyebilirdi. Bu
tabiat kanununu ustalıkla politikaya uyguladılar, hareketin doğrultusuna kendilerini
uydurarak, onu önce yavaşlattılar, sonra da
durdurdular. Yarı orta burjuvazinin sınırlı taleplerini de içerene bir anayasa hazırlayarak,
bir yandan daha ileri bir atılımı boğup kendi iktidarlarını muhafaza ettiler. Öte
yandan da, orta burjuvazinin desteğini korudular. Hakim smıfların politik mücadelelerle
iyice parçalandığı ve birbirleriyle silahli çatışmalara gırdiği dönemler, onlar
açısından korkulu dönemlerdir. İnsiyatifleri ve kontrolleri son derece zayıflar. Bu
yüzden, böyle dönemlerin uzamasını istemezler. 27 Mayıs darbesine önderlik eden
gerici kliğin de yaptığı budur. Bir
orta burjuva akımı olan TİP hareketi; işte böyle bir ortamda, orta burjuvazinin hızını
henüz kaybetmediği bir ortamda doğdu. Sonradan kendisine "sosyalizm" maskesi
takacak olan bu akımın, Anayasa’nın sınırlarıru biraz zorlayan reformist talepleri
bile, kitlelerde, gençlik ve aydın safındada büyük ilgi ve destek gördü. CHP,
gençliğin ve aydınların desteğini kaybetmeye başladı. Bunun üzerine gerici klikler
telaşa düştüler. Birbirlerini suçlamaya giriştiler. DP’nin yerini
alan AP, bütün bu belâların ‘başımıza" İnönü tarafından sarıldığinı
ileri sürerek saldırıya geçti. İnönü, büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının
bu usta sözcüsü, kendi tabiriyle, "sola duvar çekmek için" "CHP’nin
ortanın solunda olduğunu ve kırk yıldır öyle olduğunu" ilan etti! İşte,
gerici kliklerin kendi aralarındaki mücadelenin, bazen uzlaşarak, bazen hırlaşarak,
ama şiddetli siyasi ve iktisadi buhranlarla gittikçe kızışarak sürüp gittiği böyle
bir ortamda, fabrikalarda ve köylerde yeni, taze, canli bir halk hareketi filizlenmeye başlıyordu. Kahraman
işçi smıfımızın, fedakâr köylülerimiz’ın ve yigit gençligin çığ gibi yükselen
mücadelesi; hızla yayılan Marksist - Leninist eserler, Çin’de Başkan Mao’nun
önderliğinde yer alan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan etkileri,
bütün bunlar, ülkemizin toprağında yığınların mücadelesine önderlik edecek
genç bir komünist hareke fışkırmasına elverişli ortamı hazırliyordu. Yığınların
mücadelesini, gerici kliklerin bazen birini, bazen diğerini iktidara getiren bir
kaldıraç olmaktan kurtaracak olan, bu mücadeleyi muzaffer bir halk devrimine donüştürecek
olan, kitlelerin şiddetle ihtiyaç duyduğu komünist bir önderliktir. ŞAFAK
REVİZYONİZMİNİN YANILDIĞI NOKTALAR: 1.
Milli Kurtuluş Savaşımız, Şafak revizyonizminin sandığı gibi, milli
burjuvazinin önderliğinde değil, komprador Türk büyük burjuvazisinin, toprak
ağalarının, tefecilerin önderliğinde yürütülmüştür. Milli karakterdeki orta
burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’na, önder olarak değil, komprador Türk büyük
burjuvazisinin ve toprak ağalarının yedek gücü olarak katılmıştır. Kurtuluş
Savaşı içindeki etki ve nüfuzunu da savaştan sonra adım adım kaybetmiştir.
Savaşın bütün ağırlığını omuzlarında taşıyan halk kitlelerinin devrimci gücü,
büyük potansiyeli, bir devrimden, öcüden korkar gibi korkan Kurtuluş Savaşı’nın
burjuva ve toprak ağası önderliği tarafından boğulmuş; kösteklenmiş, savaştan
sonra da her fırsatta kanla ve zorbalıkla bastırılmıştır. 2.
Kurtuluş Savaşımızın yer aldığı çağ, Şafak revizyonistlerinin dediği gibi,
"proleter devrimleri ve’ milli kurtuluş savaşlan çağı" değil,
"proleter devrimleri çağı"dır. Ekim Devrimi bütün dünyada "proleter
devrimleri çağı"nı açmıştır. Geri ülkeler de dahil, dünyanın her yanında
burjuvazi, devrimden korkar hale gelmiştir. Bu
nedenle, burjuvazi herhangi bir devrime önderlik etmek bir yana, bizzat devrime köstek
olmaya, devrimin ilerlemesini engellemeye koyulmuştur. Dünyada, proletarya önderliğinde
yeni - demokratik devrimler ve sosyalist devrimler yer almaya başlamıştır. Bunun içindir
ki, Büyük Ekim Devrimi’nin başlatığı çağ, "proleter devrimleri çağı"dır.
Mao Zedung yoldaşın işaret ettigi gibi, Kemalist devrim, bu çağda yer almasına
rağmen, proleter dünya devrimlerinin bir parçası değil. Şafak revizyonistleri,
"proleter devrimleri çağı"na, bir de "milli kurtuluş savaşları çağı"
ibaresini ekleyerek, Kemalist devrimin, o çağda yer alan devrimlerin tipik bir örneği,
tabii ve normal bir parçası olduğunu ispatlamaya çalişıyorlar; yani Mao Zedung
yoldaşı yalanlamaya çalişıyorlar. Böylece, Şafak revizyonistlerinin Kemalizm
hayranliğı ve dalkavukluğu kendini ele veriyor... 3.
Kurtuluş Savaşımız, Şafak revizyonistlerinin iddia ettiği gibi, "Asya’nın
ezilen halklarına" değil, Asya’nın korkak burjuvazisine ve bir de emperyalist
ülkelerin mali - oligarşisine "cesaret ve umut vermiştir". Asya’nın korkak
burjuvazisi, Kemalist devrimde kendi gerici emellerinin gerçekleştiğini görmüştür;
köklü bir anti - emperyalist ve anti - feodal devrim olmadan, kitlelerin devrimde hakim
rolü olmadan, yerli hakim sınıfların çıkarlarını zedelenmeden, burjuvazi ve toprak
ağalarını da rahatsız eden sömürge yapıyı tasfiye etmek, fakat, öte yandan
emperyalist ülkelerle işbirliğine devam etmek, yarı - sömürge yapıyı devam
etttirmek, emperyalistlerle el ele ülkeyi talan etmek ve kitlelerin köklü bir devrim
isteğini emperyalistlerle birlikte boğmak ve bastırmak: Bu, köklü bir devrimden tir
tir titreyen Asya’nın burjuva ve toprak ağası sınıflarının istediği şeydir.
Nitekim Çin’de burjuvazi ve toprak ağaları, Kemalist Devrimin bir benzerini gerçekleştirmek
için can atmıştır. Fakat Mao Zedung yoldaş, bu yolun çıkmaz olduğuna ta o zaman
işaret etmiştir. Kemalist Devrimden, emperyalist ülkelerin mali oligarşisi de cesaret
bulmuştur. Çünkü böylelikle, köklü bir halk devriminin önüne geçmek, geri
ülkelerin yarı - sömürge bağımlıliğını devam ettirmek imkânı açılmıştır
önünde. "Asya’nın ezilen halkları", işçi - köylü yığınların
ezilmeye ve sömürülmeye devam ettiği, feodal sömürünün ve zulmün bütün
şiddetiyle devam ettiği, emperyalist devletlere yarı - sömürge bağımlilığın
devam ettigi bir "devrim"den ne diye "cesaret ve umut" alsınlar?
Ezilen halklara cesaret ve umut veren devrim, Çin Devrimi’dir, Vietnam Devrimi’dir.
Kemalist Devrim, kitlelerin, nasıl kurtulamayacağının örneğidir. Çin ve Vietnam
devrimleri ise, kitlelerin gerçek kurtuluşa nasıl ulaşacaklarının örneğini
vermiştir ve vermektedir. 4.
Şafak revizyonistleri, Milli Kurtuluş Savaşı’yla komprador burjuvazinin bütünüyle
tasfiye edildiğini iddia ediyor lar ki, bu Türkiye gerçeklerine tamamen aykırıdır.
işaret ettiğimiz-gibi, yıkılan, komprador burjuvazinin sadece bir kesimidir. Ve
özellikle azınlık milliyetlere mensup olanlardır. Komprador burjuvazinin bir başka
kesimi ise ( ttihat ve Terakki içinde palazlanan Türk büyük burjuvaları), toprak
ağalarnın bir kesimiyle birlikte, Kurtuluş Savaşı’nın önderliğini ele geçirmiş,
hakim mevkiye yükselmiştir. 5.
Kemalist iktidar, şafak revizyonistlerinin iddia ettigi gibi, "siyasi bakımdan
bağımsız bir milli burjuva diktatörlüğü" değil, komprador nitelikteki Türk büyük
burjuvazisinin ve toprak ağalarının bir kesiminin emperyalizme yarı - bağımlı
diktatörlüğüdür... Şafak revizyonistlerinin iddiası; hem sosyalizmin genel teorisine
aykıridır, hem de ülkemizin gerçeklerine ters düşmektedir. Sosyalizmin genel
teorisine aykırıdır, çünkü, artık geri ülkelerde genel bir kural olarak, siyasi
bakımndan bağımsız milli burjuva diktatörlükleri mümkün değildir. Mao Zedung
yoldaş, daha 1926 yılında şunu belirtmiştir: "Bu
sınıf [orta burjuvazi) , siyasi bakımdan, tek bir sınıfın yani milli burjuvazinin
hakimiyeti altında bir devletin kurulmasından yanadır... Ancak, bu sınıfın milli
burjuvazi hakimiyeti altında bir devlet kurma teşebbüsü hemen hemen imkansızdır
(abç). Çünkü bugün dünyada iki büyük güç, devrim ve karşı - devrim bir ölüm
~ kalım mücadelesi içine girmiş bulunmaktadır. Her iki taraf da birer büyük sancak
dalgalandırmaktadır. Bunlardan bir tanesi Üçüncü Enternasyonal’in dalgalandırdığı
ve bütün ezilen sınıfların
etrafında toplandığı devrimin kızıl sancağı; diğeri ise Cemiyeti Akvamin
dalgalandırdığı ve dünyadaki bütün karşı devrimcilerin etrafında toplandığı
karşı - devrimin beyaz sancağıdır. Ara sınıflar, bir kısmının sola dönerek
devrime, diğerlerinin ise sağa dönerek karşı - devrime katılmasıyla, hızla
dağılmaya mahkûmdurlar. Bu sınıfların bağımsız katmaları imkânsızdır.
Dolayısıyla Çin’deki orta burjuvazinin kendisinin önder olacağı bir ‘bağıms
devrim düşüncesi boş bir hayaldir" (abç) (Seçme eserler, I. Cilt,
l. Kitap, ş. 19-20). Mao
Zedung yoldaşın sözleri, Büyük Ekim Devrimi’nden sonra açılan proleter devrimleri
çağı için genel geçerliliği olan sözlerdir. Şafak revizyonistleri, "boş bir
hayal" olan şeyi, gerçek gibi göstermekle, sosyalizmin genel teorisini açıkça
ve alçakça çiğniyorlar. Şafak
revizyonistlerinin, "Kemalist iktidarın siyasi bakımdan bağımsız bir milli
burjuva iktidarı olduğu" tezi, Türkiye’nin gerçeklerine de aykırıdır.
Şnurov yoldaştan aktardığımız deliller, Kemalist iktidarda feodalizmin söz ve
nüfuz sahibi olduğunu, Kemalist iktidara ortak olduğunu yeterince kanıtlamaktadır.
Kemalist iktidarın ayrıca emperyalistlerle hem iktisadi, hem de siyasi alanda
işbirliği halinde olduğunu da yeterince kanıtlamaktadır. Kemalist iktidar,
işçilere, köylülere karşı emperyalist şirketlerin menfaatlerini korumaktadır.
Kemalist iktidar, emperyalistlerin teveccühünü , kazanmak için devrimcilere saldırmaktadır.
Emperyalist yatırımlar devam etmektedir. Türkiye’deki sermayenin büyük çoğunluğu
İngiliz - Fransız ve Alman emperyalistlerine aittir. Hükümet üyeleri emperyalist
şirketlerle müşterek yatırımlara girişmektedir.Bunlar gerçeklerdir, Şafak
revizyonistlerirun iddiası ise "boş bir hayaldir". Şafak
revizyonistleri, Kemalist diktatörlüğün bağımsız bir milli burjuva iktidarı
olduğunu iddia etmekle kalmıyorlar, günümüzde de, milli burjuva iktidarlarını genel
bir kural olarak mümkün görüyorlar ve hatta bu gibi iktidarların artmakta olduğunu
iddia ediyorlar. Burada bu nokta üzerinde durmuyoruz. Şu kadarını belirtelim ki,
Şafak revizyonistleri, bu gibi iddialarla gizli askeri darbecilik emellerine dayanak
sağlamaya çalişmaktadırlar. 6.
Şafak revizyonistleri, "iktidarı ele geçiren yeni Türk burjuvazisi büyümek ve
zenginleşmek için, devlet eliyle milli buıjuvazi yaratmaya girişmiştir"
diyorlar. Söz konusu olan şey, devlet eliyle milli burjuva yaratmak değil, bütün
devlet imkânlarını, iktidardaki komprador büyük burjuva ve toprak ağası
sınıflarının gelişip güçlenmesi" palazlanması için kullanmaktır. Şafak
revizyonistleri, yukarıdaki tahlilleriyle, bir yandan Kemalist iktidarının
uygulamalarını yanlış değerlendiriyorlar, öte yandan da bütün modern
revizyonistlerin, TİP, D. Avcıoğlu, M. Belli revizyonistlerinin Kemalist iktidara yönelttikleri
eleştiriyi aynen benimseyerek, Leninist devlet teorisini çigniyorlar.
Kemalist iktidarın uygulamalarını yanliş tahlil ediyorlar, çünkü Kemalist iktidarın
yaptığı "milli burjuva yaratmak" değil, komprador büyük burjuvazi ve
toprak ağaları sınıflarını, bütün devlet imkânlarını seferber ederek güçlendirmektir.
Leninist devlet teorisini çiğniyorlar, çünkü; devlet onu elinde tutan sınıfların
baskı ve sömürü aracıdır, başka bir sınıfı yaratmak için asla kullanılamaz,
tersine başka sınıfları baskı altına almak, ezmek, sömürmek için kullanılır.
Modern revizyonistlerin; Kemalist hareketi değerlendirmeleri ve Kemalist iktidara yönelttikleri
eleştiri şöyledir: Milli Kurtuluş Savaşı’nın önderliğini, Türkiye’de buıjuvazi
mevcut olmadığı için(!) asker sivil - aydın zümre yapmıştır (bazı
revizyonistler, "asker - sivil - aydın zümre" yerine, "ilerici
demokratlar", "devrimci demokratlar", "millici güçler",
"vurucu güç", "zinde kuvvetler", "dinç kuvvetler", vs...
de diyorlar). Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden bu zümre, iktidarı ele geçirmiştir(!).
Bu zümre kapitalist olmayan kalkınma yolunu benimseyerek; bu yoldan
Sosyalizme gidebileceği(!) gibi kapitalist kalkınma yolunu da benimseyebilir. işte,
"asker-sivil - aydın zümrenin iktidari(!) olan Kemalist iktidar; kapitalist
olmayan yoldan sosyalizme gitmek(!) yerine, kapitalist kalkınma yolunu
benimsemiş, bu amaçla devlet eliyle milli burjuva yaratmaya" girişmiş(!), bu yüzden
de Türkiyemiz gerilikten kurtulamamış, kalkınmayı başaramamıştır(!).
Revizyonistlerin zincirleme mantığı budur.Revizyonistlerin "kapitalist olmayan
yoldan sosyalizme varmak" dedikleri şeyi, burjuva hükümetlerinin, tedrici devletleştirmeler
yoluyla adım adım devlet patronluğuna dayanan, devlet kapitalizmini gerçekleştirmeleridir;
onların sosyalizm dedikleri şey, üretim araçlarının ve toprakların devlet mülkiyetinde
olduğu, devlet kapitalizmidir. Yani bugün Sovyetler Birliği’nde ve bütün
Doğu Avrupa ülkelerinde yürürlükte olan sistemdir. Engels, çok önceden kapitalizınin
bu çeşidiyle sosyalizm arasındaki farka dikkati çekmiştir. "Sosyal
Demokrat [Komünist] Parti’nin devlet sosyalizmi denen şeyle; mali amaçlarla devlet
tarafından devlet ‘sömürü sistemiyle,özel müteşebbisin yerine devleti kovan ve böylelikle
iktisadi sömürüsüyle siyasi baskı iktidarını birleştiren sistemle hiç bir ortak
yanı yoktur" (Gotha ve Erfurt Prograınının Eleştirişi, s. 104). Revizyonistlerin,
"kapitalist kalkınma yolu" dedikleri de, özel müteşebbise dayanan
kapitalizmdir. İşte revizyonistler, gerçekte Kemalist iktidarı, "devlet
sosyalizmi denen şeyi benimsemediği için", "özel müteşebbise" dayanan
kapitalizmi benimsediği için ve devlet imkânlarını özel teşebbüsün eline verdiği
için eleştiriyorlar. "Devlet eliyle milli burjuva yaratma" eleştirisinin
aslı astarı budur. Bu eleştiri, bir kere "milli burjuvazinin mevcut
olmadığı" varsayımına dayanmaktadır ki, Şafak revizyonistleri de dolayli
olarak bunu benimsemiş oluyorlar. İkinci olarak bu eleştiri, devleti, sınıflar üstü
bir şey olarak görmekte, bir sınıfın elinde olduğu halde, bir başka sınıfın amaçlarına
hizmet edebilecek bir şey olarak görmektedir ki, şafak revizyonistleri bunu da
benimsemiş oluyorlar. Üçüncü olarak bu eleştiri, özel teşebbüse dayanan
kapitalizmin yerine, devlet patronluğuna dayanan devlet kapitalizmini savunmaktadır ki,
Şafak.revizyonistleri, dolaylı olarak bunu da benimsiyorlar. Devlet
teorisi üzerine durmadan gevezelik eden şafak revizyonistlerinin, sıra pratik bir
meselenin çözümüne gelince, nasil sınıflarüstü devlet teorisine sarıldıklarını
görüyorsunuz. Leninist devlet teorisini ağızlarında biraz daha az geveleseler, ama
kavramak için biraz daha fazla çaba harcasalardı, bu zırvalıkları savunmazlardı. 7.
şafak revizyonistleri, "Kemalist burjuvazinin halk üzerindeki diktatörlüğü,
milli burjuvazinin karakteri icabı emperyalizmle ve feodalizmle uzlaştı"
diyorlar. Kemalist diktatörlüğün milli burjuva iktidarı olmadığına,
komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarı olduğuna işaret ettik;
bu nedenle emperyalizmle uzlaşması değil, işbirligi etmesi söz
konusudur. Feodalizmle uzlaşma ifadesi ise, büsbütün saçmadır,
çünkü burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren feodalizmle ittifak
halindedir. Kurtuluş Savaşı’nın önderliği bu ittifakın elindedir, iktidar
başından itibaren burjuvazi ve toprak ağaları ittifakının müşterek iktidarıdır. Şafak
revizyonistleri, "uzlaşma" terimiyle, "işbirliğ’ı" terimini
bilinçli olarak birbirinden ayırmıştır. "Uzlaşma", bilindiği gibi,
devrimci ve ilerici olan bir sınıfın, bazı tavizlerde bulunmasıdır.
Uzlaşma, bazı şartlarda doğru ve gerekli olduğu halde, bazı şartlarda yanlış ve
zararlıdır,-Lenin, "Sol Komünizm" kitabında bu iki uzlaşma çeşidini
birbirinden ayırır; işçi sınıfının da, yerine ve şartlarına göre, birinci çeşit
uzlaşmalara gireceğini ve girmesi gerektiğini savunur, ilke olarak uzlaşmayı
reddedenleri eleştirir, ikinci çeşit uzlaşmayı ise, sert bir dille yerer. Genellikle
küçük - burjuvazi ve milli burjuvazi, ilerici bir tarihi rol oynadıkları zamanlarda,
bu çeşit zararlı uzlaşmalara sık sık girerler. Bu, onların sınıfsal
niteliklerinden gelir. Bu gibi durumlarda, bu uzlaşmacılık eğilimiyle mücadele etmek,
küçük - burjuvazi ve milli burjuvaziyi daha kararlı çizgiye çekmek ve onlarla
ittifak kurmaya ve bu ittifakı korumaya çalışmak gerekir. Çünkü bu uzlaşma
eğilimleri, devrimin başarısını geciktirdiği veya sekteye uğratığı için, bizzat
küçük - burjuvazinin ve milli burjuvazinin (hiç değilse bunların önemli bir kısmının)
menfaatlerine de aykırıdır. Oysa, T’ürkiye’de kullanıldıği şekliyle işbirliği
başka bir şeydir İşbirlikçi burjuvazi, Marksist - Leninist ‘ literatürdeki
"komprador burjuvazi"nin karşılığıdır. Komprador burjuvazinin en küçük
bir devrimci niteligi yoktur. Yabancı emperyalistlerin ülkeyi talan etmesinden bunlar
zarar değil, fayda görürler, çünkü kendileri de bu talandan uygun bir pay alırlar.
Bunlarla emperyalist efendileri arasındaki çelişki, emperyalistlerin ülkeyi talan
etmesinden değil, bu talandaki hisselerin azlığı, çokluğu meselesinden doğar.
Bunlar, efendileriyle paylarını arttırmak için didişirler veya büyük burjuvazinin
başka kesimiyle işbirliği yapan emperyalist devletlere veya tekellere karşı,
kendilerinin işbirliği yaptığı emperyalist devletlerin veya tekellerin safında yer
alırlar. Bunlar arasındaki çelişmeler, halkın düşmanları arasındaki çelişmeler
kategorisine girer. Bunlarla halk arasındaki çelişme antagonist çelişmedir. Oysa
genel olarak, menfaati devrim safında olduğu halde düşmanla kararli ve cesur bir mücadeleye
yan çizenı, onunla anlaşmak, barışmak, ‘vs... için ikide bir ona elini uzatan,
yani düşmanla uzlaşan küçük - burjuvazi ve milli burjuvazi ile proletarya arasındaki
çelişme, henüz halkın saflarındaki çelişmeler kategorisine girer. Şafak
revizyonistleri, Kemalist burjuvazinin emperyalizmle olan ilişkisini uzlaşma olarak görüyor.
Bunun ne zamana kadar "uzlaşma" olduğu, ne zaman "işbirliği"
haline dönüştüğü belli değildir. Bu yüzden de, Kemalist burjuvaziyle proletarya ve
yoksul köylüler arasındaki çelişme, haliyle belli bir süre (daha doğrusu belirsiz
bir süre) halk arasındaki çelişmeler kategorisine girmektedir(!). Proletaryanın görevi,
Kemalist iktidarı devirerek halkın demokratik iktidarını gerçekleştirmek için
mücadele etmek değil, devrimci(!) Kemalist iktidarla, emperyalizme ve feodalizme karşı
ittifak kurmaktır. İşte, Şafak revizyonistlerinin vardığı sonuç budur. Bu, önce
de belirttiğimiz gibi karşı-devrimin safına iltihak etmektir. 8.
Şafak revizyonistlerinin, M. Belli’nin, "Türkiye’de karşı-devrim"
teorisini aynen benimsediklerini görüyoruz: Bunlara göre, "devlet eliyle milli
burjuva yaratmak"(!) politikasıyla, bir süre sonra (ne zaman olduğu belli değil)
semiren ve büyüyen yeni Türk burjuvazisi, büyüdükten sonra "işbirliğine"
girişmiştir(!). Bu büyüme ve işbirlikçilik, özellikle İkinci Dünya Savaşı
yıllarında olmuştur(!). ve bunların toprak ağalarıyla ittifakı (artık
"uzlaşma" değil, "ittifak" tabiri kullanılıyor), bu yıllarda güçlenmiştir.
Sonra "bu gerici ittifak" DP’yi kurmuş ve iktidarını bu parti vasıtasıyla
devam ettirmiştir. Demek oluyor ki, CHP ve iktidar, belli bir tarihe kadar esas. olarak
milli burjuvazinin elindedir ve bu sınıfın "uzlaşmalarına" rağmen,
devrimcidir(!). Ayrıca bu yıllarda Türkiye’de işbirlikçi büyük burjuvazi henüz
yoktur. Belli bir yerden sonra (muhtemeldir ki, Atatürk’ün ölümünden sonra) partiye
ve iktidara, büyüyen ve işbirlikçi hale gelen burjuvazi hakim olmuştur(!). 1946’da
bunlar DP’yi kurduklarına göre, CHP, işbirlikçi büyük burjuvaziden ve toprak ağalarından
arınmıştır. Alinanlarla işbirliği yapanlar da, Amerikan işbirlikçileri de bunlardır.
O günden beri CHP’nin bir milli burjuva partisi olması gerekir! Oluştuğu günden
beri büyük komprador burjuvazi, tek ve bölünmez bir bloktur(!). Şafak
revizyonistlerinin tezleri işte bu sonuçlara varmaktadır. Bütün bunlar, M. Belli’nin,
"karşı-devrim" tezlerinin daha ince bir uslûpla savunulmasindan başka bir
şey değil dir. Eğer bu söylenenler doğruysa, M. Belli’nin karşı -devrim
teorisinin de doğru olması gerekir. Çünkü ne kadar uzlaşıcı olursa olsun (zaten
başka türlü olamaz), bir milli burjuva iktidarının yerini komprador büyük
burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarının alması, siyasi iktidar revizyonistleri
ayru teoriyi bulandırarak, çekingen ve kararsız bir dille savunuyorlar. Aradaki fark
budur. 9.
Şafak revizyorustlerine göre, İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar, Türkiye,
emperyalizmin nüfuz ve sömürüsünden azadedir (M. Kemal dalkavukluğuna bakın açısından
bir karşı-devrimdir. M. Belli, karşı-devrimin başlangıç tarihi olarak 1942
tarihini, Saraçoğlu hükümetinin işbaşına geçmesini alıyor. Şafak revizyonistleri
ise, bu tarihi sadece belirsiz bırakıyorlar. M. Belli kendi teorisini daha açıkça,
cesaretle ve kesin bir dille savunurken, Şafak siz). Türkiye’de "emperyalist
sermayenin at oynatması" 1950’den sonradır. Bu tespit, sadece .şu açıdan
doğrudur: 1950’den sonra Türkiye’ye giren emperyalist sermaye, önceki yıllara
nispetle çok daha fazladır. Ama, Şafak revizyonistlerinin görmek istemediği, inkâra
kalkıştığı bir gerçek daha vardır. Türkiye’de emperyalist sermaye, Kemalist
iktidarın başından beri mevcuttur. İngiliz-Alman ve Fransız emperyalistleri birçok
alana yatırım yapmışlardır vs... 1935’lerden itibaren Alman emperyalizminin Türkiye
üzerindeki nüfuzu ve sömürüsü artmaya başlamış, Saraçoğlu hükümetiyle de bu
nüfuz ve sömürü doruğuna ulaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonundan itibaren
ise, ABD emperyalizmi ülkemize burnunu sokmuştur. 1950’den sonra ülkemizde doludizgin
at oynatan, esas olarak ABD emperyalizminin sermayesidir (Bak: TİİKP Program Taslağı
Eleştirisi, 13 madde’nin eleştirisi). Şafak
revizyonistleri; Kemalist iktidar dönemini temize çıkarabilmek için her çareye başvurmaktadır. 10.
şafak revizyonistleri, 1950’den sonra "emperyalizm ve işbirlikçilerini gerici
parlamentoyu bir hakimiyet aracı (abç) olarak kullandıklarını" söylüyorlar.
Burada her şeyden önce parlamentonun mahiyetinin kavranmadığına, yani
Marksist-Leninist devlet teorisinin kavranmadığına şahit oluyoruz. Marksist-Leninist
devlet teorisi açısından parlamento nedir? Bunu, Lenin yoldaştan öğrenelim: "Belirli
bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına
alacağına, ezeceğine, dönem dönem ‘ karar vermek; sadece meşruti parlamenter
monarşilerde değil, en
demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur" (Devlet
ve İhtilâl, s. 6l). "...
Amerika_’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. kadar her
hangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl devlet işleri hep kulislerde
yapılır; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay heyetleri tarafından yürütülür.
Parlamentolarda, sadece ‘saf halk’ı aldatmak ereğiyle, gevezelikten başka bir şey
yapılmaz. Bu o kadar doğrudur ki, burjuva demokratik cumhuriyeti olan Rus Cumhuriyetinde
bile, hatta gerçek bir parlamento kuracak zamanı bile bulmadan önce, parlamentarizmin
bütün kusurlan hemen ortaya çıkti’ (age, s. 62). Parlamentonun
özü ve fonksiyonu işte budur. Parlaınento, Şafak revizyonistlerinin sandığı gibi
"hakimiyet aracı" değildir. Hakimiyeti aracı, ordusuyla, polisiyle, adliye
si, karakolu, hapishanesiyle:.. devlet cihazıdır. Parlamentonun varlığı veya
yokluğu, hakimiyetin biçimini değiştirir, ama bizzat hakimiyetin varlığını asla
etkilemez. Şafak revizyonistleri, yukardaki mantıkla parlamentonun bulunmadığı bir
faşist diktatörlüğü, hakim sınıfların "hakimiyet araçları"nın
bulunmadığı bir sistem(!) olarak alkışlamaya hazırdır. Hatırlarsınız ki bu
mantık, M. Belli’nin kaba burjuva mantığıdır. M. Belli, D. Avcıoğlu gibi beyinsiz
burjuvalar; parlamentoyu her türlü kötülüklerin anası olarak görmekte, parlamento
kalkınca her yerin güllük gülistanlik olacağını düşünmektedirler. Hatta bu
baylar, parlamentonun bulunmadığı bir askeri faşist diktatörlüğe dahi davetiye çıkarma
ya hazırdırlar. Amerikana faşist generaller çetesinin 12 Mart Muhtırası’ndaki
meclise çatan iki üç kelime, bunları göge zıplatmıştır ve hep bir ağızdan
"vur, vur", "kapat parlamentoyu" diye taşist generallere tempo
tutmuşlardır. Yine 27 Mayıs’tan sonra, parlamentarizme dönülmesi,
"parlamentolarda... ‘saf halk’ı aldatmak ereğiyle gevezelik"
yapamayacaklardır. Ama hakim sınıfların hakimiyet araçları.ortadan kalkmayacaktır;
çünkü hakim sınıfların hakimiyet araçları parlamento değildir. Komünistler,
elbette, "baskı bu beyler ağzından "devrimin gerilemesi"dir(!). Bu
beyinsiz burjuvalar, Kemalist iktidar dönemindeki askeri faşist diktatörtüğü,
"yeryüzünde cennet" olarak ilan etmeye hazırdırlar ve o dönemin derin
özlemi içindedirler. M. Belli’nin çöplüğündeki teori kırıntılarıyla
palazlanan Şafak horozları da, şimdi aynı makamdan ötüyorlar. Emperyalizm ve işbirlikçilerinin
hakimiyet aracı parlamentodur(!). Eğer böyleyse, parlamento bir kere kalkarsa, hakim sınıflar
hapı yutar, hakimiyetleri yıkılir, düzenleri bozulur(!). Bütün
bu zırvalıkların temeli, elbette ki, bu bayların ciğerine işlemiş olan
anti-Marksist-Leninist devlet anlayışıdır. Parlamentonun özünü ve fonksiyonunu, ne
genel olarak Marksizm-Leninizm’in genel teorisi açısından, ne de özel olarak
Türkiye açısından kavrayamamış olmalarıdır. En
demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile, parlamentonun hakim sınıflar tarafından bir
köşeye fırlatılması, iki şeyi değiştirecektir: Birincisi, "bir süre için,
parlamentoda, halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına
alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek" imkânı ortadan kalkacaktır.
İkinçisi de, hakim sınıfların temsilcileri artık, biçiminin şöyle ya da böyle
olmasının proletarya bakımından önem taşımadığını" düşünmezler; "sınıf
mücadelesinin ve sınıfları baskı altında tutmanın daha geniş, daha serbest, daha
özgür bir biçiminin, proletaryanın genel olarak smıfların ortadan kalkması için
yürüttügü mücadeleyi önemli derecede kolaylaştıracagını" (age, s. 103). Bu
nedenle "özellikle şartların devrim için uygun olmadığı durumlarda, burjuva
parlamentarizmi ahırından faydalanırlar’’ (age, s. 61); "parlamentoda, halkı,
yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem
dönem karar vermek" imkanından yararlanırlar; bu nedenle "şartların devrim
için uygun olmadığı durumlarda", burjuva anlamında demokratik bir parlamenter düzeni,
faşist düzene tercih ederler ve savunurlar; "ama, ,aynı zamanda, parlamentarizmin
gerçekten proleter ve devrimci eleştirisini de bilirler". "Şartların
devrim için uygun olduğu" durumlarda ise , komünistler, burjuva parlamentarizminin
en devrimci olanını bile kaldırıp bir kenara atarlar; kitleleri, biçimi ne
oiursa olsun, mevcut burjuva diktatörlüğünü yıkmak için harekete
geçirirler. Komünistlerin
parlamentoya bakış açıları budur. Şafak revizyonistlerinin bakış açısı ise, M.
Belli, D. Avcıoğlu burjuvalarının bakış açısıdır. Bir
noktayı daha belirtelim: Burjuva parlamentarizmi, burjuva demokrasisinin bir göstergesi
olmakla birlikte, faşist diktatörlükle asla bagdaşmaz bir şey de değildir. Bu konuda
Dimitrov yoldaşı dinleyelim: ‘Tarihsel,
toplumsal ve ekonomik koşullar; ulusal özellikler hatta bir ülkenin uluslararası
durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik biçimlerde
gelişmesine yol açmaktadır. Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve
faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin kesin olduğu
birtakım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu feshet- me
yoluna gitmez. Sosyal Demokrat Partiler de dahil olmak üzere, öteki burjuva
partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar. Başka
ülkelerde eğer yönetici burjuvazi erken bir devrimin patlak vermesinden korkuyorsa, faşizm,
sınırlandırılmamış olan siyasî tekelini kurar. Bunu, ya hemen ya da rakip parti ve
gruplara karşı terör yönetimini ve kan kusturmayı arttırarak yapar. Kendi durumu
özellikle açıklığa kavuşunca bu durum faşizmin, kendi temelini genişletmesini ve sınıfsal
yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba
ve uydurma bir parlamentarizmle birleştirmesini engellemez " (abç)
(Faşizme Karşı Birleşik Cephe, s. 60). Demek oluyor ki, bazı şartlarda faşizm,
"parlamentoyu feshetme
yoluna gitmeyebiliyor", "Sosyalist Demokrat Partiler de dahil olmak üzere,
öteki burjuva partilerinin biraz meşuriyet elde etmelerine göz yumabiliyor",
"sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve
uydur ma bir parlamentarizmle birleştirebiliyor". şimdi,
Türkiye’de parlamentonun fonksiyonuna geçelim: Ülkemizin
tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulları, Türkiye’de parlamentarizmin başından
beri "kaba ve uydurma" olmasına yol açmıştır. Türkiye’de, yarı-sömürge,
yarıfeodal yapıdan dolayı zayıf bir burjuvazi mevcuttur. Zayıf burjuvazi,
iktidarını koruyabilmek için daima kitlelerin mücadelesini zorla ve şiddetle ezme
yolunu seçmiştir; daha doğrusu o, varlığını ve iktidarını korumak için buna
mecburdur. Öte yandan, ülkemizde iktidara zayıf burjuvaziyle birlikte feodalizm döneminin
kalintısı kudurgan toprak ağaları sınıfı da ortaktır. Bu sınıf, feodalizmin
kanunu olan sopayı ve cebiri, burjuva demokrasisinin yerine geçirmek için sürekli bir
çaba harcamaktadır; çünkü tutarlı bir burjuva demokrasisi, feodalizmin menfaati ile
çelişir. Bu iki nedenle, Türkiye’de burjuva deniokrasisi, başından beri, Kemalist
iktidar dönemi de dahil, faşizan ve feodal bir karakter taşımaktadır. ‘ Öte
yandan uluslararası durum, burjuvaziyi ve toprak ağaları sınıfını parlamentoyu
benimsemeye zorlamaktadır, çünkü parlamentoyu da ortadan kaldıran açık terörist
bir diktatörlük, hem içerdeki halk kitlelerinin önünde, hem de, dünya demokratik
kamuoyu önünde, faşist çehresiyle sırıtıverecek ve kısa zamanda tecrit olacaktır.
Kitlelere ve dünya demokratik kamuoyuna karşı "demokratik" görünebilmek,
onları aldatabilmek için Türkiye’de hakim sınıflar, başından beri "kaba ve
uydurma bir parlamentarizmle" faşist suratlarını maskelemeyi, sınıf
menfaatlerine daha uygun bulmuşlardır. İşte, Türkiye’de parlamentonun fonksiyonu
budur: Faşizmi maskelemek. Türkiye’de
parlamento, Kemalist iktidar döneminde de vardır ve hatta o dönemde parlamento daha da
"kaba ve uydurma"dır. Gerçekte mebuslar seçimle değil, CHP yöneticileri
tarafından ve hatta bizzat M. Kemal tarafından tayin edilerek tespit
ediliyordu. Tabi ki her böigeden, kitlelerin en azıli düşmanları, çevrenin en
zengini ve nüfuzlusu, ağa, bey, eşraf, faizci, tefeci, patron, yüksek bürokrat, vb.
meclise dolduruluyor, parlamento böyle teşkil ediliyordu. Şafak revizyonistleri, bu gerçekleri
masumane(!) atlayıveriyorlar; "hakimiyet aracı"(!) olarak gördükleri
"gerici parlamentoyu 1950 sonrasına has bir şey olarak görüyorlar. Tekrarlayalım:
Türkiye’de gerici parlamento, 1950 sonrasına has bir şey değildir, başından beri,
Kemalist iktidar döneminden beri, hatta monarşik meşrutiyetten bu yana mevcuttur ve
başından beri de "kaba ve uydurma"dır; faşizmin suratına örtülmüş
"demokratik" bir peçedir. 1950
sonrasınm özelliği, parlamentosuz bir iktidarın yerini, parlamentonun mevcut olduğu
bir iktidarın alması değildir. Daha önce komprador burjuvazi ve toprak ağalannın
sadece hakim kliginin partisi varken, artık, diğer komprador burjuva ve toprak ağası
kliklerinin de partisi serbest edilmiştir; hatta bu, 1950’den sonra değil; 1946’dan
itibaren olmuştur. Bu arada, TSEKP gibi, TSP gibi reformcu orta burjuva, partileri de,
kisa bir süre boy göstermişse de, bunlar derhal ezilmiştir. Ve "çok
partili" sistemin, gerçekte, komprodar büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının
çeşitli siyasi kliklerine parti kurma imkânı sağlamaktan başka bir fonksiyonu
olmamıştır. Ülkemizde, ikinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren ."çok
partili" sisteme geçilmesinin sebebi ise, Amerikan ve ingiliz emperyalizminin işbirlikçisi
olarak boy gösteren DP kliğini, yani, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının
o güne kadar muhalefette kalan ve siyasi örgütlenme imkânı bulamayan kliğini
örgütlenme imkânına kavuşturmak, Almancı faşist CHP kliğinin yerine, Amerikan ve
İngiliz uşağı DP kliğini iktidara getirmektir. Meselenin özü budur. Söz konusu
olan, bazı aklı evvellerin sandığı gibi, ne "faşizmden demokrasiye geçiş"tir,
ne de "gerici parlamento"nun "başımıza" bela edilmesi ve böylece
"karşı-devrimin pekiştirilmesi"dir! Söz konusu olan şey, ikisi de
değildir. şunu
da belirtelim: Türkiye’de burjuva demokrasinin, sınırlı da olsa, bazı
kırıntılarının tadıldığı üç kısa dönem olmuştur. Birincisi, Kurtuluş
Savaşı’nın hemen ertesinde, TKP’nin henüz serbest olduğu kısacık dönem.
İkincisi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, TSEKP ve benzeri partilerin, sendikal
örgütlenmenin serbest bırakıldığı kısacık dönem. Üçüncüsü de, 27 Mayıs
darbesinden sonra gelen kısacak dönem. Bu üç kısa dönemde, nisbi demokratik bir
ortamın mevcut olmasının sebebi şudur: Kurtuluş Savaşı’na katılan kitlelerin ve
demokratik burjuva çevrelerinin etkinliği, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da bir süre
daha devam etmiştir. Aynı şekilde, Almancı faşist CHP kliğine karşı, İkinci Dünya
Savaşı sırasında yürütülen anti - faşist mücadelenin hızı ve etkinliği, Saraçoğlu
hükümeti düşürüldükten sonra da bir ‘ süre daha devam etmiştir. Yine aynı
şekilde faşist DP iktidarına karşı, 27 Mayıs öncesinde girişilen demokratik nıücadelenin
hızı ve etkinliği, 27 Mayıs’tan sonra da daha bir süre devam etmiştir. Fakat her
seferinde de, önderliği elinde tutan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları
sınıfların siyasi klikleri, halk kitlelerinin ve reformcu milli burjuvazinin mücadelesini
kaldıraç yaparak iktidarı ele geçirdikten sonra, bu mücadelenin hızını önce yavaşlatmış,
sonra da her türlü demokratik hakları çiğneyerek yarı - faşist veya faşist diktatörlüklerini
adım adım gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’de parlamento başından beri, işte bu
iktidarların, yani komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının yarı faşist
ve faşist diktatörlüklerinin maskesi olmuştur. Bugün de Türkiye, faşist diktatörlük
‘altındadır. Ama bugün de yine, "kaba ve uydurma" parlamento devam
etmektedir ve bu kaba ve uydurma parlamentonun devam etmesini, bazı kesimleri hariç
bizzat faşist klikleri istemektedir. Bu
bağdaşmaz şeyleri, mesela M. Belli’nin askeri darbeciliği ile Mao Zedung yoldaşın
halk savaşı teorisini bağdaş tırma(!) maharetini gösteren şafak revizyonistleri,
şimdi de M. Belli ve D. Avcıoğlu’nun "bütün kötülüklerin anası
parlamentodur" safsatası ile, TİP’in ve Ecevit’in "parlamenter
ahmaklığını" bağdaştırma(!) maharetini göstermiştir. Şafak revizyonistleri,
bir yandan "gerici parlamentoyu emperyalizmin ve işbirlikçilerinin hakimiyet aracı"(!)
olarak görüyorlar; öte yandan parlamentonun faşizımle asla bağdaşamayacağını,
"her şeye rağmen" parlamentonun iyi bir şey olduğunu ve savunulması
gerektiğini iddia ediyorlar (Bak: PDA, sayı 27, Başyazı). Böylece, faşist kliklerle
birlikte Türkiye’deki "kaba ve uydurma" parlamentonun savunucusu durumuna düşüyorlar. Özetleyelim:
Her şeyden önce, parlamento, "emperyalizm ve işbirlikçilerinin hakimiyet aracı"
değildir, "hakimiyet aracı" ‘ gerici devlet mekanizmasıdır, hakim
sınıflar parlamentodan vazgeçerek de hakimiyetlerini sürdürebilirler. İkincisi, Türkiye’de
parlamento 1950’den sonra ortaya çıkmış değildir. Cumhuriyet döneminin başından
beri ve hatta meşrutiyet döneminde de parlamento mevcuttur; fakat parlamento başından
beri, Türkiye’de "kaba ve uydurma" bir şeydir, faşist ve yarı - faşist
diktatörlüklerin "demokratik" maskesidir. Üçüncüsü,
1950 sonrasının özelliği, parlamentosuz bir diktatörlükten parlamenter bir
diktatörlüge geçilmesi değil, komprador büyük burjuva ve toprak ağası
sınıflalarının bütün kliklerinin siyasi örgütlenme imkânına kavuşmuş
olmasidır. Şafak
revizyonistleri, parlamentonun Marksist - Leninist bir değerlendirmesini yaptıkları
gibi, Türkiye’de parlamentonun fonksiyonunu da asla kavrayamamışlardır. Bu dar
kafalı burjuvalar, hangi meseleye el atsalar içinden çıkılmaz hale getiriyorlar (Bak:
TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, 20. Maddenin eleştirisi). 1l.
şafak revizyonistleri, "siyasi ve iktisadi buhran, Amerikan uşağı
DP iktidarın 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla sonuçlandı" diyorlar.
Üzerinde durulmaya bile değmeyecek ölçüde saçma bir iddiadır bu. Burjuvazinin ve
toprak ağaların hakimiyeti devam edecek, feodal ağlarla örülmüş bir kapitalizm
devam edecek, fakat siyasi ve iktisadi buhran so- ‘ nuçlanacak(!). Buhran,
bugünkü iktisadi düzenin ve ona bağlı olarak sosyal ve siyasi düzenin bizzat yapısında
mevcut olan çelişmelerden doğmaktadır. Bu yapı, muzaffer bir halk devrimiyle
yıkılmadıkça, bu çelişmeler sona ermeyecektir; bu çelişmeler sona ermediği sürece
de, ne iktisadi ve ne de siyasi buhran sonuçlanır. Şafak revizyonistleri, düzenin
temellerine dokunulmadan, onun bütün hastalıklarından kurtulabileceğini
zannediyorlar. Böyle bir reçeteyi, "Marksizm Leninizmi"
"çürütmek" için, bütün gerici sınıflar ve onların "ilim
adamları" da anlıyorlar ama, henüz bulamadılar (Bak: TİİKP Program Taslağı
Eleştirisi, 20. Maddenin eleştirisi). 12.
Şafak revizyonistleri, 27 Mayıs hareketine orta burjuvazinin önderlik; ettiğini ve
darbeden sonra iktidarı orta burjuvazinin ele geçirdigini, fakat daha sonra,
iktidarı işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktığını
iddia ediyorlar. Bu doğru değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, darbeye
önderlik eden, darbeden sonra iktidarı eline geçiren İnönü’cü CHP kliğinin
temsil ettiği komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalarıdır. Orta burjuvazi ve gençlik,
darbenin gerçekleşmesinde önemli bir rol
oynamışlardır ama, önder olarak değil, CHP kliğinin arkasına takılarak. Eğer
Şafak revizyonistleri, İnönücü CHP kliğini orta burjuvazinin temsilcisi olarak görüyorlarsa;
bir kere daha yanılıyorlar. 1965’te
AP’nin tek başına iktidara gelmesiyle, orta burjuvazinin iktidardan indiği
kastediliyorsa, MBK iktidarının ve koalisyon hükümetlerinin orta burjuvaziyi temsil
ettiği kabul ediliyor demektir. Eğer koalisyon hükümetleriyle birlikte orta
burjuvazinin iktidarının sona erdiği kastediliyorsa, bu sefer de sadece MBK
iktidarının orta burjuvaziyi temsil ettiği iddia ediliyor demektir. Gerçekte ise, hem
MBK iktidarı dönemi, hem de koalisyon hükümetleri dönemi büyük komprador
burjuvazinin ve toprak ağaların iktidarda olduğu dönemlerdir. Değişen şudur ki,
komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının bir kliği batarken, diğer kliği
çıkmıştır. Mesele budur. işçi - köylü kitleleri, kendi tecrübeleriyle 27 Mayıs
hareketine Şafak revizyonistlerinden daha doğru bir teşhis koymuşlardır (Bak: TİKP
Program Taslağı Eleştirisi, 21. Maddenin eleştirisi). 13.
Kemalizm, hangi sınıfın ideolojisidir? Şafak revizyonizmine göre, Kemalizm; orta
burjuvazinin devrimci kanadının ideolosidir. "12 Mart’tan Sonra Dünyada ve
Türkiye’de Siyas Durum" broşüründe, faşizmin; "orta burjuvazinin Kemalist
kesimlerinin (abç) gözünü boyamak..." istedigi söyleniyor (Bak:
agy, s. 45). "Orta burjuvazinin Kemalist kesimleri"nden kasıt, besbelli ki,
orta burjuvazinin devrimci kesimleridir; yani sol kanadıdır. geçirdiğini, fakat daha
sonra, "ilim adamları" da arıyorlar ama, henüz bulamadılar (Bak: TİİKP
Program Taslağı Eleştirisi, 20. Maddenin eleştirisi). 12.
şafak revizyonistleri, 27 Mayıs hareketine orta burjuvazinin önderlik; ettiğini??? ve
darbeden sonra iktidarı orta burjuvazinin ele "iktidarı işbirlikçi büyük
burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktığını " iddia ediyorlar. Bu
doğru değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, darbeye önderlik eden, darbeden
sonra iktidarı eline geçiren İnönü’cü CHP kliğinin temsil ettiği komprador büyük
burjuvazi ve toprak ağalarıdır. Orta burjuvazi ve gençlik, darbenin gerçekleşmesinde
önemli bir rol oynamışlardır ama, önder olarak değil, CHP kliğinin arkasına
takılarak. Eğer Şafak revizyonistleri, İnönücü CHP kliğini orta burjuvazinin
temsilcisi olarak görüyorlarsa; bir kere daha yanılıyorlar. ‘ 1965’te
AP’nin tek başına iktidara gelmesiyle, orta burjuvazinin iktidardan indiği
kastediliyorsa, MBK iktidarın ve koalisyon hükümetlerinin orta burjuvaziyi temsil ettiği
kabul ediliyor demektir. Eğer koalisyon hükümetleriyle birlikte orta buıjuvazinin
iktidarının sona erdiği kastediliyorsa, bu sefer de sadece MBK iktidarının orta
burjuvaziyi temsil ettiği iddia ediliyor demektir. Gerçekte ise, hem MBK iktidarı dönemi,
hem de koalisyon hükümetleri dönemi büyük
komprador buıjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarda olduğu dönemlerdir. Değişen
şudur ki, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının bir kliği batarken,
diğer kliği çıkmıştır. Mesele budur. İşçi - köylü kitleleri, kendi tec-
rübeleriyle 27 Mayıs
hareketine Şafak revizyonistlerinden daha doğru bir teşhis koymuşlardır (Bak: TİİKP
Program Taslağı Eleştirisi, 21. Maddenin eleştirisi). l3.
Kemalizm, hangi sınıfın ideolojisidir? Şafak revizyonizmine göre, Kemalizm; orta
burjuvazinin devrimci kanadının ideolojisidir. "l2 Mart’tan Sonra Dünyada ve
Türkiye’de Siyasi Durum" broşüründe, faşizmin; "orta burjuvazinin Kemalist
kesimlerinin (abç) gözünü boyamak..." istediği söyleniyor (Bak: agy, s.
45). "Orta burjuvazinin?? Kemalist kesimleri"nderi kasıt, besbelli ki, orta
burjuvazinin devrimci kesimleridir; yani sol kanadıdır. sınıfı
kanla ve zorbalıkla bastırılması demektir. Kemalizm, işçiler için süngü ve ateş,
cop ve dipçik, mahkeme ve zindan, grev ve sendika yasağı demektir; köylüler için ağa
zulmü, jandarma dayağı, yine mahkeme ve zindan ve yine her türlü örgütlenme yasağı
demektir. Şnurov, yoldaşın verdiği örnekleri, Adana - Nusaybin demiryolunda işçilerin
nasıl kurşuna dizildiğini bütün arkadaşlar bir kere daha hatırlasınlar. Kemalizm
demek, her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir.
Kemalizmi övmeyen her türlü yayın faaliyeti yasaktır. İlerde, Kemalist iktidar
aleyhine herhangi bir yazının çıkabileceği ihtimali dahi, yayın
organlarının kapatılması için yeterli sebebtir. Sonu gelmez "örfi
idareler" memleketi kasıp kavurmaktadır ve her bir "örfi idare" yıllarca
sürmektedir; meclis, CHP’nin tepesindeki bir avuç yöneticinin ve onun değişmez
başkanı M. Kemal’in elinde oyuncaktır; Anayasa da ve bütün yasalar da
öyledir,ülkeyi gerçekte ordu yönetmektedir. Kemalizm
demek, her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız
bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir. Kemalizm.’in
"istiklâl-i tam" ilkesi demek, yarı - sömürgelik şartlarına seve seve
razı olma ilkesi demektir. Kemalist Türkiye, yarı - sömürge Türkiye’dir. Kemalist
iktidar, İngiliz - Fransız emperyalizmine ve daha sonra Alman emperyalizmine uşaklık
eden, onlarla işbirliği eden bir iktidar demek’tir. Şnurov’un belirttiği gibi,
Kemalistlerin emperyalistlerle olan sınıf kardeşligi, milli düşmanlıklarından
korumak için, Adana - Nusaybin demiryolu grevinde olduğu gibi, işçileri kurşuna
dizmişrir. Şimdi
Kemalizm dalkavukluğu yapan revizyonistler, bize hışımla soracaklar: Peki öyleyse, ağır
basmıştır, Kemalist iktidar, birçok defalar İngiliz, Fransız ve Alman şirketlerini
menfaatlerini Kemalistleri SSCB ve Lenin niçin destekledi! Bunun cevabı gayet basittir:
SSCB ve Stalin, Japonya’ya karşı Guomindang’ı niçin desteklediyse, bunu da onun
için destekledi. ÇKP ve Mao Zedung yoldaş, Asya’nın, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın
geri ülkelerindeki komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarını, mesela Yahya
Han’nın faşizmini, ABD emperyalistlerine ve Sovyet sosyal emperyalistlerine
karşı niçin destekliyorsa, o dönemde SSCB ve Lenin yoldaş da, Kemalistleri onun için
destekledi, yani o dönemde daha gerici ve daha büyük düşman olan İngiliz - Fransız
emperyalistlerini tecrit etmek için destekledi; yani SSCB ve Lenin yoldaş, gericiler
arasındaki çelişmelerden devrimin menfaatine ustalıkla yararlandılar. Mesele budur. Kemalizme
dalkavukluk eden revizyonistler; hışımla bağıracaklar: "Siz, Kemalizmin milli
kurtuluşçu yönünü reddediyorsunuz". Hayır! Biz sadece Kemalizmin "milli
kurtuluşçuluğunun" niteliğini doğru tespit ediyoruz. Kemalizmin milli kurtuluşçuluk
olarak gördüğü şey, sömürge yapinın kalkması, fakat yarı - sömürge yapının
olduğu gibi muhafaza edilmesidir; emperyalizmin doğrudan hakimiyetinin kalkması fakat
dolaylı hakimiyetinin olduğu gibi devam etmesidir; emperyalizmle iktisadi ve siyasi
işbirliğidir; emperyalizme siyasi bakımdan yarı - bağımlılıktır. Kemalistler, sömürgeciliğe
niçin karşıdırlar? Bu sorunun cevabını Şnurov yoldaştan daha önce aktardık. Bir
kere daha okuyalim: ...
Devrimin başına Türk ticaret burjuvazisi geçti. Türkiye tarım memleketi olduğu için,
tüccarların başlıca alışverişi tarım ürünleri üzerine idi. Böylece ticaret
burjuvazisi, ağalar ve büyük toprak sahipleriyle sıkı bağlar kurdu. Her Türk
köyünde ağa ve büyük toprak sahibi, aynı zamanda tefeci’ve köylü ürünlerinin
belli başlı alıcısı ve satıcısıydı. Bu ağaların bazen un değirmeni, yağ veya
kuru meyva işleyen küçük imalathaneleri ve diğer ufak tefek teşebbüsleri oluyordu.
Ağalar aynı zamanda tarım ürünlerini toptan satın alan büyük ticaret firmalarının
acenteleri durumundaydılar. "Bu
koşullar altında, Türkiye, Avrupa kapitalistlerine yenilmiş olsaydı, yabancılar en
kısa zaman içinde bütün ticareti ve sanayii ele geçireceklerdi. Türk burjuvazisi bir
ölüm - kalım sorunuyla karşı karşıyaydı. Kapitalistlerin işgali altındaki liman
şehirleri olmazsa, devlet kendilerini desteklemezse, yabancılara verilen imtiyazlar
devam edip Türkiye her bakımdan yabancı kapitale bağlı kalırsa , yurdun öz ticaret
ve sanayı ergeç ölecekti, tüccarı, sanayiciyi, tarım ürünlerini yabancı ülkelere
satan ağa ve büyük toprak sahiplerini devrimci kılan işte bu tehlike idi. Köylü, işçi
ve küçük esnafın kapitalistler ve toprak ağalarına karşı duyduğu hoşnutsuzluk
ustalıkla yabancı kapitalistlerle mücadeleye dönüştürüldü. Kemalistleri,
sömürgeliğe karşı çıkaran sebepler işte, Şnurov yoldaşın işaret ettiği
sebeplerdir. Japon emperyalizminin işgaline karşı çıkan Çan Kay-şek ve onun temsil
ettiği sınıflar ne kadar milli kurtuluşçu ve devrimcisiyse, M. Kemal ve onun temsil
ettiği sınıflar da, o kadar milli kurtuluşçu ve devrimcidir. Kemalizm
demek, aynı zamanda, toprak ağaları sınıfıy- la kol kola, omuz omuza köylü
kitlelerini ezmek, menfaat birliği etmek, sınıf kardeşliği etmek demektir. Bütün
bu gerçekler, Kemalizmin sınıf karakterini, hangi sınıfın ideolojisi olduğunu açıkça
gösteriyor: Kemalizm, komprador Türk büyük burjuvazisinin ve orta burjuvazinin
sağ kanadının ideolojisidir. Kemalizm
faşizmle bağdaşmaması bir yana, Kemalizm, bizzat faşizm demektir. Kemalist diktatörlük,
askeri faşist bir diktatörlüktür. 1930’ları yaşayan birinden dinleyen eski bir
devrimci arkadaşın ifade ettiğine göre, o günlerde TKP’nin şiari şudur:
"Kahrolsun Kemalistlerin faşist diktatörlüğü". Ama bu şiar, her nedense
sonraları terkedilmiştir. "M.
Kemal, halkımızın ilerici tarihinin bir parçasıdır" diyorlar. Halkımızın
tarihi, zaten tümden ilericidir. Bütün dünya halklarının tarihi ilericidir.
Ama M. Kemal, halkımızın tarihinin bir parçası değil, komprador büyük
burjuvazinin ve toprak ağalarının ve onlarla birleşen orta burjuvazinin sağ
kanadının, yani gerici sınıfların tarihinin bir parçasıdır. Meselâ,
bir Fatih Sultan Mehmet ne kadar halkımızın tarihi- nin bir parçasıysa(!), M. Kemal
de o ölçüde halkımızın tarihinin bir parçasıdır(!). şafak
revizyonistleri, M. Kemal’i, Sun Yat-sen’e benzetiyorlar. M. Kemal, Sun Yat-sen’e
değil, Çan Kay-şek’e benzer hatta Türkiye’nin Çan Kay-şek’idir. Sun Yat -sen,
ülkesinde komünistlerle ittifaktan yanadır; birçok komünist, bu arada Mao Zedung
yoldaş, Sun Yat-sen’in partisinin merkez komitesindedir. Sun Yat-sen, Sovyetler
Birliği ile samimi ve yakın bir dostluk kurmuştur. Sun Yat-sen, işçi - köylü yığınlarının
hayat seviyelerinin yükseltilmesinden ve onlara burjuva demokrasisinin verebileceği
azami hak ve özgürlüklerin verilmesinden yanadır; hayatta olduğu sürece de, bunun
için mücadele etmiştir. Sun Yat-sen, toprak ağaları sınıfının amansız düşmanıdır;
onlara karşı köylü kitlelerinin menfaa- tinden yanadır. Sun Yat-sen kapitalistlerin
ve toprak ağaları- nın değil, köylü kitlelerinin sözcüsüdür. Lenin yoldaşın
daha 1912 yılında Sun Yat-sen için söylediklerine kulak verelim: ...
cumhuriyete kavuşan militan ve başarılı Çin demokrasisinin bu aydın sözcüsü...
ilerici bir Çin demokratı olduğu halde tıpkı bir Rus gibi düşünmekte. Bir Rus
Narodniğine benzerliği öylesine ki (abç), temel fikirlerde ve birçok
ifade biçimlerinde tam bir özdeşliğe kadar varıyor" (Doğuda Ulusal Kurtuluş
Hareketleri, s. 62). Narodnikler,
bilindiği gibi, Rusya’da köylü kitlelerinin menfaatini temsil eden bir küçük
- burjuva demokratik hareketinin mensuplarıydılar. Bunların amacı istibdata
son verilmesi, büyük toprakların köylülere dağıtılmasıydı. Narodniklerin
yanlışı, tutarli demokratik devrim programını sosyalizm sanmalarıydı. . "Rus
burjuva demokrasisi, uzak ve yalnız öncüsü soylu Herzen’le başlayarak, ta yığın
temsilcilerine, 1905’in Köylü Birliği üyelerine, 1906 - 1912’nin ilk üç Dumasındaki
Trudovik milletlerine kadar, Narodnik bir renk taşımıştır. Şimdi bakıyoruz [Sun
Yatsen’in temsil ettiği] Çin’deki burjuva demokrasisi ile aynı Narodnik rengi
taşyor" (age, s. 63). Aynı
kitabın dipnotunda şunları okuyoruz: "Köylü
Birliği , 1905’te [Rusya da l kurulan devrimci bir köylü örgütüdür...
Tarım programı, toprakta özel mülkiyetin kaldırılmasını, hükümet, kilise
ve krallık topraklarının tazminat ödenmeksizin köylülere devredilmesini
öngörüyordu" (abç). ‘Trudovikler,
Birinci Duma da bir köylü milletvekilleri grubu, Nisan 1906’da küçük-burjuva
demokratlar tarafından kurulmuştur. "Trudovikler, Narodnik eşit
toprak tasarrufu programını benimsiyor, toprak sahiplerinin topraklarıyla hüküınet
kilise ve çarlık topraklarının köylülere devrini, toprak eşitsizliğinin ve
milli eşitsizliklerin kaldırılmasını, genel oy hakkının tanınmasını
istiyorlardi’ (abç). Lenin
yoldaş, Sun Yat- sen’i işte bu köylü temsilcisi devrimci demokratlara benzetmektedir.
Bu benzerlik o kadar ki, Sun Yat-sen de Narodnikler gibi, tutarlı ve militan demokratik
devrim programına "sosyalizm" adını vermektedir. Lenin
yoldaşı okumaya devam edelim: "Sun
Yat-sen’in programının her bir satırında militan ve içten bir demokrasi ruhu
seziliyor. Program bir ‘ırk’ devriminin yetersizliği nin iyice
anlaşıldığını göstermektedir. Siyasi sorunları önemsemenin, hatta siyasi
özgürlüğün değerini küçümsememenin dahi, ya da Çin ‘sosyal reformu’nun, Çin
Anayasa reformlarının, vs. Çin istibdatıyla bağdaşa bilirliği fikrinin tek bir izi
yok bu’ programda. Tam demokrasi ve cumhuriyet dileginden yana bir program bu...
Çalışan ve sömürülen halka yükselmekte??? olan bir sınıfın, gelecekten
korkmayan, geleceğe inanan ve kendini feda etmeyi göze alaraktan, gelecek için çarpışan
bir sınıfın; imtiyazlarını korumak için geçmişin ayakta kalmasına ya da yeniden
başa geçmesine bel bağlayan bir sınıfın??? değil, geçmişten nefret eden ,geçmişin
duyulan içten yakınlığı, halkın gücüne ve
davasının haklılığına duyulan inancı dile getiriyor" (abç)
(age, s. 63). Lenin
yoldaş devam ediyor: "Çin’de
Cumhuriyetin Asyai geçici cumhurbaşkanı [Sun Yat-senl, çökmekte olan değil ölü ve
boğucu çürüyüklerini nasıl temizleyip atacağını bilen bir sınıfın soyluluğu
ve kahramanlığına sahip bir devrimci demokrattır" (age, s. 64). . Lenin
yoldaş, Sun Yat-sen’in hangi sosyal sınıfa dayandığını da açıkça işaret
ediyor: "Tarihi
olarak hala ilerici bir davanın savunuculuğunu üzerine alabilecek güçte olan bu Asya
burjuvazisinin başlıca temsilcisi, ya da başlıca sosyal dayanağı Köylü’dür"
(abç), (age, s. 65). Lenin
yoldaş, Asya’da burjuvazinin bir başka kesimine daha işaret ediyor: "Ve
onun yanısıra [yani köylülerin yanısıra l, Yuan Şihkay’ gibi önderleri pekâlâ
ihanet edebilecek tinette bir liberal burjuvazi (abç) vardır" (aynı
yerde). Lenin
yoldaşın liberal burjuvazi ile neyi kastettiğini biraz sonra
belirteceğiz. Şimdi onun, Sun Yat-sen hakkında söylediklerini okumaya devam’edelim: "Emekçi
yığınları harekete geçiren, onlara mucizeler yarattıran ve Sun Yat-sen’in
siyasi programının her bir satırından dışarı vuran o büyük,
içtenlikle demokratik heyecan olmaksızın, Çin halkının yüzyıllar süren
esaretinden kurtulmasına imkan yoktur" (abç) (aynı yerde). Lenin
yoldaş aynı yazıda Çin’deki üç sosyal gücü birbirinden ayırıyor
ve bunların nasıl bir siyaset izlediklerini ve izleyebileceklerini de belirtiyor: ‘ "Imparator,
muhakkak, yeniden başa geçmek için feodal beyleri, . bürokrasiyi ve din adamlarını
birleştirmeye çalışacaktır. Liberal kralcılıktan liberal cumhuriyetçiliğe daha
henüz geçen ( o da ne zamana kadar?) bir burjuvazinin temsilcisi Yuan Şih-kay,
krallıkla devrim arasında kaypak bir siyaset izleyecektir. Sun Yat-sen’ in temsil
ettiği devrimci burjuva demokrasisi, siyasi ve tarımsal reformlar konusunda köylü yığınlarının.
insiyatifini, kararlılığını ve gözüpekliğini azami ölçüde geliştirme yoluyla
Çini yenileştirmeye çalışmakla doğru hareket etmektedir" (age, s. 68 -69). Nihayet
Lenin yoldaş Çin’de, ilerde kurulacak bir proletarya partisinin, Sun Yat-sen
hareketine karşı nasıl bir tutum takınacağını da büyük bir uzak görüşlülükle
tespit ediyor: "Bir
ihtimal, proletarya bir çeşit Çin Sosyal - Demokrat İşçi Partisi [yani Çin
Komünist Partisi I kuracak ve bu parti, Sun Yat-sen’in küçük - burjuva ütopyalarıyla
gerici görüşlerini [yani demokratik devrim programına ‘sosyalizm’ demesini l
eleştirmekle birlikte, köylü hareketidir. ÇKP, elbette bu mirasa sarılacaktır.
M. Kemal hareketiyle bunun arasında bir muhakkak ki onun siyasi ve tarımsal
programının devrimci demokratik özünü. ortaya çıkarmaya, savunmaya , geliştirmeye
dikkat edecektir (age, s. 69). Sun
Yat-sen hareketi, görüldüğü gibi geniş köylü kitlelerine dayanan, onları harekete
geçiren, gerçekten devrimci ve militan bir benzerlik var mıdır? Yoktur ama, M. Kemal
ile liberal burjuvazinin hareketi olan Yuan Şih-kay hareketi arasında, tam bir benzerlik
vardır. Liberal
burjuvazi kavramıyla Lenin yoldaşın kastettiği nedir? "Burjuvazinin
siyasi yönden en az gelişmiş kanadı adına hareket eden eğilimi liberal, burjuvazinin
daha fazla gelişmiş kesimi ile küçük - burjuvazi adına hareket eden eğilim de liberal
demokratik eğilim "dir (abç) (Bir Adım İleri, İki Adım Geri, s. 156). "Bizde,
[Rusya dal liberal demokratik eğilimin en demokratik kesimi olan Sosyalist -
Devrimciler..." (age, s. l 56). Rusya’da
Sosyalist - Devrimciler, bilindiği gibi, Narodniklerin devamıdır. Lenin, Sun Yat-sen
hareketini Narodniklerle aynı gördüğüne göre, demek ki, Sun Yat-sen hareketini de, "liberal
demokratik eğlimin en demokratik kesimi" olarak değerlendirmektedir. Bugün
yarı - sömürge ve yarı - feodal ülkelerde Lenin yoldaşın liberal - demokratik
dediği eğilimin temsil ettiği sınıflara, proletarya önderliğindeki halkın
birleşik cephesine katılan milli burjuvazinin devrimci kanadı, şehir küçük
burjuvazisi ve köylülerdir, yani orta köylülerdir. Lenin yoldaşın liberal dediği
eğilimin temsil ettiği sınıflar ise, milli burjuvazinin karşı - devrim safında yer
alan gerici kanadı ve komprador büyük burjuvazidir (Rusya’da bu eğilimi Kadet ler
temsil etmekteydi). Sun
Yat-sen hareketi, liberal - demokratik eğilimin en demokratik kesimi olduğu
halde, yani orta köylüleri temsil ettiği halde, Kemalist hareket, liberal eğilimi,
yani orta buıjuvazinin sağ kanadını ve komprador Türk büyük burjuvazisini temsil
ediyordu. Bu iki hareket arasında, böylesine kıyas kabul etmez, önemli bir fark vardır.
Şafak revizyonistleri, işte bu son derece önemli farka gözlerini kapıyorlar. 14.
şafak revizyonistleri, "M. Kemal’in ‘istiklâl-i tam’ ilkesinin mirasçısıyız,
bu mirası faşistlere terkedemeyiz; ona sıkı sıkıya sarılmalıyız" diyorlar.
Bu "miras" denilen şeye komünistlerin neden sarılamayacağı, zannederiz ki
yeterince açıklığa kavuşmuştur. Bu "miras"ı bugün, M. Kemal’in yakın
silah arkadaşı İ. İnönü devam ettiriyor, Nihat Erim devam ettiriyor, bunların
izinde yürüyenler devam ettiriyor. Bu kişilerin ve bunların mensup olduğu
örgütlerin bugün hangi sınıfları ve hangi eğilimi temsil ettiğini biliyorsunuz.
Hatta Bülent Ecevit, Şafak revizyonistlerinin dört elle sarıldığı
"miras"ı birazcık eleştirdiği için, Kemal Satır güruhunun saldırısına
uğradı. Şafak revizyonistleri, bu, "miras" diye her olur olmaz şeye hırsla
sarılan aç gözlü bezirgânlar, M. Kemal hareketini değerlendirirken, Ecevit’in daha
sağına düşmekte, Kemal Satır güruhuna yaklaşmaktadırlar. Komünistler,
tarihin devrimci mücadelede silah haline getirilmesini çok iyi bilirler. Ama,
"miras" diye gerici şeylere sarılmak, halk kitlelerinin aldatılmasında,
gericilerle ağız birliği etmek, onlara suç ortaklığı etmek olur. "Miras"
diye gerici şeylere sarılmak, bizi kitlelerle kaynaştırmaz, tersine, onlardan
koparır. Kemalizme miras diye sarılmak, bizi Kemalist iktidarın hunharca ezdiği işçi
- köylü yığınlarından, emekçilerden koparır. Evet, bugün hakim sınıflar
tarafından kafası Kemalizm konusunda yanliş fikirlerle doldurulmuş, Kemalizme sempati
duyan işçi ve köylü yığınları da vardır. Ama eğer bu yanlış fikirlerle mücadele
etmezsek, eger bu yanliş fikirleri işçilerin ve köylülerin kafasından söküp
atmazsak, emekçi yığınlarının çeşitli kesimleri arasında, çeşitli milliyetlere
mensup emekçiler arasında tam bir birlik, dayanışma ve güven sağlayamayız. Ayrıca,
bugün açısından gerici sınıflara karşı doğru ve başarılı bir mücadele
yürütemeyiz. Kemalizmin
ilkelerini (bu ilkelerin neler olduğunu gördük) savunan ve uygulayan askeri faşist
diktatörlükler karşısında kitleleri silahsız bırakmış oluruz. Kemalist diktatörlük
Yahya Han diktatörlüğünden farksızdır; biz, kitlelere böyle bir rejimi sempatik
gösteremeyiz. Şafak revizyonistlerinin yaptığı şey budur. Komünistler,
tarihin devrimci mücadelede bir silah haline getirilmesini bilirler. Kurtuluş Savaşı’nda
canıyla, kanıyla destanlar yaratan halk kahramanları vardır, meselâ bir Karayılan
vardır, biz bunların mücadelelerinin mirasçısıyız. Biz, yığınların tükenmez
enerjilerinin, mucizeler yaratan dehalarının, sonsuz devrimci güçlerinin mirasçısıyız.
Her fırsatta yığınların mücadelesini kanla ve zorbalıkla bastırmaya çalışanların,
onlara düşmanlık gösterenlerin değil! Bazı
silahlar vardır ki, onu elinde tutanlar yenilmez bir güce sahip olurlar. Meselâ,
Marksizm - Leninizm - Mao Zedung Düşüncesi böyle bir silahtır. Kitlelerin devrimci
tecrübeleri böyle bir silahtır. Bazı
silahlar da vardır ki, onu elinde tutanlar, kendilerini yaralarlar: Yani silah geri teper
ve kendisini elinde tutanları vurur. İşte Kemalizm böyle bir silahtır! Şafak
revizyo- nistleri böyle bir silahı elimize almak istemediğimiz için, bizi diledikleri
gibi suçlayabilirler. Ama, biz de, onların sağa sola reklam ettikleri bu silahın gerçek
mahiyetini yığınlara ve devrimci kadrolara anlatmaktan geri durmayacağız. 15.
Şafak revizyönistleri, "Lenin - Stalin ve Mao Zedung’un, M. Kemal tahlilleri bize
ışık tutmalıdır" diyorlar. Evet, biz de aynı kanaatteyiz. Böyle bir ışığa
çok ihtiyaçları var çünkü. Baksanıza, karanlıkta el yordamıyla yürümeye çalışan
körlere benziyorlar. Ama, bunlarınki körlüğün başka bir çeşidi: Siyasi körlük.
Not: Ocak 1972’de yazıldı. Ağustos 1972’de revizyonizmle örgütsel ayrılıktan sonra aslına bağlı kalınarak yeniden kaleme alındı. |