Tiikp Taslak elestirisi

F Tipi Hücrelere HAYIR !!!

bayrak.gif (16534 Byte)

 

icon1.jpg (4083 Byte)

icon.jpg (4997 Byte)

TİİKP PROGRAM TASLAĞI ELEŞTİRİSİ

Komünizmin büyük önderi ve öğretmeni Marks şöyle diyordu:

"İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir."

Bu sözler, hiç bir zaman değerini ve geçerliliğini yitirmeyen bir temel kanun niteliğindedir. İleriye doğru adımlar atmak, gerçek bir ilerleme sağlamak, başlıca amacımız olmalıdır. Öte yandan, yeni bir programın büyük önem taşıdığını da akıldan çıkarmamalıyız:

"Genel olarak bir partinin resmi programının o partinin hareketlerinden çok daha az önemli olduğu doğrudur. Ama yeni bir program, herkesin gözü önünde yükseklere çekilen bir bayrak gibidir ve herkes parti hakkında hükmünü buna göre verir" (Engels).

şimdi biz, herkesin gözü önünde yükseklere bir bayrak çekiyoruz.

Bu bayrak, proletaryanın Kızıl bayrağı olacaksa, onun kızıllığını bozan bütün lekeler, ciddi ve titiz bir çabayla silinip atılmalıdır.

Program Taslağı’nı bu amaçla eleştirdik.

I. BÖLÜM

Bilimsel olarak doğru olması ve proletaryanın siyasi bilinçlenmesine katkıda bulunması için partimizin adı ne olmalıdır?"

Lenin 1917’de bu soruyu sormuş ve şöyle cevap vermişti:

"Marks ve Engels’in yaptıkları gibi, kendimize komünist partisi adını vermeliyiz.

"Marksist olduğumuzu yeniden ilân etmeliyiz, temel olarak Komünist Manifestosu’nu almalıyız."

Biz de aynı soruya şöyle cevap vermeliyiz:

Marks Engels Lenin, Stalin ve Mao Zedung’un yaptığı gibi kendimize komünist partisi adını vermeliyiz. Komünist sıfatını hiç bir tereddüde düşmeden benimsemeliyiz. Fakat bu yetmez. Çünkü, birinci olarak, ülkemizde bu şanlı sıfatı kendisine yakıştıran revizyonist bir burjuva kulübü vardır. Ve biz kendimizi bu kulüpten kesinlikle ayırmak zorundayız. İkinci olarak, komünist adını alan partilerin çoğu bugün revizyonizmin ve reformizmin batağına batmışlardır. Bunlar proletaryanın değil, burjuvazinin partileridir. Devrimin değil, karşı-devrimin aracıdır. Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde bu partiler, burjuvazi ve gericiler üzerinde proletarya diktatörlüğünün değil, işçiler ve diğer emekçi halk üzerinde burjuva diktatörlüğünün aracıdır.

Biz kendimizi bunlardan da kesinlikle ayırmalı, komünist kelimesine ilave olarak Marksist - Leninist sıfatını da kullanmalıyız.

Önce diğer isimler üzerinde duralım:

İhtilalci İşçi - Köylü Partisi adlandırması niçin yanlıştır? Çünkü, bizim gerçek niteliğimizi, nihai hedefimizi belirtmiyor. Biz işçi sınıfı hareketiyiz, onun öncü müfrezesiyiz. Köylü hareketi asla değil. Ülkemizin bugünkü somut şartları bize köylülükle ilgili görevler yüklüyor, ama bu geçicidir, bizi asıl görevimize yaklaştıran geçici bir adımdır. Köylülük, kitle olarak, bir bütün olarak, "üretim araçlarının özel mülkiyeti alanında" bulunmaktadır. Ve kapitalist toplumun temelinin muhafazasından yanadır. Köylülük, modern sanayi karşısında dağılan ve yok olmaya doğru giden bir sınıftır. Oysa proletarya, mülkiyetle bütün bağlarını koparmıştır. Modern sanayiin özel ürünü ve asıl ürünüdür. Modern sanayiin gelişmesiyle birlikte gelişir ve güçlenir. Geçmişi değil, geleceği temsil eder. Yok olanı değil, büyüyüp gelişeni temsil eder. Özel mülkiyetin muhafazasını değil, kesinlikle ortadan kaldırılmasını ister. Bu nitelikleri dolayısıyla da, toplumun bütün emekçi kesimlerinin, bu düzenden acı çeken insanlığın tümünün kurtuluşunu, tarih, işçi sınıfının omuzlarına yüklemiştir. İşte biz, bu sınıfın öncü müfrezesiyiz ve bu yüzdendir ki, partimizin önüne bir de köylü sıfatının eklenmesi, demokratlarından (THKO, THKP, TİP, vs... den) kendimizi ayırmak için "komünist" olduğumuzu söylüyoruz. Bizi onlardan kesin çizgilerle ayıran en iyi kavram da bu oluyor ve bu tutum, en kararlı ihtilâlci yoksul köylülerin saflarımızda toplanmasına hizmet ediyor.

TİİKP adlandırmasının, bizi bugün için geri olan unsurlara yaklaştırırken, ileri unsurlardan da uzaklaştıracağını söyledik. Denilebilir ki, ileri unsurlardan niçin kopalım? Biz komünist olduğumuzu saklamayacağız ki, işte programımızda ve tüzüğümüzde nihaî hedefimizin komünizm olduğunu yazıyoruz. Peki öyleyse, niçin partimizi de komünist olarak adlandırmayalım? Tüzük ve programımızda komünist olduğumuzu söylemek, bizi bilimsel olarak yanlıştır. Birinin varlığı, diğerini imkânsız kılar.

Bugüne kadar kendisine köylü partisi adını veren partiler olmuştur. Fakat bunlar genellikle, nihayet burjuva demokrasisini en son sınırlarına kadar genişletmek isteyen partilerdi. Sosyalizmi ve komünizmi amaçlayan partiler değil. Yani, küçük-burjava demokratlarıydı; Proletarya partileri de, şartların gerekli kıldığı hallerde burjuva demokrasisini son sınırlarına kadar genişletmek ister ve bunun için aktif ve kararlı olarak mücadele eder ama bunu, proleter demokrasisine geçişin (yani proleter diktatörlüğüne geçişin) bütün ön şartlarını yaratmak için yapar. Orada durmak ve onunla yetinmek için değil. Peki, yoksul ve aşağı orta halli köylülerin de proletarya ile birlikte proletarya demokrasisi için mücadele etmesi neyi gösterir? İşçi sınıfı ile bunların arasında bir fark olmadığını mı? Hayır! Sadece, kapitalizmin temelleri yıkılmadıkça, bu köylü tabakalarının kesin kurtuluşlarının da imkânsız olduğu, bunların kesin kurtuluşunun proletaryanın kurtuluşuna bağlı olduğunu. Öte yandan, bunlar, proletaryanın vazgeçilmez önder rolü olmadan, burjuva demokrasisinden bir adım bile öteye ilerleyemezler. Bugün ülkemiz şartlarında ise, proletaryanın önderliği olmadan, değil proletarya demokrasisine geçmek, burjuva demokrasisini bile son sınırına kadar genişletemezler. Kaldı ki, köylü kavramı sadece yoksul ve aşağı - orta halli köylüleri değil, zengin ve orta köylüleri de içine alır. İşçi - Köylü Partisi adlandırması, pratikte de sadece burjuva demokrasisi ile proletarya demokrasisi arasındaki kesin farkı silerek, proletaryanın sınıf bilincini bulandırmaya yarar.

Peki... Kanunilik endişesiyle konulan "TSEKP", "TİÇSP" adlarını taklit etmeli miyiz? Kesinlikle hayır. Çünkü, her şeyden önce bizim partimiz "kanuni" bir parti değil, kanunlara rağmen kurulan ve var olacak olan bir parti olmalıdır. ikinci olarak, böyle bir adlandırma, kanunîlik endişesiyle bile yapılsa, yanlıştır.

"TİİKP" adlandırmasının, işlerimizi kolaylaştıracağı özellikle köylülere yaklaşmamızı ve onlarla kaynaşmamızı kolaylaştıracağı doğru mudur? Belki geçici olarak, feodalizmin ve burjuvazinin gerici şartlandırmasının etkisinde olan köylülerle yakınlaşmamızda ve kaynaşmamızda böyle bir kolaylık söz konusu olabilir. Ama bu bile, ileri işçilerden ve yoksul köylülerden uzaklaşma ve kopma pahasına olabilir.

Çünkü ileri işçiler, köylüler ve hatta aydınlar, artık kendisini korkusuzca komünist olarak adlandıran ve gerçekten bu isme layık olan bir harekete güven duyuyorlar. Böyle işçilerin, köylülerin sayısı da her gecen gün artıyor. Biz, köylüler arasındaki çalışmalarımızda küçük burjuva ve burjuva kitlelerden koparmıyor da, partimizin adı niçin koparsın! Ya tutarlı olmak için tüzük ve programdan da komünizmle ilgili her şeyi çıkarmak, kitleye açık her türlü parti yazısında, bu kelimeden ve onu hatırlatacak her şeyden, giderek Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, Stalin’i ve Mao Zedung’u zikretmekten kaçınmak, komünist propagandadan vazgeçmek zorundayız ve böylece tavizciliğe boyumuza kadar batarak, proleter devrimciliğinden uzaklaşmak zorundayız ya da geri bilince ve gericiliğin şartlandırmalarına vs... boyun eğmeyi reddederek başından itibaren, tavizsiz bir şekilde proleter devrimciliğine sarılmak, böylece en ileri unsurlarla birleşirken, geri unsurları da ilerletmek zorundayız. İkisinden biri.

Bu adlandırmayı benimseyen arkadaşların ikinci kanıtı şu: TİİKP adlandırması, kitlelerin İşçi - Köylü hareketiyle partimiz arasında bağ kurmasını sağlayacak ve o hareketin taraftarları, etkilediği unsurlar yeni hareketimizin saflarında toplanacaklardır. Bence bu da yanlıştır. Çünkü, her şeyden önce bu bağlantıyı, siyasî polis kuracaktır. Legal yayın faaliyetinin etrafında şu veya bu ölçüde çalışan, ona abone olan, bağış yapan vb... gibi herkesi, yeni dönemin illegal parti faaliyetinden sorumlu tutacaktır. Böyle bir durumda yapılacak ve yapılması en doğru olan şey, legal faaliyetle illegal faaliyet arasındaki bağı, siyasî polise karşı en büyük bir dikkat ve titizlikle gizlemektir. Yanlıştır; çünkü, İşçi - Köylü hareketi saflarındaki en iyi unsurlar, zaten, daha şimdiden hareketimizin saflarındadır ve gittikçe de toplanmaktadır. Onların içindeki işe yarar herkesi saflarımızda gerçekten toplayacak olan şey, böyle bir isim benzerliği değil sıkı, enerjik, kapsamlı ve iyi düşünülmüş bir örgütlenme faaliyetidir. Böyle bir faaliyet, İşçi - Köylü saflarındaki işe yarar unsurları değil, İşçi Köylü saflarında yer almamış olanlar da dahil halkın bütün ilerici ve devrimci unsurlarını etrafımızda toplayacaktır. Yanlıştır; çünkü, hareketimiz bugün İşçi - Köylü hareketinden sadece nicelik bakımından değil, nitelik bakımından da ayrılmalıdır. İşçi - Köylü hareketi, sadece bir legal faaliyetti, bugün faaliyetimiz esas olarak illegal bir faaliyet olmalıdır. İşçi - Köylü faaliyeti etrafındaki çalışma, sadece propaganda ve ajitasyon yapan bir dergi faaliyetiydi. Ve örgütlenmesi de bu göreve uygun düşüyordu. Bugün hareketimiz silahlı bir mücadeleyi fiilen örgütlemeye yönelmiş bir parti faaliyeti olmalıdır. Propaganda ve ajitasyon da, bu duruma uygun olarak yürütülmelidir. İşçi - Köylü etrafında çalışanlar, büyük ölçüde burjuva bağlarını (daha genel bir ifadeyle gerici bağlarını) devam ettiren kimselerdi. Bugün hareketimiz, bu bağlardan tamamen ve kesinlikle kopmuş olanları, yani işçi, köylü ve diğer devrimcileri saflarında toplamalıdır. Gerici bağlarına teslim olanlar dökülmüşlerdir. Yani gerekli olan, her bakımdan bir nitelik sıçramasıdır. Bu sıçrama, hareketimizin isminde de kendisini göstermelidir, TİİKP ismini savunma, bir açıdan, bir "eskiyi koruma" çabasıdır. Sıçramaya direnme tutumudur.

Bu saydığım noktalardan, TİİKP adlandırmasını doğru bulmuyorum.

TİİP ismi bilimsel olarak doğrudur, fakat bazı pratik mahzurları vardır. Birinci mahzur: Revizyonist TİP ile karıştırılmak. Bilindiği gibi TİP, her alanda Marksizm - Leninizm’e uzak, reformcu bir burjuva örgütüdür. Marksizm - Leninizm, en temel noktalarda, devlet meselesinde, devrim meselesinde, enternasyonalizm meselesinde vb... revizyonist TİP kliğinin ihanetine uğramıştır. Onunla kendi aramızda, kesin ve kalın bir çizgi çekmek zorunludur.

İhtilâlci kelimesi, bu çizgiyi çekmekte yetersiz kalmaktadır. Ayrıca, ihtilâl kelimesinin, ülkemizde, halkın arasında kazandığı özel anlam da hesaba katılmalıdır! İhtilâl genel olarak, burjuva subaylarının darbesi olarak anlaşılmaktadır. Darbeci subaylar kendilerine "ihtilâlci" demişler, halk da onları öyle tanımaya alışmıştır. Meselâ, " 27 Mayıs İhtilâli" denir. Bu harekete katılanlara "ihtilâlci subaylar" denir. İ. İnönü eski bir "ihtilâlci subaydır" vs. Halk ayaklanmaları, bu çeşit darbecilikten "isyan" kelimesiyle ayrılır. Şeyh Bedrettin isyanı, Pir Sultan İsyanı, Baba İshak İsyanı, köylü isyanları, Dersim İsyanı, askerlerin isyanı vs... Biz, burjuva darbeciliği ile kitlelerin "aktif mücadelesi" arasında da koyu ve kalın bir çizgi çekmek zorundayız.

Bir başka kanıt: TİİP, bilimsel olarak doğru olmakla birlikte, bizim nihai hedefimizi, komünizm hedefimizi de içinde taşımakla birlikte, bunu açık olarak ifade etmiyor. (M-L) koymak yoluyla bu mahzuru ortadan kaldırsak bile, reformculuğun, devrim ve komünizm aleyhtarlığının, silahlı mücadele aleyhtarlığının, Marks Engels Lenin, Stalin ve Mao Zedung aleyhtarlığının (yani komünizm davasının dünya çapındaki önderlerine aleyhtarlığın) sembolü haline gelen TİP ile karıştırılma mahzuru, ihtilâl kelimesinin halk dilindeki geleneksel anlamından doğan mahzur, halen mevcut olacaktır.

Lenin, oportünistlerle, revizyonistlerle, sosyal şovenlerle ve her türlü sosyalizm hainleriyle araya kesin bir çizgi çekmekteki önemi şöyle belirtmektedir:

"Emperyalizm halinde evrim göstermiş kapitalizmin objektif zorunluluğu, emperyalist savaşı doğurdu. Savaş bütün insanlığı, uçurumun kenarına, bütün uygarlığın yıkımına, vahşete, milyonlarca insanın, sayısız milyonların yeniden ölümüne sürükledi.

"Hiç bir kurtuluş yoktur, bu yol proletarya devrimi yolu değilse!

"Ve bu devrimin, çekingen, pek sağlam olmayan, bilinçsiz ve burjuvaziye fazla inançlı olan ilk adımlarını atmaya başladığı bir anda ‘sosyal demokratların’, ‘sosyal demokrat’ parlamenterlerin ‘sosyal demokrat" gazetelerin şeflerinin çoğunluğu... sosyalizmi terk ettiler, sosyalizme ihanet ettiler, kendi milli burjuvazilerinin yanına geçtiler.

"Yığınlar, bu şefler tarafından şaşırtılmış, yolundan, yönünden döndürülmüş, aldatılmıştır.

"Ve biz; zamanı geçmiş, İkinci Enternasyonal kadar çürümüş eski adlandırmayı muhafaza etmekle bu aldatmacayı cesaretlendirir, ona yardım ederiz!

"‘Pek çok’ işçi, sosyal - demokrasiyi iyi anlamda anlamaktadırlar; olsun. Ama, sübjektifle objektif arasında ayırım yapmayı bilmenin zamanıdır.

"Sübjektif olarak, bu sosyal - demokrat işçiler, proleter yığınların son derece sadık kılavuzlarıdırlar.

"Ama dünyada objektif durum o şekildedir ki, Partimizin eski adı yığınların aldatılmasını kolaylaştırmaktadır Ve ileri doğru hareketi köstekler... "

Lenin’den aktardığımız bu açıklama, partimizin adının niçin TİİKP veya TİİP olmaması gerektiğine ışık tuttuğu gibi, niçin sadece TKP olmaması gerektiğine de ışık tutmaktadır. Çünkü, bugünkü dünyamızda da adı komünist olan başka partiler ve şefler, proletaryanın davasına ihanet ettiler. Yığınlar bu kez de bu partiler ve şefler tarafından şaşırtıldı; yolundan, yönünden döndürüldü, aldatıldı.

Bu açıklamalardan sonra, hareketimizin niteliğini ve nihai hedeflerini en kesin, en açık ve en doğru bir şekilde ifade eden ve pratikte de işçi sınıfının ve diğer emekçilerin bilinçlenmesine katkıda bulunan ve bizi her türden sosyalizm hainlerinden ayıran adlandırmanın TKP (M-L) olacağı açıktır.

Her şeyden önce, TKP (M-L) bilimsel olarak doğrudur. Ve bizim nihai hedefimizin tam ve açık bir ifadesidir. Çünkü:

"İnsanlık, kapitalizmden doğrudan doğruya ancak sosyalizme, yani üretim araçlarının ortak mülkiyetine ve ürünlerin herkesin emeğine göre üleştirilmesine geçebilir. Bizim partimiz daha uzağı görüyor: Sosyalizm kaçınılmaz olarak komünizm haline evrim göstermelidir. Komünizm ilkesinde ‘herkesten yeteneklerine göre, herkese ihtiyacına göre’ yazılıdır."

Yine bizim partimiz, komünizme geçmek için bir devletin, Paris Komünü tipinde, Sovyet tipinde vb... bir devletin zorunluluğunu kabul etmekle birlikte nihai olarak her türlü devleti kaldırmak amacındadır. Oysa, diğer adlandırmalar bu noktaları da ifade etmekte yetersiz kalmaktadır.

İkinci olarak, bu adlandırma bizi her türlü sosyalizm hainlerinden, sosyal şovenden, revizyonizmden, oportünizmden, anarşizmden, reformizmden vb... den kesin olarak ayırmaktadır.

Bu konuda ileri sürülen hiç bir esaslı karşı kanıt yoktur. Birincisi, komünizm kelimesinin köylüler tarafından hoş görülmeyeceğidir ki, bunun neden doğru olmadığını biraz önce belirttik. Birincisi, bunun ileri sürülmesi, bilinçsizliğe gerici şartlandırmalara vb. boyun eğmeyi, hareketi geri seviyeye indirmeyi ifade eder. İkincisi de, bu ismi, bu gerekçeyle reddetmek, bizce her bakımdan bir geri dönüşün başlangıcı olur.

İkinci karşı kanıt: Bizi revizyonist TKP ile karıştırırlar. Böyle bir tehlike, diğer teklif edilen isimlere nisbetle çok daha zayıftır.

"Bizi anarşist komünistlerle karıştıracaklar" diyenlere Lenin’in cevabı şudur:

"Peki milli sosyalistlerle, liberal sosyalistlerle ya da radikal sosyalistlerle karıştırılmaktan neden korkmuyoruz? Onlar ki, Fransız Cumhuriyetinin burjuva partileri arasında yığınların burjuvazi tarafından aldatılmasında en ileri gitmiş, en uzman olan kısmıdır... "

Peki, biz niçin TİP ile TİÇSF ile ve bunun gibilerle karıştırılmaktan korkmuyoruz? Kaldı ki, bizde TKP’yi işçiler ve yoksul köylüler, meselâ TİP’den daha az tanırlar. TKP’yi en çok tanıyanlar, işçilerin ve emekçi halkın en ileri unsurlarıdır ki, bunlar daha şimdiden TKP ile TKP (M-L)’yi ayırt edebilecek seviyededir. Halkın geri kalan kısmını da o seviyeye yükseltmek bizim görevimizdir. Sonucu Lenin’in sözleriyle bağlayalım:

"Ve biz kendi kendimizden mi korkacaktık! Biz, ‘her zaman’ giydiğimiz ‘sevgili’ pis gömleğimizle mi yetinecektik?...

"Kirli gömleği çıkarıp atmanın zamanıdır, temiz çamaşır giymenin zamanıdır!".

II. BÖLÜM

"3.... Yabancı kapitalistler, ilk önce ticaret yoluyla ve daha sonra emperyalizm çağında Türkiye’ye sermaye yatırarak,(abç); işçilerimizin, köylülerimizin emeğini sömürmüşler..."!

Serbest rekabetçi kapitalizmi emperyalizmden ayıran şey, birincisinin "ticaret yoluyla" sömürmesine karşılık, ikincisinin "sermaye yatırarak" sömürmesi değildir. Serbest rekabetçi kapitalizmin ayırt edici özelliği, meta ihracı olduğu, halde, emperyalizmin ayırt edici özelliği sermaye ihracıdır. Önce, "ticaret yoluyla" sömürü, çok genel bir ifadedir. Ve serbest rekabetçi kapitalizmi karakterize etmez, meta ihracı, ticaretin özel bir hali, serbest rekabetçi dönemde kazandığı çehredir. Bu, her hangi bir ticaret değil, yabancı kapitalistlerin meta (yani mamul ticaret eşyası) sattığı ve karşılığında, işlenmemiş hammaddeler ve tarım ürünleri aldığı bir ticarettir. Sonra, sermaye ihracı ile sermaye yatırma birbirinden farklı şeylerdir. İhraç edilen sermaye yatırım şeklinde olabileceği gibi, borçlandırma seklinde de olabilir. Ve emperyalist dönemde, esas olan da ikincisidir; emperyalizmin asalaklığını, çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu ortaya koyan şey de budur. Lenin Emperyalizm kitabında, bu konuda şunları söylüyor:

"Emperyalizm, birkaç ülkede muazzam para sermayesinin birikmesidir... Bu yüzden rantiyeler sınıfı, ya da daha doğrusu zümresi olağanüstü bir gelişme göstermiştir. Bunlar ‘kupon keserek’ yaşayan, hiç bir teşebbüse katkısı olmayan (abç)), aylaklığı meslek edinmiş kimselerdir. Emperyalizmin en esaslı ekonomik temellerinden biri olan sermaye - ihracı, rantiyeleri üretimden daha da koparır (abç). Birçok deniz aşırı ülkenin ve sömürgenin emeğini sömürerek yaşayan bütün ülkeye asalaklık damgasını vurur.

(...)

"Rantiyelerin geliri dünyanın en büyük ‘tüccar’ ülkesinin dış ticaret gelirinden beş kere büyüktür. Emperyalizmin ve emperyalist asalaklığın özü budur.

"Bu nedenle, emperyalizme dair ekonomik literatürde ‘rantiye devlet’ (rentner state) ya da tefeci devlet terimi daha çok kullanılır olmuştur. Dünya, bir avuç tefeci devletle muazzam bir borçlu devletler (abç) çoğunluğu arasında ikiye bölünmüştür".

Lenin’den yaptığımız bu aktarma da açıkça gösteriyor ki, emperyalizmin sermaye yoluyla sağladığı aşırı kârların önemli kısmını, yatırım kârlarından ziyade, faiz ve temettüler, tahvilatlar, komisyonlar vs... meydana getirmektedir. "Sermaye yatırarak işçilerimizin, köylülerimizin emeğini sömürürler" ifadesi, emperyalizmin tefeci karakterini, yüksek faizli borçlarla yürüttüğü talanı, yani onun asalaklığını gözlerden saklayan son derece eksik bir ifadedir.

Meseleye ülkemiz açısından bakalım: Osmanlı İmparatorluğunun gittikçe daha çok bir yarı - sömürge haline gelmesinde, parçalanmasında ve çökmesinde, gırtlağına kadar borca batmış olmasının büyük payı vardır. Çeşitli defalar alınan düşük ihraç değerli ve yüksek faizli borçlar, öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, alacaklarını tahsil için (1 883’te) emperyalist ülkeler, "Düyün-u Umumiye"yi, sanki devlet içinde devlet olan bu teşkilatı kurmuşlardır. Düyun-u Umumive, altı bin kadar memuru ile İmparatorluğun dört bir köşesine bir ahtapot gibi yayıldı. Ve uzun yıllar feodal saltanatla "Düyûn-u Umumiye" saltanatı yan yana, iç içe yaşadı. Türkiye’nin emekçi halkını haraca kesti, borçlar arttıkça İngiliz-Fransız ve giderek Alman emperyalistlerinin siyası tahakkümü arttı, tahakküm arttıkça borçlar da arttı. Emperyalist ülkeler, bunların sermayedarları, elçileri, konsolosları vs. devlet nüfûzunu geniş ölçüde ellerine geçirdiler ve bunu talanlarını, vurgunlarını kat kat artırmak için kullandılar. Peki borçlar ne için kullanıldı? Yatırım için mi? Hayır, tersine çoğu zaman yatırımdan başka amaçlar için kullanıldı. Yeni borçların önemli bir kısmı, zaten eski borçları kapatmak için kullanılıyordu, yani bir elle alınan öbür elle veriliyordu. Geri kalan paralar ise, genellikle, feodal aristokrasinin ve hanedanlığın güçlenmesi, paşalar saltanatının sürüp gitmesi için harcanıyordu.

Ülkemizin gerçeği de kısaca budur. Bu gerçek de yukarıdaki ifadenin, "sermaye yatırarak, sömürdüler" ifadesinin ne derece eksik olduğunu, gerçeğin önemli bir kısmını gözlerden saklamaya yaradığını göstermektedir.

"4. Yurdumuza hakim olan emperyalizm, bir yandan iç kapitalist pazarı (abç) açmak ve sömürüsünü artırmak için kendine bağımlı bir kapitalizm geliştirdi ve feodal ilişkilerde çözülmelere yol açtı."

Birinci olarak, "iç kapitalist pazar" tabiri, içinde gereksiz bir tekrarı taşımaktadır. "İç pazar" denmesi yeterliydi.

Çünkü, "iç pazar" zaten ticari iktisadın bir kategorisidir, esas olarak, ticari iktisatla ortaya çıkar ve kapitalizmin ilerlemesi ölçüsünde, en geniş boyutlara ulaşır. Çünkü, ticari iktisadın ve kapitalizmin bütün gelişme oluşumunun temelini, sosyal iş bölümü teşkil eder. Sosyal iş bölümünün gelişmesi, yani üretici çalışmaların birbirinden ayrılması (mamûl madde sanayii ile hammadde çıkarına sanayiinin manifaktürden ve ziraatten ayrılması vb.) ise, "bu çalışmaların mamullerini birer meta, birbirinin karşılıklı muadilleri haline getirir; bunların her birine ötekileri için bir pazar hizmeti gördürür" (Marks). Yani, pazarın gelişmesi ile kapitalizmin gelişmesi birbirine bağlı şeylerdir ve birbirlerinden ayrılmazlar. "İç pazarın" açılması, kapitalizmin gelişmesi demektir. Kapitalizmin geliştiği ölçüde de "iç pazar" açılır.

İkinci olarak, ifade bu haliyle mantıksızdır. İşte bu ifadenin parça parça analizi: "Emperyalizm", 1) "iç kapitalist pazarı açmak" için, 2) "sömürüsünü arttırmak için" a) "kendine bağımlı bir kapitalizm geliştirdi", b) "feodal ilişkilerde çözülmelere yol açtı". "Emperyalizm", "iç kapitalist pazarı açmak için" "kendine bağımlı bir kapitalizm geliştirdi". Yani, kapitalizmi geliştirmek için, kapitalizmi geliştirdi(!).

Eğer "emperyalizmin" "iç kapitalist pazarı açmak" suretiyle "sömürüsünü artırmak" istediği belirtilmek isteniyorsa veya başka bir ifadeyle: "Emperyalizm sömürüsünü artırmak" için "iç kapitalist pazarı açtı" denmek isteniyorsa, bu fikir, zaten "kendine bağımlı bir kapitalizm geliştirdi ve feodal ilişkilerde çözülmelere yol açtı" ifadesiyle belirtilmiştir. Manasız, mantıksız tekrarlara ne lüzum vardır?

Kaldı ki, ifade düzeltiliği takdirde bile başka bir sakatlık devam etmektedir. Sanki emperyalizm, "sömürüsünü arttırmak için" bilerek ve isteyerek kapitalizmi geliştirmekte ve feodal ilişkilerde çözülmelere yol açmaktadır! Oysa, kapitalizmin gelişmesi ve feodal ilişkilerin kısmen çözülmesi, emperyalist sömürünün işleyisinin tabii, kaçınılmaz ve kendiliğinden doğan sonucudur. Emperyalizmin, sömürü ve talan amacıyla ihraç ettiği sermaye, kendiliğinden feodal ilişkilerde kısmı bir çözülmeye de yol açmaktadır. Lenin, bu gerçeği Emperyalizm kitabında şöyle dile getiriyor:

"İhraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına olduğunu unutmamalı".

Lenin’in burada sözünü ettiği "kapitalizm", komprador kapitalizm dediğimiz, emperyalizme bağlı kapitalizmdir. İşin öteki yüzü ve asıl yüzü ise şudur: Emperyalist ülkeler, geri kalmış ülkelere sermaye ihraç ederken, buralarda demiryolları vs. inşa ederken, yüksek faiz bedellerini, düşük toprak fiyatlarını, düşük ücretleri, ucuz hammaddeleri düşünmektedirler ve onların asıl amacı, bütün toprakların ve hammaddelerin rakipsiz sahibi olmak, buraları sömürgeleştirmek, emekçi halkları köleleştirmektir. Emperyalizmin asıl karakteri ve amacı budur. Programda esas olarak ve kuvvetle bu nokta üzerine basılmalı ve bu ön plana çıkarılmalıdır. Feodal ilişkilerdeki çözülme meselesine geçelim: Bu, nasıl olmaktadır?

"Toprak köleliğine binlerce bağla bağlı olan eski derebeylik işletmesi devam etmekte ve yavaş yavaş kapitalist işletme, ‘toprak ağalarının işletmesi’ haline gelmektedir... . Devletin tarımsal rejimi, derebeylik niteliklerini uzun süre muhafaza etmektedir. Büyük toprak mülkiyetinin büyük kitlesi ve eski ‘üstyapı’nın belli başlı temelleri muhafaza edilmektedir" (Lenin).

Bunun sonucu olarak, bir yandan emperyalizmin, bir yandan da komprador büyük burjuvazinin ve toprak sahibinin hâkim rolü artmaktadır.

"Bir kısım hali vakti yerinde köylüler de bunların safına geçmektedir. Malından mülkünden edilen, gericiliğin hakimiyeti ile serseme döndürülen köylü kitlesi ise tamamen çökmektedir".

İşte emperyalizmin, girdiği ülkelerde feodalizmi çözmesi budur. Lenin, bir yerde şunu belirtiyor:

"Öteden beri sömürge siyasetinin ilerici bir siyaset olduğunu, kapitalizmi yerleştirdiğini, dolayısıyla ‘onu açgözlülük ve zalimlikle suçlamanın’ anlamsız olduğunu, çünkü ‘bu nitelikler olmaksızın’ kapitalizmin ‘ayağına köstek vurulacağını’ söyleyen revizyonistler olmuştur".

Çin’de Troçkistler, Japon emperyalizmine karşı çıkmamak gerektiğini çünkü Japon emperyalizminin Çin’de kapitalizmi geliştirmek suretiyle "sosyalist devrim"i yaklaştırdığını ileri sürecek kadar alçalmışlardır. Ülkemizde Aren-Boran ve TKP revizyonistleri, aynı mantıkla, emperyalizmi şirin göstermeye çalışıyorlar. Bu nedenlerle, emperyalizmin kapitalizmi geliştirdiği ve feodalizmi çözdüğü yolundaki revizyonist-Troçkist iddialardan kendimizi kesin ve kalın çizgilerle ayırmalı, emperyalizmin geri kalmış ülkelerde oynadığı asıl rolün ülkeleri sömürgeleştirmek, halkları köleleştirmek, bütün varlığını talan etmek, siyasi bakımdan, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının gerici diktatörlüğünü pekiştirmek, desteklemek ve sağlamlaştırmak, emekçi köylüleri daha da mülksüzleştirerek sefaletin kucağına atmak yönünde işlediğini belirtmeliyiz. Programda, bu nokta çok muğlak, çok belirsizdir.

Komünist devrimcilerin ve devrimci kitlelerin (özellikle köylü kitlelerinin) şu noktada tereddüdü asla olmamalıdır: Büyük toprak mülkiyeti rejimi, toprak köleliği sisteminin hepsini silip süpüren devrim tarafından parçalanıp atılmalıdır. Feodalizmi bütün temelleri ile ve tamamı ile yıkmak ancak bu şekilde mümkündür. Kararsız ya da devrim düşmanı orta burjuvazinin ve özel olarak varlıklı köylülerin bocalamalarının etkisiz hale getirilmesi, işçi sınıfı ile köylü kitlesinin devrimde hâkim rol oynaması, ancak bu şekilde mümkündür. ‘‘İşçi sınıfının hakiki ve temel görevi olan ‘toplumu sosyalist temel üstünde yeniden kurmak’ için en elverişli şartları yaratmak imkânı" ancak bu şekilde doğar.

"4.... Öte yandan, yurdumuz üzerindeki iktisadî ve siyasi hakimiyetini perçinlemek için, feodal ilişkileri kendine tabi kıldı ve onların tasfiyesini önledi."

"Feodal ilişkileri kendine tabi kıldı"! Anlamsız bir cümle. "Feodalizmle birleşti", "ittifak kurdu" vb. olsaydı bir anlamı olurdu.

"5. İşçi sınıfımız, 18. yüzyılda ilk önce madenlerde görülmeye başladı. Daha sonra, emperyalizmin imtiyazlar alarak işlettiği -madenlerde ve iç pazarı açmak için ulaştırma ve taşıma alanlarında yaptığı yatırımlarla birlikte gelişti".

Cümle şöyle olsaydı, Türkçe bakımından bir anlamı olurdu: "Daha sonra, emperyalizmin imtiyazlar alarak işlettiği madenlerde ve iç pazarı açmak için yatırım yaptığı ulaştırma ve taşıma alanlarında gelişti". Yine emperyalizme, "iç pazarı açmak" gibi ilerici bir amaç izafe edilmiş, "iç pazarı talan etmek" değil de...

"7. 1917 yılında Rusya proletaryası, başında büyük Lenin’in bulunduğu Bolşevik Partisi önderliğinde Çarlığı devirdi ve ilk proletarya devletini kurdu (abç). Büyük Ekim Devrimi, bütün dünyada proleter devrimleri çağını açtı ve milli kurtuluş savaşlarının en büyük desteği oldu."

1917 Şubat Devrimi ile 1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi birbirine karıştırılmıştır. Çarlık, Şubat Devrimi’nde devrilmiştir, proletarya devleti ise Ekim Devrimi’nde kurulmuştur. Bir komünist hareketin programında böyle kaba bir yanlış yer almamalıdır.

Daha da önemlisi, burada, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nden sonra, bütün dünyada burjuvazinin devrimden tir tir titrer hale geldiği, bu yüzden burjuva önderliğinde devrimler döneminin kapandığı, artık proletaryanın önder olmadığı devrimci hareketlerin başarıya ulaşamayacağı, gericilikle derhal uzlaşacağı ve karşı-devrim çizgisine gireceği belirtilmeliydi. Bizim ülkemiz açısından ve bizim gibi emperyalizmin ve feodalizmin tahakkümü altındaki geri ülkeler açısından önemli olan şey budur. Oysa bu nokta, 11. maddede "kalıcı zaferler kazanamaz" gibi, muğlak bir formülasyonla geçiştirilmiştir.

"8. Halkımız, 1919-1922 yıllarında emperyalizme karşı kahramanca savaşarak Milli Kurtuluş zaferini kanıyla ve canıyla kazandı. Halkımız, Kurtuluş Savaşı’nda ilk proletarya devleti olan Sovyetler Birligi’nden büyük destek gördü. Proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağının ilk kurtuluş mücadelesini (abç) veren Türkiye halkları, Asya’nın bütün ezilen halklarının yardımını ve sevgisini kazandı. Onlara cesaret ve umut verdi."

"Proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağının ilk kurtuluş mücadelesi"! Bu ifadede Kemalizm hayranlığı kendisini bir kere daha ele veriyor. Mao Zedung yoldaşın "Kemalist devrimin, proleter devrimleri çağında yer almasına rağmen, dünya proleter devrimlerinin bir parçası değil, eski burjuva demokratik devrimlerinin bir parçası olduğu" yolundaki açık ve kesin ifadesine rağmen ve bu ifade Program Taslağı’nın yazarına tekrar tekrar hatırlatıldığı halde, yine de Kemalist devrimi, dünya proleter devriminin bir parçası imiş gibi gösteren yukarıdaki formülasyon, Taslağa girmiştir.

Üstelik, "proleter devrimleri çağı"na, bir de "milli kurtuluş savaşları" ibaresi eklenerek! Aynı şey 11. madde de tekrarlanıyor: "Büyük Ekim Devrimi’nden sonra açılan proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağı". Söz konusu çağa özelliğini veren şey, milli kurtuluş savaşları mıdır? O çağda milli kurtuluş savaşlarının yer almış olmasına bakarak böyle bir şey söylenebilir mi? Hayır, söylenemez. Çağımızda da, hem de o yıllardakinden çok daha yaygın ve çok daha güçlü olarak milli kurtuluş savaşları yer aldığı halde, milli kurtuluş savaşları çağında olduğumuzu söylemiyoruz. "Emperyalizmin toptan çöküşe ve sosyalizmin dünya çapında zafere ilerlediği çağdayız" diyoruz. Çünkü, çağımızı diğer tarihi dönemlerden ayıran en karakteristik özellik budur. Doğu’da milli kurtuluş hareketleri, 1905’lerden itibaren başlamış ve bütün Asya’yı kasırgası içine almıştır. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra ise, yeni olan şey, karakteristik olan şey, burjuva önderliğinde devrimlerin sona ermesi, burjuvazinin dünya çapında gerici çizgiye kayması, devrimden korkar hale gelmesi, buna karşılık proletaryanın devrimci eyleminde büyük bir yükselmenin ortaya çıkması, Doğu’da eski tip burjuva-demokratik devrimlerinin sona ermesi, proletarya önderliğinde yeni tip demokratik devrimlerin başlaması ve bunların Sosyalist Sovyetler Birliği’yle birleşmesidir. 1917 Ekim Devrimi ile başlayan yeni tarihî döneme özelliğini veren ve damgasını vuran şeyler bunlardır. Bu yüzden, söz konusu tarihî dönem, "milli kurtuluş savaşları çağı" değil, "proleter devrimleri çağı"dır.

Çağımız, "proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağı" olduğuna göre ve Kemalist devrim, bir milli kurtuluş savaşı olduğuna göre, eh, Kemalist devrim o tarihi dönemde yer alan devrimlerin bir parçası, normal ve tipik bir örneğidir. Mao Zedung yoldaş, Kemalist devrime, "eski tip burjuva-demokratik devrimlerinin bir parçasıdır" demekle, bir istisna saymakla hata etmiştir (!). İşte varılan harika sonuç!

Hem, yukarıda öyle bir ifade kullanılmıştır ki sanki övgü yağdıran halk değil, burjuvazidir. Zaten ifadenin bütününün verdiği izlenim, Kemalist devrimin bir halk devrimi olduğudur.

"Türkiye halkları, Asya’nın bütün ezilen halklarının yardımını ve sevgisini kazandı. Onlara cesaret ve umut verdi".

Niçin, çıplak gerçek süslü ve gösterişli sözlere feda ediyor.

Halkımız, Kurtuluş Savaşı’na dişi ile, tırnağı ile, eti ile, kemiği ile katıldı! Kanını akıttı! Canını verdi! Ama, bağımsız bir kuvvet olarak değil; kaypak, tutarsız, korkak ve iki yüzlü burjuvazinin ve toprak ağalarının arkasında katıldı! Bu yüzden, devrim, halkın kanı-canı pahasına başarıya ulaştığı halde, ona karakterini veren burjuvazi ve toprak ağalarıydı. Devrim bu sınıfların bütün pisliklerini, hastalıklarını bünyesinde taşıyordu! Halka karşı, işçilere köylülere ve bir toprak devrimi imkanına karşı gelişiyordu. Yani devrim, içinde karşı-devrimin tohumlarını taşıyordu ve bu tohumlar gittikçe filizleniyordu. Bu sebeple, "Asya’nın bütün ezilen haklarına" "cesaret ve umut" veren bir devrim-hareketi söz konusu değildir! Halklara Ekim Devrimi "cesaret ve umut" vermiştir; Çin Devrimi vermiştir; Vietnam Devrimi vermektedir. Çünkü bunlar ezilen halkların, emekçilerin zaferi ve kurtuluşu ile sonuçlanmıştır. Oysa Kemalist devrimin sonucunda halk yine ezilen ve sömürülen tahakküm edilen bir kitle olarak kalmıştır. Bu sonuç Asya’nın halklarından çok Asya’nın korkak burjuvazisine cesaret ve umut vermiştir. Çin’de burjuvazinin Kemalist devrimin bir benzerini kendi ülkesinde gerçekleştirmek için nasıl can attığını, Mao Zedung yoldaştan öğreniyoruz. Kemalist devrimin sonucundan "cesaret ve umut" bulan bir başka sınıf da, emperyalist ülkelerin mali-oligarjisidir. Bunlar, geri ülkelerdeki burjuva önderliğinde milli devrimlerin sonuçlarını kendi emellerine alet etmenin "cesaret ve umudu" içindedirler. Devrimi, karşı-devrime dönüştürmenin "cesaret ve umudu" içindedirler. Ve Kemalist devrimin giderek vardığı nokta, bunların, burjuva önderliğindeki milli hareketlerden "cesaret" almakta ve gerici "umut"lara kapılmakta haklı olduklarını göstermiştir.

Bu açık gerçeği, süslü lâflara feda etmek, sadece bir şeye, Kemalist devrimin gerçek karakterini gizlemeye, onun daha savaş içindeyken halka karşı gelişen ve iktidarın ele geçirilmesi ile hâkim olan gerici yanını işçi sınıfının ve emekçi halkın gözünden saklamaya, burjuva önderliğindeki milli hareketlerle proletarya önderliğindeki milli hareketlerin arasındaki muazzam farkı unutturmaya yarar...

"9. Yurdumuzun kurtuluşu ve hürriyet uğruna uzun ve kanlı bir savaşta hiç bir fedakârlıktan çekinmeyen Türkiye’nin yiğit işçi ve köylüleri, teşkilâtsız oldukları için milli ihtilâlin önderliğini ele geçiremediler (abç) ve devrimi, sonuna kadar ilerletemediler."

- Önce, "işçilerin ve köylülerin önderliği" gibi şahane bir fikre ilk defa burada rastladığımızı belirtelim. Önderlik nedir? Önderlik, ideolojik, politik ve örgütsel önderliktir. Bu sebeple, bir sınıfın önderliği bir diğerini zaten imkânsız kılar. işçilerin ve köylülerin tek ve ortak bir ideolojisi, tek ve ortak bir politikası ve bu ideolojiyi benimseyen, bu politikayı uygulayan tek ve ortak siyasi örgütleri mi söz konusudur? Köylüler, proletarya ile her bakımdan birleşen tek bir sınıf mı teşkil ediyorlar? Elma ile armutları toplamak, sapla samanı birbirine karıştırmaktır bu. Belli ki, yazar, ne dediğinin pek farkında değildir!

"İşçilerin ve köylülerin" önderliği ele geçirebilmeleri için ne gibi bir "teşkilât"a ihtiyaçları vardı ki, önderliği ele geçiremediler? Sendikalar, köylü kooperatifleri vb... cinsinden kitle örgütlerine mi? Meselâ, Aydınlık ve İşçi-Köylü sayılarında hep övgü ile bahsedilen DİSK ve TÜTÜS cinsinden reformist kitle- teşkilâtlarına mı? Eğer, kastedilen bu cinsten kitle örgütleri ise, hemen belirtelim, bu teşkilâtlar ancak "hükümete ve patronlara" karşı, "iktisadi mücadele" aracı olarak işe yarayabilirler ama, bir sosyal devrime önderlik aracı asla olmazlar. Bu, Leninizm’in alfabesidir. "işçilerin ve köylülerin önderliği" (!) için değil ama, işçilerin önderliği için bir??? teşkilâta, Komünist Partisine ihtiyaç vardır ve o da mevcuttur. Yani bu anlamda, işçiler ve köylüler "teşkilâtsız" değildi! Fakat çok önemli bir şey eksikti. TKP’nin doğru bir politikası yoktu (burada, proletaryanın önderliği için objektif şartlar gibi bir zamanlar bizi çok meşgul eden anlamsız tartışmayı bir yana bırakıyorum. Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’ndan ve Büyük Ekim Devrimi’nden sonra, proletarya önderliği için objektif şartların genel olarak bütün dünya açısından ve özel olarak Türkiye açısından mevcut olduğunu hepimizin kabul ettiğini farz ediyorum). TKP, doğru bir çizgi izleyebilseydi, uzun süreli savaş içerisinde devrimin önderliği ele geçirilebilir, kararsız, tutarsız, korkak burjuvaziyi etkisiz hale getirebilir, halk ordusunu teşkil edebilir, işçi-köylü temel ittifakını ve bu temel ittifak üzerinde halkın birleşik cephesini gerçekleştirebilirdi! TKP’nin çizgisindeki sapmayı geriye bırakarak, burada kısaca şunu belirtelim: Program Taslağı’ndaki "işçiler ve köylüler teşkilâtsız olduğu için devrimin önderliğini ele geçiremediler" şeklindeki muğlâk ve hiç bir şey anlatmayan ifadenin altındaki gerçek sebep, yazarın Kemalizm’e karşı beslediği sempatiyi TKP’nin de beslemiş olmasıdır. Yazar, TKB’nin Kemalizm konusundaki sağ çizgisini eleştiremezdi, çünkü kendisi de aynı sağ çizgiyi paylaşmaktadır.

"11. Kurtuluş Savaşı’nın burjuva önderliği, ‘işçi ve köylülerin omuzları üzerinde kurduğu tak-ı zaferleri geçerek, tahtına sağlamca yerleşmek imkânını bulur bulmaz’ işçi ve köylüleri baskı altına alan bir diktatörlük kurdu."

Kurulan diktatörlük, hangi sınıfları temsil ediyordu? Siyasi bakımdan bağımsız milli burjuva diktatörlüğü müydü? Yoksa komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğü müydü? Bu nokta çok önemlidir ve Program Taslağı’nda yanlış şeyler söylenmiştir. Yukarıdaki soruya, biz biraz aşağıda cevap vereceğiz.

"10. Osmanlı sultanlığının ve komprador burjuvazinin Milli Kurtuluş Savaşı ile yıkılmasından sonra, iktidarı ele geçiren yeni Türk burjuvazisi, büyümek ve zenginleşmek için, ‘devlet eliyle milli burjuva yaratmaya’ girişti. Yeni Türk burjuvazisi bu yafta altında işçi ve köylüleri insafsızca sömürdü, feodal ağalarla ve emperyalizmle uzlaştı ve halkın nice fedakarlıklarla başardığı Kurtuluş Savaşımızın kazançlarını hovardaca harcadı."

"Büyümek ve zenginleşmek için ‘devlet eliyle milli burjuva yaratmaya’ girişti"! Yeni Türk burjuvazisi, kendisi büyümek ve zenginleşmek istiyor, fakat bu amaçla, ‘milli burjuva yaratma’ya girişiyor. Bu tahlil açıktır ki, Mihricilikten miras kalmıştır. M. Belli revizyonizmine göre, Kemalist hareket, "küçük-burjuvazinin en uyanık(!) kesimi olan, asker, sivil, aydın zümre"nin hareketidir. Bu zümre, devrime önderlik ederek, iktidarı ele geçirince bilgisizliğinden ve tecrübesizliğinden dolayı(!), "ayrıca Sovyetler Birliği"nde devrimin henüz rayına oturmamış ve gözle görülür bir başarı sağlayamamış olmasından(!) dolayı kapitalist olmayan kalkınma yolunu değil de, kapitalist kalkınma yolunu tuttu. Bu amaçla, "devlet eliyle milli burjuvazi yaratmaya" girişti. ş. Hüsnü’nün kitabına yazdığı önsözde M. Belli şöyle diyor: "Müslüman Türklerden bir milli burjuvazi yaratarak kapitalist yoldan kalkınma hayaline kapılan Ankara hükümeti..." (s.15). Revizyonizmin zincirleme mantığının vardığı sonuç budur! Ve bu tez, sadece M. Belli’ye has değildir, Aren-Boran ve TKP revizyonistleri de başta Sovyet revizyonistleri gelmek üzere bütün modern revizyonistler de aynı boruyu üflüyorlar! Bunlar günümüzde de devrimin (!) bu yolla ???gerçekleşeceğini savunuyorlar! "Asker, sivil, aydın zümre" iktidarı alacak, artık dünyada sosyalizm (gerçekte sosyal emperyalizm kastediliyor) güçlü olduğu için, bunlar kapitalist kalkınma yolunu değil, kapitalist olmayan kalkınma yolunu tutacaklar ve ülkemiz tıpış tıpış sosyalizme(!) ulaşacak! İşte bu "devrim" yolu anlayışına sahip olanların, Kemalist harekete yönelttikleri "devlet eliyle milli burjuva yaratmak" eleştirisi, Program Taslağı’na da bulaşmıştır.

"Devlet eliyle milli burjuva yaratmak" tahlili, Kemalist hareketin yanlış bir tahlilinden ve sakat bir devrim(!) anlayışından doğduğu gibi, Leninist devlet teorisinin de inkârıdır. Devlet, hâkim olan sınıfın veya sınıfların baskı ve sömürü aracıdır. Devlet gücünü elinde tutan sınıf, onu, kendi sınıf amaçları için kullanır. Yeni bir sınıf yaratmak için değil! Devlet gücünün, onu elinde tutanlar tarafından, bir başka sınıf veya zümre yararına kullanıldığını iddia etmek, devletin sınıfsal karakterini unutmak, devletin tarihi rolünü ve fonksiyonunu unutmak, ona sınıflar dışı veya sınıflar üstü bir karakter izafe etmek olur.

"10.... Halkımız üzerindeki burjuva diktatörlüğü, yurdumuzu giderek emperyalist boyunduruğuna teslim etti. Feodal ağalarla ittifak kuran büyük burjuvazi, Kürt halkına karşı da milli baskı ve eritme politikası uyguladı.

"17. ‘Milli burjuva yaratma’ politikasıyla semiren yeni Türk burjuvazisinin içinden çıkan işbirlikçi büyük burjuvazi, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren hızla gelişti ve emperyalizmle işbirliğini adım adım yoğunlaştırdı.

"18. Amerikan emperyalizmi, ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra Truman Doktrini ve Marşal Planı ile, ‘askeri ve ekonomik yardım’ adı altında yurdumuz üzerindeki boyunduruğunu ağırlaştırdı. Savaş sırasında vurgunculukla palazlanan büyük burjuvazi, uluslararası sermayenin kanatları altına iyice girdi ve savaş yıllarındaki yüksek tarım fiyatı politikasıyla gelişmiş olan toprak ağalarıyla ittifakını güçlendirdi. Bu gerici ittifak, kendini CHP’nin devlet kapitalizminin bürokratik kösteklerinden kurtarmak için DP’ye ağırlık vererek, iktidarını, bu partiyle devam ettirdi."

Milli burjuva önderliğinde, Kurtuluş Savaşı’yla sultanlığın ve komprador burjuvazinin yıkılması—milli burjuvazi iktidarı dönemi—, milli burjuvazinin içinde "milli burjuvazi yaratmak politikasıyla" işbirlikçi büyük burjuvazinin türemesi—işbirlikçi büyük burjuvazinin emperyalizmle işbirliğine girişmesi ve feodalizmle ittifak kurması—, sonra bu gerici ittifakın DP’yi kurması ve iktidarını bu partiyle sürdürmesi: Tezler bunlar.

Bu tezler, birinci olarak, Kemalist burjuvazinin, Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren toprak ağalarıyla ittifak halinde olduğunu, gözlerden saklamaktadır.

İkinci olarak, Kemalist iktidarı siyasi bakımdan bağımsız milli burjuva iktidarı olarak görmektedir. Kemalist Türkiye’nin iktisadi bakımdan yarı-sömürge, siyasi bakımdan yarı-bağımlı olduğunu, yani Türkiye’nin başından itibaren emperyalizmin boyunduruğu altında olduğunu görmemektedir. Yani komprador burjuvaziyle toprak ağaları diktatörlüğü altında olduğunù gözlerden saklamaktadır.

Üçüncü olarak, Taslak komprador burjuvazi ve toprak ağaları ittifakını tek ve homojen bir cephe olarak görmektedir. Bu gerici ittifak, önce CHP içinde gerçekleşiyor (ne zaman gerçekleştiği belli değil), sonra DP’de devam ediyor.

Dördüncüsü, Kemalist burjuvazinin, kendi hizmetinde devlet tekelleri kurması, bu tekeller yoluyla rekabeti geniş ölçüde ortadan kaldırarak halk kitlelerini soyup soğana çevirmesi, bu yolla büyük servetler ve sermayeler yığması, "devlet eliyle milli burjuva yaratma" olarak değerlendirilmektedir. Modern revizyonistlerin bu konudaki tezleri aynen benimsenmektedir.

Kemalist devrim, bu devrimin sınıf karakteri, sonuçları, Kemalist Türkiye’de hâkim olan sınıflar, bu sınıflar arasındaki mücadele vb. hakkındaki görüşlerimizi ayrı bir yazıda toparladık. Burada, söz konusu yazının belli başlı noktalarını özetlemekle yetiniyoruz.

1.        Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir.

  1. Devrimde, hem komprador Türk büyük burjuvazisi, hem de milli karakterdeki orta burjuvazi yer almıştır.
  1. Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken, İtilaf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişler; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır.
  1. Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da koyulaşarak??? devam etmiş, Kemalist hareket "özünde köylülere ve işçilere, bir toprak devrimi imkânına karşı" gelişmiştir.
  1. Kemalist hareketin sonucunda, Türkiye’nin sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal yapısı, yarı-sömürge ve yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir. Yani yarı-sömürge ve yarı-feodal iktisadi yapı devam etmiştir.
  1. Sosyal alanda, eski komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hâkim mevkiini, milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski komprador Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının hâkimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalist iktidar bir bütün olarak, milli karakterdeki orta burjuvazinin çıkarl arını temsil etmemekte; yukardaki sınıf ve zümrelerin menfaatini temsil etmektedir.
  1. Politik alanda, hanedanlık çıkarlarıyla birleştirilmiş olan meşrutiyet idaresinin yerini, yeni hâkim sınıfların çıkarlarına en iyi cevap veren idare, burjuva cumhuriyeti almıştır. Bu idare, sözde bağımsız, gerçekte ise siyasi bakımdan emperyalizme yarı-bağımlı bir idaredir.
  1. Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.
  1. "Kemalist Türkiye bile??? gittikçe daha çok bir yarı-sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek nihayet kendini İngiliz-Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmıştır."
  1. Kurtuluş Savaşı’nı takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde, komünist hareketin görevi, hâkim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağalan kliğine karşı Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten hiç bir zaman gerçekleşmemiştir), komprador burjuvaziyi ve toprak ağaları kliğini temsil eden Kemalist iktid arı devirmek, yerine işci sınıfi önderliğinde ve işci-köylü temel ittifakma dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır.
  1. Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nin sonundan itibaren komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalar iktidara hâkimdir. Fakat komprador ???büyük burjuvazi ve toprak ağaları iki büyük siyasi kliğe ayrılmıştır. İktidara ve devlet mekanizmasına hâkim olan klik, önce İngiliz-Fransız emperyalizminin, 1935’lerden itibaren de Alman emperyalizminin işbirlikçiliğini yapmıştır. İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar, genel olarak orta burjuvazi de bu kliğin peşinde harekete katılmıştır.
  1. İkinci Emperyalist Dünya Savaşı yıllarında Alman işbirlikcisi hâkim klik, koyu bir faşizm uygulamasına ve vurgunculuk politikasına girismış. Bu klik, içerde, işçi sınıfı dahil bütün demokratik güçlere, dışarda da, SSCB’ye ve ingiliz Amerikan Fransız blokuna karşı, Alman faşistlerinin safında yer almış. Fakat dünyadaki güçler dengesi ve SSCB’nin varlığı, bunların Alman faşistlerinin safında savaşa katılmasına engel-olmuştur.
  1. Öte yanda, daha sonra DP ve MP içınde örgütlenen komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının muhalif kliği, bunun peşinde de, o zamana kadar CHP saflarında tali bir unsur olarak yer alan reformcu orta burjuvazi ve diger demokratik unsurlar yer almıştır. TKP de bu kliğin kuyruğuna takılmıştır. Bunlar dünya çapındaki Amerikaningiliz Fransız blokuyla ve SSCB ile ittifak kurmuşlardır. 2.Dünya Savaşı, Alman faşistlerin ve müttefiklerin yenilgisiyle bitince, Türkiye çapında da bu blok güçlenmiştir. Fakat savaş sona erer ermez, ABD emperyalizminin başını cektigi emperyalist blok, "demokrasi" bayrağı altında gericiligin ve anti-komünizmin başına gecmiştir. Türkiye’de de ABD emperyalizminin desteğiyle ve CHP’nin Almancı faşist diktatörlüğüne, halkın ve demokratik unsurların duyduğu nefret ustalıkla kullanılarak 1950’de DP iktidara getirilmiştir.
  1. Böylece, Alman emperyalizminin uşağı olan komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarının yerini, ABD emperyalizminin uşağı olan komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarımn iktidarı almıştır. Söz konusu olan şey, "savaş sırasında vurgunculukla palazlanan büyük burjuvazinin", "uluslararası sermayenin kànatları altına iyice girmesi" değil, Alman emperyalizminin "kanadları"nın yerini, ABD emperyalizmin "kanatları"nın alması, Alman uşağı gericilerin yerini de, ABD uşağı gericilerin almasıdır.
  1. Proletaryanın ve küçük-burjuvazinin muhalefetini kendi bendinde boğan kararsız orta burjuvazi, bu muhalefeti bir müddet DP’nin kuyruğuna taktıktan sonra, DP’nin faşizan uygulamaları karşısında, tekrar muhalefetteh CHP katarına katılmıştır. Proletarya önderliğinde, bağımsız ve güçlü bir halk hareketinin yaratılamamış olması, işçi sınıfının, emekçi halkın ve demokratik unsurların muhale fetinin komprador??? büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliklerinin kâh birini, kâh diğerini iktidara getirmeye yarayan bir kaldıraç gibi kullanılmasına yol açmıştır.
  1. Muhalefette iken, "demokrasi" havarisi kesilen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağası klikleri, iktidara geçtikleri zaman, en azılı halk düşmanı kesilmişlerdir.

Ülkemizin tarihi gerçekleri bunlardır.

"19. 1950’den sonra emperyalist sanayinin Türkiye’de de daha dolu dizgin at oynatması..."

Doğrusu şöyledir: 1950’den sonra ABD emperyalizminin Türkiye’de dolu dizgin at oynatması çünkü 1950’den sonranın özelliği, emperyalist sermayenin daha dolu dizgin at oynatması değil, ABD emperyalizminin Türkiye’ye hâkim olmasıdır. ABD emperyalizminin bu yıllarda Türkiye’ye soktuğu sermayenin, önceki yıllarda Türkiye’ye sokulan emperyalist sermaye nisbetle çok daha fazla olduğu da doğrudur. Bu da işin ikinci yönüdür. Gerek bu maddede, gerekse bundan sonraki maddelerde hep "emperyalizm" kelimesi kullanılıyor! Bu ifade, emperyalizmin Türkiye’de çok öncelerden beri hâkim olduğunu gizliyor! "Emperyalizm" yerine, "ABD emperyalizmi" denmelidir.

"Hareketimiz, ihtilâlci işçi sınıfı hareketinin gerçek mirasçısıdır". (abç).

"12.... TKP, işçi sınıfımızın ihtilâlci hareketini yurt çapında kucakladı..." (abç).

"İhtilâlci işçi sınıfı hareketi" veya "işçi sınıfımızın ihtilâlci hareketi"nden kasıt komünist harekettir.

Burada, komünist kavramının kullanılmasından titizlikle kaçınıldığını görüyoruz. Komünist kavramına karşı aynı soğuk tutum, partinin adı konusunda da gösteriliyor. Bu 1920’lerde şefik Hüsnü’lerin bulunduğu noktadan bir adım geri atmaktır. Bu, halkımızın bazı geri kesimleri üzerindekı gerici şartlandırmalara boyun eğmektir. Bunları ileri çekmek yerine, kendini bunların durumuna uydurmaktır.

İkinci olarak, "İhtilalci işçi sınıfı hareketi" tabiri, komünist hareketi değil, işçi sınıfının kitlevi hareketlerini akla getirmektedir. O zaman, sanki TKP kurulur kurulmaz ülke çapında, işçi sınıfının bütün kitlevi hareketlerine, gösterilerine vs. önderlik edecek hale gelmiş gibi bir anlam çıkmaktadır. Seçilen ifade bu bakımdan da mahzurludur.

"12.... Bütün dünyada olduğu gibi yurdumuzda da işci sınıfımız, kendi Leninist partisini kurdu... TKP, işci sınıfımızın ihtilâlci hareketini yurt çapında kucakladı ve uluslararası proletaryanın Türkiye’deki öncü müfrezesi olarak mücadeleye atıldı (abc,).

"13. TKP, Milli Kurtuluş Savaşı’na var gücüyle katıldı. Türkiye komünistleri, halkın safında fedakârca çarpıştılar, milli ihtilâlin, işcilerin ve köylülerin menfaatleri yönünde ilerlemesi icin mücadele ettiler. Fakat TKP, Kurtuluş Savaşı’nda işçi ve köylüleri teşkilatlayıp parti önderliğinde halkın silahlı gücünü yaratmayı başaramadı.

"14. TKP, Kurtuluş Savaşı yıllarından sonra burjuva iktidarının ağır baskı ve takibini alt edemedi. Marksizm-Leninizmi yurdumuz şartlarıyla yaratıcı bir şekilde kaynaştırıp emekçi yığınlar içinde kök salmayı başaramadı ve işci-köylü yığınlarını silahlı mücadele yolunda seferber edemedi.

"Bununla beraber Şefik Hüsnü ve Mustafa Suphi gibi komünizm davasına sadık fedakâr önderlerin yönettiği TKP, her türlü baskıya göğüs gererek proletaryanın bayrağını daima yüksek tutmaya çalıştı; Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı gibi önderlerini bu uğurda şehit verdi; Marksizm-Leninizm’e ve proleter enternasyonalizmine daima bağlı kaldı; oportünizmle ve Troçkizm gibi ihanet akımlarıyla durmadan mücadele etti ve halkımıza hizmet yolunda yılmadı.

"15. Leninist örgütlenme esaslarını uygulamadığı için 1951’de çökertilen TKPnin yönetimi, 1960’dan sonra Yakup Demir revizyonistleri tarafından gaspedildi. Parti bundan sonra yurtdışında Kruşçev-Brejnev modern revizyonist kliğinin kuklası bir burjuva kulübü haline getirildi.

"... Bu burjuva kulübünün, taşımakta olduğu ‘TKP’ adıyla gerçekte hiç bir ilgisi yoktur. Çünkü Yakup Demir revizyonist kliği, TKP’nin devrimci geçmişine ihanet eden, komünizm adı altında revizyonizmi savunan ve burjuvazinin menfaatlerini güden bir sahtekârlık şebekesidir.

"16. Hareketimiz, uluslararası proletaryanın büyük önderleri Marks-Engels-Lenin ve Stalin’in ihtilâlci yolunda mücadele vermiş olan Şefik Hüsnü’lerden devraldığı kızıl sancağı, Türkiye işçi ve köylülerinin elinde daha yükseklere kaldırmak azmini bütün halkımıza açıklar.

"Hareketimiz... TKP’nin devrimci geçmişinin gerçek mirasçısı olduğunu ilân eder."

TKP hakkında, Program Taslağı’nda söylenen şeyler bunlar. Bu görüşlere birkaç bakımdan katılmıyoruz.

Bir kere Taslakta, TKP hakkında ileri sürülen görüşler, akıl almaz çelişkilerle doludur. Yuvarlak ve demagojik ifadeler bir yana bırakılırsa, TKP hakkında söylenen olumlu şeyler, onun "mükemmel bir komünist hareket" ilân edilmesine yeter de artar bile. "Leninist bir örgüt" olmak, "Marksizm-Leninizm’e bağlı kalmak", "proleter enternasyonalizmine daima bağlı kalmak", "oportünizm ve Troçkizm gibi ihanet akımlarıyla durmadan mücadele etmek", son derece mükemmel bir komünist hareketin nitelikleridir.

Fakat, yine Program Taslağı’na göre, TKP’ni oportünist ve revizyonist bir parti ilân etmemek mümkün değildir. "Marksizm-Leninizmi yurdumuz şartlarıyla yaratıcı bir şekilde kaynaştıramamak", "yığınlar içinde kök salmayı başaramamak", otuz küsur yıllık legal ve illegal faaliyet dönemi boyunca "yığınları silahlı mücadele yolunda seferber edememek ve halkın silahlı gücünü yaratamamak", "Leninist örgütlenme esaslarını uygulamamak" ve bütün bunlardan dolayı da "çökertilmek", su katılmamış bir revizyonist hareketin nitelikleridir.

Bir parti, bir yandan revizyonizmin ve oportünizmin bütün hastalıklarıyla sakatlanmış olacak, öte yandan, bu parti "Marksizm-Leninizme bağlı kalmış" olacak, "oportünizmle mücadele etmiş" olacak, "Leninist parti" olmakta devam edecek. Bu, en hafif deyimi ile, Marksizm-Leninizmin ne olduğunu, oportünizmin ne olduğunu, Leninist partinin ne olduğunu anlamamaktır. "Ülke şartlarıyla kaynaşmayan", ondan kopuk bir "Marksizm-Leninizm"! "Yığınlar içinde kök salmayı başaramayan", "Leninist örgütlenme esaslarını uygulamayan", "teori ve pratiği kaynaştıramayan" bir-"Leninist parti"! Çoğu zaman halkın silahlı mücadelesi için şartların son derece elverişli olduğu otuz küsur yıllık mücadele döneminde, "yığınları silahlı mücadele için seferber edememek ve halkın silahlı gücünü yaratamamak", "teori ile pratiği kaynaştıramamak", "yığınlar içinde kök salamamak", "Leninist örgütlenme esaslarını uygulamamak", "burjuva iktidarların ağır baskı ve takibini alt edememek" ve "çökertilmek"; buna rağmen "oportünizmden" azade olmak, üstelik "oportünizmle durmadan mücadele etmiş" olmak! Bunlar aklın alacağı sey değildir. Miras hesaplarıyla bu dendi vahim çelişkilere düşmek, bir komünist harekete asla yakışmaz!

TKP hakkında, şahsi görüşlerim şunlardır: TKP, M. Suphi yoldaşın önderliği altındayken Leninist bir partiydi. M. Suphi yoldaşın Kemalistler tarafından hunharca katledilmesinden sonra, partinin önderliği revizyonistlerin eline geçmiştir. Şefik Hüsnü, otuz yıllık önderliği boyunca, revizyonist bir çizgi izlemiştir. Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki TKP, bir müddet, Türkiye’de devrimi "sosyalist devrim" olarak tespit etmiş ve bunu da Kemalist iktidardan beklemiştir. Daha sonra "sosyalist devrim" şiarından vazgeçmiş, fakat bu kez de aynen Menşeviklerin mantığıyla, Kemalist iktidarın demokratik devrimin görevlerini tamamlamasını ve sosyalist devrim için yolu düzlemesini beklemeye koyulmuştur. TKP, köylülerin devrimci rolünü reddetmiştir. İşçi sınıfı önderliğinde, köylülere dayanarak demokratik halk devrimini başarmayı ve durmadan sosyalizme gecmeyi, yani Marksist Leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisini reddetmiştir.

Ülkemizin somut gerçeği ile Marksizm-Leninizm’in teorisini birleştirememiştir.

İşçi-köylü ittifakı yerine, sürekli olarak burjuvaziyle ittifakı ön plana çıkarmıştır. Silahlı mücadele yolunu reddetmiştir. Kemalist iktidara kölece bir bağlılık göstermiştir. Refik Saydam hükümetini destekleyecek kadar Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmıştır. Kemalist iktidarın, bütün azınlık milliyetlere, özellikle Kürt milletine uyguladığı amansız milli baskıyı, hatta kitle katliamlarını tasviple karşılamıştır. Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonraki otuz yıllık dönemde TKP, bir reform partisi olmaktan ileri gidememiştir. Şefik Hüsnü’nün yazıları, Marksizm-Leninizm’in alfabesi sayılacak en ilkel gerçekleri bile çiğnemektedir (Bak: Seçme Yazılar, S. Hüsnü, Aydınlık Yayınları).

TKP’nin çökertilmesi, revizyonist çizgisinin kaçınılmaz sonucudur. Yakup Demir, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi kaşarlanmış revizyonistlerle Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra TKP’nin izlediği çizgi arasında hiçbir fark yoktur. Gerek ideoloji ve politikası itibarıyla, gerekse örgütsel olarak TKP, Y. Demir, M. Belli, H. Kıvılcımlı revizyonistlerinde devam etmektedir. Yakup Demir kliği, Mustafa Suphi yoldaşın önderliğindeki TKP’nin çizgisine gerçekten ihanet etmiştir, ama TKP’nin daha sonraki çizgisini olduğu gibi devam ettirmektedir.

TKP mirasçılığı havada bir iddiadır. Bir komünist hareket, M. Suphi yoldaşın önderliğindeki TKP’nin mirasçısı olur, TKP saflarındaki militan işçi-köylü-aydın üyelerin kafalarında ve yüreklerinde taşıdıkları komünizm davasına derin inancın mirasçısı olur ama, TKP önderliğinin revizyonist çizgisinin mirasçısı olamaz.

Program Taslağı, "ne şiş yansın, ne kebap" mantığıyla kaleme alınmıştır.

"20.... Gerici parlamentoyu bir hâkimiyet aracı olarak kullanan emperyalizm ve işbirlikçileri..."

Yukarıdaki ifade, Marksist-Leninist devlet teorisine tamamen aykırıdır. Çünkü "emperyalizm ve işbirlikçilerinin" "hâkimiyet aracı", "parlamento" değil, devlet cihazıdır. Parlamentonun varlığı veya yokluğu, hakimiyet aracı olan devlet cihazının varlığı veya yokluğu demek değildir; bu devlet cihazının şu veya bu biçimde olması demektir, yani??? parlamento hakimiyet aracı olan devletin biçimiyle ilgili bir kurumdur. Nitekim hakım sınıflar, parlamentoyu bir kenara fırlatıp attıkları zaman da hakimiyetlerini devam ettirirler, hakimiyet araçlarını bir kenara fırlatıp atmış olamazlar. Sadece, onun biçimini değiştirmiş olurlar.

Parlamentonun özü ve fraksiyonu nedir, bunu Lenin yoldaştan öğrenelim:

"Belirli bir süre için parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi bö1ümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek: Sadece mesruti parlamenter monarşilerde değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur" (Devlet ve İhtilâl, S. 61)

"Amerika’dan İsviçre’ye Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb kadar her hangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl devlet işleri hep kulislerde yapılır; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay heyetleri tarafından yürütülür. Parlamentolarda, sadece ‘saf halkı’ aldatmak ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz. Bu o kadar doğrudur ki, burjuva-demokratik cumhuriyeti olan Rus Cumhuriyeti’nde bile, hatta gerçek bir parlamento kuracak zamanı bile bulmadan önce, parlamentarizmin bütün bu kusurları hemen ortaya çıktı (age, S. 62).

Demek ki, en demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile, parlamentonun hâkim sınıflar tarafından bir köşeye fırlatılması, iki şeyi değiştirecektir: Birincisi, "bir süre için, parlamentoda, halkı yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek" imkânı ortadan kalkacaktır. ikincisi de, hâkim sınıfların temsilcileri, artık "parlamentolarda... ‘saf halkı’ aldatmak ereğiyle, gevezelik" yapamayacaklardır. Ama, hâkim sınıfların hakimiyet araçları ortadan kalkmayacaktır.

Komünistler, elbette, "baskı biçiminin şöyle ya da böyle olmasının, proletarya bakımından önem taşımadığını" değişmezler;

"Sınıf mücadelesinin ve sınıfları baskı altında tutmanın daha geniş, daha serbest, daha özgür bir biçimi[nin], proletaryanın, genel olarak sınıfların ortadan kalkması için yürüttüğü mücadeleyi önemli derecede kolaylaştıracağını" bilirler (age, S. 103). Bu nedenle, "özellikle şartların- devrim için uygun olmadığı durumlarda, burjuva parlamentarizmi ‘ahır’ından yararlanırlar", "ama aynı zamanda, parlamentarizmin gerçekten proleter ve devrimci bir eleştirisini yapmayı da bilirler" (age, S. 61).

Biz, konuyla ilgili olmadığı için özel olarak Türkiye’de parlamentarizmin mahiyeti ve ondan yararlanılıp yararlanılmayacağı üzerinde durmuyoruz.

Program Taslağı, parlamentonun özünü ve fonksiyonunu kavrayamamış, "gerici parlamento" dediği şeyi, bizzat devlet cihazının yerine koymuştur. Taslağa göre, parlamentonun mevcut olmadığı bir faşist diktatörlüğü, artık hâkim sınıfların "hâkimiyet aracı"nın yani devlet cihazının bulunmadığı (!) bir sistem olarak görmek gerekir ki, Marksist-Leninist devlet teorisi açısından tamamen yanlış, pratik mücadele açısından da son derece zararlıdır.

"20.... Türk askeri, kurtuluş savaşı veren Kore halkına karşı... savaşa sürüldü."

Buradaki "Türk askeri" tabiri iki bakımdan yanlıştır.

Birincisi, savaşa sürülenler sadece "Türk" olan askerler değildir, hatta çoğunlukla "Türk" değildir. Türk hâkim sınıfları, Kore’ye gönderilenlerin azınlık milliyetlerden ve en çok da Kürtlerden seçilmesine özellikle dikkat göstermiştir. Türk şovenizmi ve milli baskı bu konuda da kendini göstermiştir. Doğu Anadolu’nun Kürt köylülerinden birçoğunun Kore’ye gidip dönmediğini, bizzat köylülerden dinledik.

İkincisi, "Türk askeri" tabiri ile Programda anlatılmak istenen şey, anlatılamıyor! Esas belirtilmek istenen şey, bizim emekçi halkımızın, emperyalistlerin ve uşaklarının menfaatleri uğruna, haklı bir dava için çarpışan başka bir halkın üzerine sürüldüğüdür; bir halka, başka bir halkın kırdırılmak istendiğidir. Taslağı kaleme alan arkadaşın, bunu belirtmek isteyip istemediğini bilmiyorum ama, bence bu belirtilmelidir. Oysa, "asker" tabiri bu fikri ifade etmiyor; gerici orduyu ve genel olarak bu ordunun mensuplarını hatırlatıyor. Bunun yerine, "silah altına alınan emekçiler..." veya "Türkiye emekçileri..." veya "Türkiye’nin işçi ve köylüleri..." gibi bir ifade kullanmak, her iki bakımdan da daha doğru olurdu.

"20.... emperyalizm ve işbirlikçileri, halk yığınlarına boyun eğdirmek için kendi çöküşlerinin çürüyen ideolojisini ve kültürünü yaydılar..."

(çöküşün ideolojisi ve kültürü olmaz. İdeoloji ve kültür, emperyalizm ve işbirlikçilerinindir. Bu ideoloji ve kültür, çöküşün ifadesi olabilir; çöküşü yansıtabilir vs. "Kendi çöküşlerinin ifadesi olan çürüyen ideolojisini..." veya "kendi çöküşlerini yansıtan çürüyen ideolojisini..." gibi bir ifade kullanılmalıydı. O zaman ifadenin dil ve mantık bakımından bir anlamı olurdu.

"21. Halk yığınlar üzerindeki baskı ve sömürüyü her geçen gün şiddetlendiren siyasi ve iktisadi buhran, Amerikan uşağı DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla sonuçlandı."

Birincisi, "halk yığınları üzerindeki sömürü ve baskıyı şiddetlendiren", "buhran" değil, DP iktidarıdır; "buhran", bu baskı ve sömürünün şiddetlenmesine yol açar, şiddetlenmesini zorunlu kılar, DP iktidarını şiddetlendirmeye zorlar vs.

İkincisi, "DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla" buhran sonuçlanmamıştır. Eğer 27 Mayıs bugünkü sistemin buhranını sona erdirecek kerameti gösterseydi, bu bütün işçi sınıfı devrimcileri için yıkım, bütün gericiler için de bayram olurdu. Hatta orta burjuvazi bile, "sosyalizm" belası olmadan da, sistemi kazasız belasız devam ettirmenin yolu bulunduğu için, kendi reformist ütopyalarını bir bayrak gibi dalgalandırarak "zafer! zafer!" diye haykırırdı! Sömürücü sınıflar, Marks’ın, Engels’in, Lenin’in ,"kehanetlerinin" suya düştüğünü yüksek sesle bütün dünyaya ilân ederlerdi! Bütün gericiler, 27 Mayısı kendilerine örnek edinirlerdi!

Şükür ki, 27 Mayıs böyle bir keramet gösteremedi; buhran sonuçlanmadı. Bugün de, bütün şiddetiyle devam ediyor. Üretim araçlarının mülkiyeti bir avuç sömürücü azınlığın elinde bulunduğu müddetçe de, ne iktisadi buhran, ne de onun sonucu olan siyasi buhran sonuçlanacaktır. Buhrana son verecek olan, muzaffer bir halk devrimidir. 27 Mayıs’ta buhranın sonuçlandığı iddiası, M. Belli, D. Avcıoğlu gibi sosyalizm maskeli burjuvalara yakışır. Onlara göre, eğer 27 Mayıstan sonra ordu iktidarı elinde tutsa ve seçimlere gitmeseydi, artık Türkiye’de buhran muhran olmazdı (!). 12 Mart Muhtırası’na da lüzum kalmazdı (!). Subaylar bunların parlak fikirlerini hesaba katmadıkları içindir ki, buhrandan ve karışıklıklardan kurtulamıyorlar (!). Sistemin temellerini muhafaza etmek, fakat öte yandan, onu bütün hastalıklarından, iç çelişmelerinden kurtarmak! Orta burjuva reformcularına yakışacak gerici bir ütopya! Program Taslağı’na da, onlardan miras kalmış.

"21... 27 Mayıs hareketine karakterini veren orta burjuvazi, emperyalizme başından teslim olmuştu. İktidarı işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktı. Tarih bir kere daha gösterdi ki, emperyalizm ve işbirlikçilerinin iktidarını yıkacak biricik güç, proletarya önderliğinde halkın teşkilatlı gücüdür.

"Bununla beraber, 27 Mayısın getirdiği 1961 Anayasası ile halkımız, sınırlı da olsa bazı demokratik haklar kazandı ve devrimci fikirlerin hızla yayıldığı elverişli ???bir ortam doğdu."

27 Mayısa orta burjuvazinin katıldığı doğrudur. Ama bu harekete "karakterini veren" sınıfın orta burjuvazi olduğu asla doğru değildir. Çünkü, "karakterini veren"`sınıf ifadesiyle, harekete önderlik eden ve iktidarı ele geçiren sınıf kastediliyor. "İktidarı işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktı" dendiğine göre, 27 Mayıs darbesinden sonra iktidarı "orta burjuvazi ele almıştır." Öyle ya, bırakabilmesi için eline alması lazım.

1965’de AP’nin tek başına iktidara gelmesiyle, orta burjuvazinin iktidardan indiği`kastediliyorsa, MBK iktidarın ve koalisyon hükümetlerinin orta burjuvaziyi temsil ettiği kabul ediliyor demektir. Eğer, koalisyon hükümetleriyle birlikte orta burjuvazinin iktidarının sona erdiği kastediliyorsa, MBK iktidarının orta burjuvaziyi temsil ettiği kabul ediliyor demektir. Gerçekte ise, gerek MBK iktidarı dönemi, gerekse koalisyon hükümetleri dönemi, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarda olduğu dönemdir.

1950’de iktidardan düşen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği, DP iktidarının kendisine de yönelen faşist baskıları karşısında, "demokrasi" havariliğine çıkmış, orta burjuvazinin ve gençliğin bu yöndeki atılımını bir kaldıraç gibi kullanarak, 1960’da iktidarı tekrar ele geçirmiştir. Kitlelere yol gösterecek komünist bir önderlik olmadığı için, halkın muhalefeti, gerici kliklerden bazen birinin, bazen diğerinin peşine takılmış ve çarçur edilmiştir. CHP’ye hâkim olan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği, iktidarı ele geçirdikten sonra, 27 Mayıs hareketi içinde önemli bir rol oynayan orta burjuvaziyi birdenbire karşısına almayı doğru bulmamıştır; orta burjuvazinin, 27 Mayıs Anayasasına da giren bazı sınırlı demokrasi taleplerini bu nedenle kabul etmiştir 27 Mayıs hareketine önderlik eden ve sonunda iktidarı ele geçiren sınıf, CHP’ye hakim komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliğidir. Orta burjuvazi onun peşinde yedek kuvvet olarak yer almıştır.

Bizce 27 Mayıs hareketinin doğru tahlili budur.

"22 İşçi sınıfımız, Amerikancı AP iktidarına, patronlara ve Amerikan uydusu sarı sendikacılığa karşı verdiği sayısız mücadelede yiğitlik destanları yazdı 15-16 Haziran 1970’de isçi sınıfımızın şahlanan mücadelesi patronların yüreğine korku saldı... Kozlu maden ocağında Mehmet Çavdar’ı, Gamak Fabrikasında Şerif Aygül’ü ve daha nice yiğitleri şehit verdik."

Birincisi, revizyonist-reformist TİP’in kontrol ettiği DİSK yöneticilerinin, işçi sınıfımızın devrimci mücadelesini reformizme batırdıkları da kısaca teşhir edilmeliydi. DİSK’le barış politikası, yani işçi sınıfı saflarındaki reformizmle barış politikası, öteden beri sürüp gelen bu politika, Program Taslağı’na da bulaşmış. Sıkıyönetimden sonra girdiğimiz yeni dönemde, eski dönemin yadigarı olan bu tür pislikleri, ne yazık ki sırtımızdan hala atamamışız.

İkincisi, Programda ölen işçilerin isimlerinin sayılması çok gereksiz bir şey. Bunlar Programı zayıflatır. Daha aşağıda da ölen gençlerimizin isimleri sayılmış. O da gereksiz. Her gecen gün işçi, köylü, genç, aydın yeni arkadaşlar eksilecek aramızdan. Program, durmadan bunların gerisinde kalacak. Bunları tek tek Programa koymaya imkân ve ihtimal yok! Bunun faydası da yok! Aksine zararları olabilir. Neden filân isim var da, şu isim yok gibi, kısır, verimsiz, tatsız tartışmalara yol açabilir. Ayrıca, daha ayrıntılı bir açıklamanın imkânsız olduğu bir programda, her saftan, komünist, revizyonist ,anarşist bütün saflardan isimlerin yan yana yer alması sadece kitlelerin bilincini bulandırmaya, onların hepsini bir ve aynı hareketin unsurları olarak görmelerine yol açar. Eğer her saftan kişiyi peş peşe sıralamakla, bunlara sempati duyan herkesin desteğinin kazanılacağı hesaplanıyorsa, bu basit bir politika oyunudur ve insanın ayağına dolaşır. Emperyalizme ve gericiliğe karşı dövüşürken ölen herkes saygıya değerdir. Ama bu, bunların içindeki revizyonist ve anarşist unsurlarla komünistler arasına bir çizgi çekmemize asla yol açmamalıdır. Yoksa, daha da saygıya değer olan komünizme, halkın kurtuluşu davasına saygısızlık edilmiş olur. Ferdinand Lassalle’in Alman gericileri tarafından öldürülmesi, Marks’ın ve Engels’in onu eleştirmesine engel olmadı. Hem de Lassalle, o yıllarda Alman işçilerinin elinde bayrak olduğu halde. Değil Lassalle’in programda isminin gecmesi, onu yücelten bir marşın parti marşı olmasına bile karşı çıkıyorlar. Engels Bebel’e yazdığı bir mektupta: "Lassalciler hiç bir fedakârlıkta bulunmadılar, muhafaza edebildikleri her şeyi muhafaza ettiler. Zaferlerini tamamlamak için de, siz parti marşı olarak, Audorf’un Lassalle’i yücelttiği o kafiyeli ahlak dersi veren boş cümlelerini kabul ettiniz" diyor.

Kaldı ki, ölülere övgünün de, sevginin de, saygının da, eleştirinin de yeri parti programı değildir. Bunun için özel broşürler çıkarılabilir, bildiriler dağıtılabilir, parti organlarında yazılar yazılabilir. Programı bir merasim meydanına çevirmenin bir gereği yoktur!

"10.... Feodal ağalarla ittifak kuran büyük burjuvazi, Kürt halkına karşı da milli baskı ve eritme politikası uyguladı."

"25. Yurdumuzda yaşayan altı milyon nüfuslu Kürt halkı, burjuva ve toprak ağası iktidarların ağır milli baskı ve eritme politikasına karşı mücadele bayrağını kaldırdı. Amerikancı iktidarların Kürt halkını yıldırmak için giriştiği en ağır zulüm ve işkencelere göğüs gerdi. Kürt halkının demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin için giriştiği mücadele hızla güçlenmektedir. Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri bu mücadeleyi destekliyor. Türkiye halklarını birbirine düşman etmek ve ezmek amacını güden emperyalizmin ırkçılık politikası iflas etmekte ve halkları devrim yolunda birleştiren bağlar sağlamlaşmaktadır."

"52. Hareketimiz, Kürt halkının kendi kaderini tayin ve isterse ayrı bir devlet kurma hakkını tanıdığını açıklar.

"Hareketimiz... Kürt halkının kaderinin Kürt işçi ve köylülerinin menfaati yönünde tayin edilmesi için çalışır.

"Hareketimiz, Kürt ve Türk halklarının devrimci birliği ve kardeşliğine düşmanlık güden her milliyetten gerici hâkim sınıflarla ve onların bölücü politikalarıyla mücadele eder."

1) "Milli baskı ve eritme politikası"! İlk önce "milli baskının" tümünden, sonra da milli baskının bir parçası olan "eritme" politikasından söz etmek ve bu ikisini bir ve ile birleştirmek gramere ve mantığa aykırıdır.

2) Milli baskı, sadece Kürt halkına karşı değil, burjuvazisi de dahil Kürt milletine karşı uygulanmaktadır. Ayrıca milli baskı, sadece Kürt milletine değil, bütün azınlık milliyetlere uygulanmaktadır. Program Taslağı, milli baskının sadece Kürt halkına uygulandığını ileri sürmekle, birinci olarak diğer azınlık milliyetlerin demokratik mücadelesine gözlerini kapamıştır. İkinci olarak da, şu iki yanlıştan birine düşmektedir: Ya bu Kürt halkı ifadesinin kapsamına Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları da dahil sayılmaktadır; o takdirde, baskılara karşı gelişen Kürt milli hareketinin burjuva-feodal karakteri gözlerden saklanarak, milli hareketle işçi ve köylülerin sınıf hareketi bir ve aynı görülerek, Kürt milliyetçilerinin çizgisine düşülmektedir. Ya da, Kürt halkı ifadesinin kapsamına, Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları dahil edilmemektedir; bu takdirde de Kürt burjuvalarının ve küçük toprak ağalarının milli baskılara karşı giriştiği mücadelenin ilerici karakteri toptan reddedilmekte, Türk milliyetçiliği çizgisine düşülmektedir.

3) Milli baskının amacı, "Kürt halkını yıldırmak" olarak gösterilmektedir ki, bu, doğru değildir; bu, sınıfsal baskının amacıdır. "Halk yıldırma politikası", bütün gerici iktidarların, milliyetine bakmaksızın bütün emekçilere karşı uyguladığı politikadır; Türk halkına da uygulanan politikadır. Onun dışında, sadece Kürt halkı değil, bütün Kürt milliyeti (bir avuç büyük feodal bey hariç), sadece "yıldırmak".için değil, aynı zamanda daha esaslı bir amacı gerçekleştirmek için de, "zulüm ve işkencelere" uğratılır. Bu amaç nedir? Bu amaç en genel ifadesiyle, ülkenin bütün pazarlarının, maddi zenginliklerinin vb... rakipsiz hâkimi olmaktır. Milli imtiyazlar sağlamak, devlet imtiyazını elinde tutmaktır. Bu amaçla, azınlık milliyetlerin dilleri yasaklanır, demokratik hakları gasp edilir, kitle katliamlarına girişilir vs. vs... Hâkim ulusun burjuvazisi, "toprak bütünlüğünü" korumak, "dil birliğini sağlamak" için, elinden geleni yapar.

Azınlık milliyetlerin, emekçilerine yapılan baskı böylelikle, katmerli bir nitelik kazanır. Birincisi, emekçilerin kanını daha çok emmek için yapılan sınıfsal baskı; ikincisi, milli amaçlarla azınlık milliyetin bütün sınıflarına yapılan milli baskı.

Program, milli baskıyla sınıfsal baskıyı bir ve aynı şey olarak göstermekle, ya burjuvaziye ve küçük toprak ağalarına karşı, Kürt işçilerinin ve diğer emekçilerinin mücadelelerini örtbas etmektedir; ya da, Kürt burjuvalarının ve küçük toprak ağalarının milli baskıya karşı mücadelesinin ilerici niteliğini inkâr etmektedir. Birinci sonuç, Kürt milliyetçilerinin, ikinci sonuç, Türk milliyetçilerinin işine yarar, ama her ikisi de Kürt ve Türk proletaryası ve emekçilerinin işine yaramaz.

4) Program Taslağı’nda, emperyalizmin, "Türkiye halklarını birbirine düşman etmek ve ezmek." amacıyla "ırkçılık politikası" güttüğü söyleniyor. Emperyalizmin "Türkiye halklarını birbirine düşman etmek ve ezmek" istediği doğrudur; ama bu amaçla ırkçılık politikası güttüğü yanlıştır. Irkçılık politikası, burjuvazinin siyasi bakımdan en geri kesimlerinin ve feodalizmin politikasıdır. Türk ırkçılığı, Türk burjuvazisinin siyasi bakımdan en geri kesimlerinin ve Türk toprak ağaları sınıfının politikasıdır. Kürt milletinin saflarında da ırkçılık politikası mevcuttur. Ve bu politika da, Kürt burjuvazisinin siyasi bakımdan en geri kesimlerinin ve bir kısım Kürt feodal beylerinin politikasıdır. Irkçılık politikasının kaynağı, sosyal temeli içerdedir. Emperyalizm, menfaatlerine el verdiği yerde bu sınıfların ırkçılık politikasını destekler, menfaatlerinin el vermediği yerde karşısına çıkar. Türkiye’de ABD emperyalizmi, menfaatine el verdiği için, Türk ırkçılığını kışkırtmakta ve desteklemektedir.

Emperyalizmin bizzat güttüğü ırkcılık politikası bambaşka bir şeydir. Emperyalist devletlerin, küçük milletleri ve devletleri ezmeleri, içişlerine burunlarını sokmaları, müdahalelerde bulunmaları, meselâ faşist Hitler köpeğinin, Alman ırkının dünyaya hükmetmek için yaratıldığı zırvaları, ABD emperyalizminin ve Sovyet sosyal emperyalizminin, küçük devletlerin ve milletlerin içişlerine karışmaları, bütün bunlar da emperyalizmin ırkcılık politikasının tezahürleridir.

Program Taslağı’nın yanlış formülasyon, yerli ırkçıların işine yarar. Çünkü, onların ırkçılık politikasına karşı yürütülecek mücadeleyi göz ardı etmektedir.

5) Program Taslağı, "Kürt halkı", "ağır milli baskı ve eritme politikasına karşı mücadele bayrağını kaldırmıştır" diyor. Yine Program Taslağı, "Kürt halkının giriştiği mücadele demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin içindir" diyor.

Kürt hareketi, her şeyden önce, bir milli harekettir; bir halk hareketi değil. Onun için, milli baskılara karşı, "demokratik hakların", "milliyetlerin eşitliği", "kendi kaderini tayin" için girişilen milli hareketle, Kürt proletaryasının ve emekçilerinin, yani Kürt halkının sınıf hareketini ayırdetmek gerekir.

İkincisi, hiç bir milli harekette, o milletin burjuvazisinin ve milli harekete katılan toprak ağalarının talebi, MİLLİ BASKI’nın kaldırılması, DEMOKRATİK HAKLAR VE MİLLİYETLERİN EŞİTLİĞİ talepleriyle sınırlı kalmaz. Bùrjuvazi vè milli harekete katılan toprak ağaları, bu taleplerin daha da ötesine giderler. Onlar, kendi lehine eşitsizlik ve imtiyaz isterler. Başka milletlerin demokratik haklarını kendi lehine gasbetmek ister. Kendi pazarlarına ve maddi zenginliklerine, kendisi kayıtsız şartsız hâkim olmak ister. Kendisinden daha zayıf ve güçsüz olanlara, milli baskı uygulamak ister. Kendi milliyetine mensup proleterleri ve emekçileri, diğer milliyetlere mensup emekçilerden ulusal çitlerle ayırmak ister. Proletaryanın ve demokratizmin uluslararası kültürünün yerine, kendi milli kültürünü geçirmek ister, kendi milliyetçiliğini güçlendirmek ister, kendi ulusal gelişmesi ve ulusal kültürü için mücadele eder. Kendiliğinden olan, zora ve eşitsizliğe dayanmayan "özümlenme"ye, milletlerin kaynaşması yönündeki tarihi eğilime karşı çıkar vs. vs... Kürt milli hareketi içinde, bir kısım Kürt burjuvazisinin ve onunla ittifak halinde olan bir kısım küçük toprak ağalarının, yukardakilerine benzer gerici taleplerini ve emellerini görmemek mümkün değildir. Program Taslağı, Kürt halkının sınıf hareketiyle milli hareketi karıştırdıktan başka, Kürt milli hareketi içinde, bir kısım Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının kendi öz milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen eylemlerini de göz ardı etmektedir.

Komünist hareket, bir devlet içindeki her milliyetten emekçi halkın sınıf hareketini kayıtsız şartsız destekler ve buna önderlik eder. Yine komünist hareket, bir devlet içindeki ezilen milliyetlerin ulusal boyunduruğa, ulusal eşitsizliğe ve imtiyazlara, devlet kurma imtiyazına karşı giriştiği mücadeleyi kayıtsız şartsız destekler. Ama, komünist hareket, ezilen milliyetlerin burjuvazisinin ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri için mücadelesini desteklemez; milli baskılara karşı mücadeleyi, şeyhlerin, toprak ağalarının, mollaların vb... durumunun güçlenmesiyle bağdaştırma çabasında olanlara karşı mücadele eder. Program Taslağı, komünist hareketin bu görevini de, milli hareketi yanlış değerlendirmesi, halk hareketiyle aynı şey olarak görmesi sebebiyle göz ardı etmektedir.

Üçüncüsü, "kendi kaderini tayin için" mücadele, ayrı bir devlet kurmak için mücadele demektir. Taslak Kürt halkının "kendi kaderini tayin için" yani ayrı bir devlet kurmak için mücadele ettiğini söylüyor. Bu iki bakımdan yanlıştır: Önce, ayrı bir devlet kurmak için mücadele, bugünkü şartlarda, halk hareketi değil, milli hareket olur. İkincisi de, henüz Kürt milli hareketi ayrı bir devlet kurmak için mücadele etmemektedir. Milli hareket içinde bazı kesimler, bu yönde niyetler taşıyabilir. Bu ayrı bir şeydir, milli hareketin ayrı bir devlet kurmak amacıyla yürütülmesi ayrı bir şeydir. Kuzey İrlanda’da bugün, bizzat ayrı bir devlet kurma amacıyla yürütülen bir milli hareket vardır. Ama, Türkiye’de böyle bir şey henüz ortaya çıkmış değildir. Türkiye’de, Kürt milli hareketi "kendi kaderini tayin hakkı" için, yani ayrı bir devlet kurma hakkı için mücadele ediyor. Ve biz bunu kayıtsız şartsız destekliyoruz, her dönemde de destekleyeceğiz

6) Program Taslağı, "Kürt halkının mücadelesini", yani "milli baskı ve eritme politikasına karşı" mücadeleyi, "demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin için" mücadeleyi, "Türkiye’nin bütün isçi ve köylüleri destekliyor" diyor.

Tekrarlayalım: . 5

Komünist hareket, a) Kürt emekçi halkının sınıf hareketini kayıtsız şartsız destekler ve ona önderlik eder. b) Komünist hareket Kürt milli hareketinde ilerici olan her şeyi, milli baskıya, imtiyazlara, eşitsizliğe karşı yönelen her seyi destekler ve bu mücadeleye de önderlik etmek ister. c) Komünist hareket, milli hareket içinde, Kürt milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen eylemleri, istekleri vs... desteklemez ve buna karşı mücadele eder.

Program Taslağı’nın yukarıdaki ifadesi iki bakımdan yanlıştır: Birincisi, "Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri" bir yana, Türkiye’nin sınıf bilinçli proletaryası dahi, "kendi kaderini tayin için", yani ayrı bir devlet kurmak için mücadeleyi her şart altında desteklemez. Komünist hareket, bu meseleyi her somut durumda, "sosyal gelişmenin ve sosyalizm için proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar" ve ona göre destekler veya desteklemez.

İkincisi, "Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri"nin, bugün Kürt milletinin en haklı ve ilerici isteklerini dahi desteklediğini iddia edemeyiz. Bu, arzu edilen bir şeydir ama gerçek değildir. Böyle bir iddia, Türk işçi ve köylüleri üzerindeki Türk milliyetçiliğinin derin izlerini görmezlikten gelmek olur; böyle bir iddia, Türk emekçileri üzerindeki hâkim ulus milliyetçiliğinin izlerine karşı mücadele görevini unutmak olur.

7) Program Taslağı, "hareketimiz... Kürt halkının kendi kaderini tayin ve isterse ayrı bir devlet kurma hakkını tanıdığını açıklar" diyor.

Birinci yanlış şudur: Yine Kürt milletinin yerine Kürt halkı denmiştir. Milletin kendi kaderini tayin hakkıyla, halkın kendi kaderini tayin haki tamamen farklı şeylerdir. Milletin kendi kaderini tayin hakkı, ayrı bir devlet kurma hakkı anlamına gelir. Oysa, halkın kendi kaderini tayin hakkı o halkın devrim yapma hakkı demektir. "Halkın kendi kaderini tayin hakkı" formülasyonu, Lenin yoldaşa karşı Buharin tarafından savunulmuştur, (Bak: Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, S. 277-278). "Halkın kendi kaderini tayin hakkını" savunmak, gerçekte, hâkim milletin devlet kurma imtiyazını savunmak demektir. Ve hâkim ulus milliyetçiliğidir.

İkincisi, "Kürt halkının kendi kaderini tayin..." denmiştir. Cümle, bu haliyle içinden çıkılamayacak derecede çapraşık ve mantıksız bir hal almıştır. "Kürt halkının kendi kaderini tayin..." demek, Kürt halkının devrimi demektir. Milli meseleyle ilgili bir program maddesinde, böyle bir şeyden bahsetmek saçmalık olur. "...Kürt halkının kendi kaderini tayin (hakkını) ve isterse..." denseydi, cümle gramer ve mantık bakımından biraz daha düzgün olurdu.

Üçüncüsü, "kendi kaderini tayin hakkı", zaten "ayrı bir devlet kurma hakıdır", başka bir şey değildir. Taslak, "kendi kaderini tayin hakkı"nı, başka bir şeymiş gibi gösteriyor. Cümle eğer şöyle olsaydı doğru olurdu: "Kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrı bir devlet kurma hakkını..." Bu takdirde de yine "halk" yerine "millet" demek gerekirdi.

Program maddesi, yukarıdaki haliyle şunu diyor: "Hareketimiz, Kürt halkının [devrim] ve isterse ayrı bir devlet kurma hakkını tanıdığını açıklar" ve bu haliyle Program, milli meseleye çözüm getirmek bir yana sadece saçmalamış oluyor.

8) Program Taslağı, "hareketimiz... Kürt halkının kaderinin Kürt işçi ve köylülerinin menfaati yönünde tayin edilmesi için çalışır" diyor.

Bu da, hiç bir şey dememiş olmaktır. "Kürt halkının" değil de, "Kürt milletinin" denseydi, cümle yine saçma olurdu. Çünkü, bir milletin "kaderinin tayin edilmesi" ifadesi, "tayin etme" işinin dışardan yapılması anlamına gelir. Yani Kürt milletine, dışarıdan müdahaleyle "ayrı bir devlet kurdurulması" anlamına gelir ki, bu, birinci olarak "Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkının" açıkça yok edilmesidir. İkinci olarak da, Program, Kürt milletinin ille de ayrı bir devlet kurmasını şart koşmuş olur ki, bu da tamamen saçma bir şeydir. Kürt milleti, kendi kaderini tayin hakkını kullanır veya kullanmaz, bu o milletin bileceği bir şeydir. Dışarıdan tespit edilemez.

Ayrıca, Kürt milletinin, ayrı bir devlet kurmak istemesi halinde, komünistler bunun, işcilerin ve köylülerin menfaati yönünde olmasını elbette isterler. Ama, Kürt işçi ve köylülerinin menfaatine aykırı bile olsa, Kürt milleti ayrı bir devlet kurmak istiyorsa, komünistler onun karşısına asla güçlük çıkarmazlar, zor kullanmayı kesinlikle reddederler ve Kürt milletinin ayrılma isteğine razı olurlar.

Yukarıdaki madde, bir yığın anlamsızlıklarla dolu. Ve sonuç olarak, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını da ortadan kaldırıyor.

9) Program Taslağı, "hareketimiz... her milliyetten gerici hâkim sınıflarla ve onların bölücü politikalarıyla mücadele eder" (abç) diyor.

"Bölücü politika" tabiri, son derece sakat ve zararlıdır. Bu tabiri, hâkim sınıflar, kendi şoven politikalarına karşı çıkan herkese yapıştırıyorlar ve "bölücülüğü", "toprak bütünlüğünü bölmek", "ayrı bir devlet kurmak" anlamında kullanıyorlar. Komünistler, her milliyetten işçilerin ve diğer emekçilerin "birliğini" savunurlar. Toprakların birliğini veya devletin birliğini, her milliyetten emekçilerin birliğine hizmet ediyorsa savunurlar, etmiyorsa toprakların ve devletin bölünmesini, ayrılmasını savunurlar. "Toprakların birliği" veya "devletin birliği" sloganı, hâkim ulusun burjuvalarının ve toprak ağalarının sloganıdır. Komünistler, her milliyetten "işçi sınıfının ve emekçi halkın birliği" şiarıyla, "toprakların ve devletin birliği" şiarını birbirinden kesin ve kalın çizgilerle ayırt etmek zorundadırlar. Yoksa, hâkim ulusun milliyetçileriyle bir anda ayrı paralele düşüverirler. Bu durum da, çeşitli milliyetlere mensup işçilerin ve emekçilerin birliğini kökünden baltalar. Program Taslağı, "bölücü politika" ifadesini terk etmeli, hangi çeşit birlikten yana olduğunu açıkça belirtmelidir.

10) Taslakta yer alan, milli meseleyle ilgili yanlış olmayan, ama bir programda yer almasına da gerek olmayan pasajlar üzerinde durmuyoruz.

Özetlersek:

a) Program Taslağı diğer azınlık milliyetler üzerindeki milli baskıyı göz ardı ediyor. b) Program Taslağı, Kürt hareketini bir milli hareket olarak değil, bir halk hareketi olarak görüyor ve Kürt milliyetçiliğine taviz veriyor. c) Program Taslağı, milli baskının sebeplerini yanlış tahlil ediyor. d) Program Taslağı, Türk işçi ve köylüleri üzerindeki Türk milliyetçiliğinin derin izlerini görmezlikten geliyor. e) Program Taslağı, "ulusların kendi kaderini tayin hakkını": Buharin’in yaptığı gibi, "halkın kendi kaderini tayin hakkı" şekline sokuyor; "kendi kaderini tayin hakkını", "ayrı bir devlet kurma hakkından başka bir şey olarak görüyor; milli meseleyle ilgili kavramları altüst ediyor; ve sonuç olarak Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını ortadan kaldırıyor.

Sonuç: Kürt milliyetçiliğine taviz veren bir Türk milliyetçiliği! Program Taslağı’nın özü budur.

"26. 1960 -1970 arasında çeşitli oportünist akımlar, halkımızın mücadelesini tarihteki köklerinden ve Marksizm-Leninizm’den koparmakta etken oldular.

"TİP’in oportünist yöneticileri parlamento yoluna saplandılar, reformculuğu savundular. Burjuva yasalarına sığınarak emperyalizme boyun eğdiler ve partiyi eylemsiz bir burjuva aydın kulübüne çevirdiler."

"Tarihteki kökler"in ne olduğunu ve M. Belli, H. Kıvılcımlı ve Y. Demir revizyonistlerinin o "kökler"den ne derece "koptuklarını" gördük. Bu çürümüş kökleri söküp atmak yerine, ona Mao Zedung Düşüncesi’ni aşılamaya kalkışırsanız, sonuç, sıska gövdesi ve buruk meyvesiyle acayip bir ağaç olur. Şimdi böylesi ağaçlara, uluslararası Marksist-Leninist literatürde "modern revizyonizm" deniliyor.

Yukarıdaki ifadeden çıkan bir diğer anlam da, TİP’in "eylemsiz bir aydın kulübü" olarak doğmadığıdır. "Oportünist yöneticiler"in TİP’i sonradan bu hale çevirdiğidir. Hâlâ eski safsatalar devam ettiriliyor.

"29. Son çeyrek asır içinde, emperyalizmin ve gericiliğin halkımız üzerindeki insafsız sömürü ve zulmü, geniş emekçi yığınlar için hayatı dayanılmaz hale getirmiştir."

Niçin, "son çeyrek asır içinde"? "Emperyalizmin ve gericiliğin halkımız üzerindeki insafsız sömürü ve zulmü" 1946’dan mı başlıyor? Daha önceki dönemler "halkımız" için güllük gülistanlık mıydı? Diyelim, Program Taslağı’nı kaleme alan arkadaş, M. Kemal dönemine özel bir sempati besliyor. Ve o dönemde "sömürü ve zulmü’ daha "insaflı" olduğunu düşünüyor. Peki, Alman faşizminin pençesindeki İkinci Dünya Savaşı yallarını da mı öyle görüyor? 1946’dan sonraki dönemin özelliği, Türkiye’de komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının tek parti istibdadına dayanan askerî faşist diktatörlüğünden "çok" partili (ama, hemen bütün serbest partiler komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının olduğu için o da bir anlamda tektir) diktatörlüğe geçilmiş olmasıdır. Ve bir de Alman emperyalizminin hâkimiyetinin yerini, adım adım Amerikan emperyalizminin hâkimiyetinin almasıdır. "Sömürüyü ve zulmü" daha "insafsız" kılan etken nedir acaba? M. Belli, kendi ifadesi ile, "Filipin tipi demokrasiyi", bütün kötülüklerin anası olarak görüyor. Ona göre, mesele gayet basittir: "Filipin tipi demokrasi"ye geçilmemeliydi; CHP’nin Kemalist iktidarı devam etmeliydi. O, halk üzerindeki gerici diktatörlüklerden birini diğerine tercih ediyor. Program Taslağı da aynı tercihi daha "inçe" ve daha "ustalıklı" bir tarzda yapmış olmuyor mu? Hem sonra, programda "son çeyrek asır içinde" gibi, belirsiz bir ifadenin yer alması da çok anlamsızdır. Program uzun yıllar muhafaza edileceğine göre, seneler geçtikçe bu "çeyrek asır"ın başlangıç tarihi de durmadan berilere kayacaktır. Bugün "insafsız sömürü zulüm" dönemine dahil olan yılları, ilerde insaflı saymak gerekecektir.

"30.... Faşist diktatörlüğün kurulmasıyla, 1961 Anayasasının sınırlı demokratik hakları da zorbalıkla yok edilmiştir. Devlet idaresi yozlaşmış, rüşvet ve yiyicilik almış yürümüştür."

Birincisi, "1961 Anayasasının demokratik hakları", faşist diktatörlükle birlikte değil, ondan çok daha önce fiilen ve tabii "zorbalıkla" ortadan kaldırılmıştı. Faşist diktatörlük bizzat o Anayasayı da ortadan kaldırarak bu gelişmeyi tamamladı. Böylece "demokratik haklar" dediğimiz şeyin, elde tutulmasının bile, gerici şiddete karşı, bir devrimci şiddetle mümkün olacağı, zorun, mukabil bir zorla alt edileceği daha iyi anlaşıldı.

İkincisi, "devlet idaresinin yozlaşması", "rüşvetin ve yiyiciliğin alıp yürümesi" de yeni değildir. Halkımız, on yıllardan beri rüşvetten ve yiyicilikten yaka silkmektedir. Rüşvet ve yiyicilik, burjuva-feodal devletin karakteridir. Böyle bir devletin mevcut olduğu her yerde rüşvet ve yiyicilik de mevcuttur; yiyicilik ve rüşvetten azâde bir burjuva -feodal devlet bile, düşünülemez. Hatta en demokratik burjuva devlet, rüşvet ve yiyiciliği ortadan kaldıramaz; sadece daha aza indirir. Program Taslağı "yozlaşma"yı, "rüşvet ve yiyiciliği" sıkıyönetimin gelmesine bağlamakla, ondan önceki dönemde "rüşvet ve yiyiciliğin" olmadığını, "faşist diktatörlüğün" yani sıkıyönetimin ortadan kalkmasıyla da, rüşvetin ve yiyiciliğin ortadan kalkacağını dolaylı olarak kabul etmiş oluyor.

"35.... Emperyalizmin köpekleri, ırkçılık ve militarizmi körüklemekte, Kürt halkı üzerinde baskıyı haklı göstermeye ve dünya halklarına düşmanlık kışkırtmaya çalışmaktadırlar."

"...Kürt halkı üzerinde..." ifadesi, "...Kürt milleti ve diğer azınlık milliyetler üzerindeki..." şeklinde değiştirilse daha doğru olur.

"36. Yarı-sömürge, yarı-feodal toplumumuzda başlıca çelişmeler şunlardır: 1) Emperyalizmle ülkemiz arasındaki çelişme; 2) Geniş halk yığınlarıyla feodalizm arasındaki çelişme; 3) Burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme; 4) Hâkim sınıflar içindeki çèlişme.

"37. Bütün bu çelişmelerin ortadan kalkması ve halkımızın sömürü ve zulümden kurtulması sosyalizmle gerçekleşecektir."

"Emperyalizmle ülkemiz arasındaki çelişme..." formülasyon anlamsızdır. "Ülkemiz" değil, "halkımız" denmeliydi veya "her milliyetten Türkiye halkı" denmeliydi. O zaman cümlenin bir anlamı olurdu.

"Bütün bu çelişmelerin ortadan kalkması (abç)... sosyalizmle gerçekleşecektir". Bilindiği gibi, farklı çelişmelerin farklı çözüm yolları vardır. Emperyalizmle "ülkemiz" değil ama, halkımız arasındaki çelişme, devrimci milli savaşla (milli devrimle çözülür. Geniş halk yığınlarıyla feodalizm arasındaki çelişme, devrimci iç savaşla (demokratik devrimle) çözülür. Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde emperyalizme karşı mücadeleyle feodalizme karşı mücadele, yani milli devrimle demokratik devrim birbirinden ayrılamaz; bunlar birbirine sıkı sıkıya ve kopmaz bağlarla bağlıdır. Fakat şartlara göre, bu iki çelişmeden bazen biri, bazen de öteki ön plana geçebilir. Emperyalizmin dolaylı yönetimi altında bulunan yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme baş çelişme olduğu halde, emperyalizmin askeri işgaline uğrayan bu gibi ülkelerde milli çelişme ön plana geçer ve baş çelişme haline gelir; ama her iki halde de bu iki çelişmenin çözümü birbirinden ayrılmaz. Demek oluyor ki, ilk iki çelişmenin çözümü birbirinden ayrılmaz. Demek oluyor ki, ilk iki çelişmenin "çözülmesi" "sosyalizmle" değil, daha önce demokratik halk devrimi ile "gerçekleşecektir". Söz konusu olan ülke Türkiye, söz konusu "hâkim sınıflar’’ Türkiye’nin hâkim sınıfları olduğuna göre, Türkiye’de bunların "hâkim" durumuna son verildiği andan itibaren, "hâkim sınıflar arasındaki çelişme"den de artık söz edilemez. Bugün hâkim sınıflar kimlerdir? Komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları. Bunlar demokratik halk devrimiyle "hâkim" mevkilerinden alaşağı edildiği zaman, hâkim sınıflar kimler olacaktır? Esas itibarıyla işçi sınıfı, köylüler, şehir küçük-burjuvazisi, milli burjuvazinin devrimci kanadı. Bu ittifak içindeki hâkim sınıf ise, proletarya olacaktır. Açıktır ki, demokratik halk iktidarının hakim sınıfları arasındaki çelişme, artık eski anlamdaki hâkim sınıflar içindeki çelişmeden tamamen farklıdır. Ve devrimci halkın kendi içindeki, "halk içindeki", antagonist olmayan ve barışçı metotlarla çözümlenebilen çelişmedir.

"Sosyalizmle çözülecek" çelişme, bu dört çelişmeden sadece "proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmedir". Başka bir ifadeyle emekle sermaye arasındaki çelişmedir. Bir noktayı daha belirtelim: Taslakta, çelişmenin çözülmesinden değil, "ortadan kalkması"ndan söz ediliyor. Ne komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları, ne de mili burjuvazi, ne demokratik halk devrimiyle ne de sosyalist devrimle tamamen ortadan kaldırılabilir. Bunlar, proletarya diktatörlüğü gerçekleştikten ve hatta üretim araçlarının tamamının kolektif mülkiyete dönüşümü tamamlandıktan sonra da, ideolojik ve kültürel alandaki varlıklarını devam ettirirler. Proletarya diktatörlüğü altında devrimin devam ettirilmesinin sebebi budur. Bunların kaynağını Lenin yoldaş "‘Sol’ Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı" adlı eserinde göstermiştir. Bütün dünyada emperyalizmin ve gericiliğin kökü kazınmadıkça, proletaryanın zafer kazandığı bir ülkede de, devrilen gerici sınıflar mevcudiyetlerini koruyacaklar, devam ettirecekler, pusuda bekleyecekler ve devrimi karşı-devrime dönüştürmek için fırsat kollayacaklardır. Bunlarla proletarya arasındaki çelişmenin "ortadan kalkması", ancak komünizmle mümkün olacaktır. Çelişmenin çözülmesiyle kastedilen şey, bugün ilk üç çelişmede, çelişmenin tali yönünün esas yön, esas yönün de, tali yön haline gelmesidir. Çelişmelerin "ortadan kalkması" ise, artık bunların mevcut olmaması, tamamen yok olması; ne tali yönün, ne de hâkim yönün bulunması anlamına gelir. Demokratik halk devrimi, bugün çelişmenin esas yönünü teşkil eden emperyalizmi, komprador burjuvaziyi, toprak ağalarını tali yön; çelişmenin tali yönünü teşkil eden proletaryayı ve diğer halk sınıflarını ise esas yön haline getirecektir, ama bu çelişmeyi "ortadan kaldırma"yacaktır. Sosyalizm, bugün çelişmenin tali yönü olan proletaryayı esas yön, milli burjuvazi dahil bütün burjuvaziyi tali yön haline getirecektir, ama bu çelişmeyi tamamen "ortadan kaldırma"yacaktır. Proletarya iktidarı altında ve sosyalizm kuruculuğu döneminde ve hatta üretim araçlarının sosyalist mülkiyete dönüşümü tamamlandıktan sonra da, o ülkenin proletaryası ile emperyalizm, bütün burjuvazi ve toprak ağaları arasında çelişme mevcut olacaktır (özellikle ideolojik alanda). Ama o ülke açısından proletarya bu çelişmenin esas yönünü, diğerleri ise tali yönünü teşkil edeceklerdir. Hatta çelişmenin tali yönünü teşkil edecek olan gericiler arasında da çelişme mevcut olacak ve devam edecektir. "Bütün bu çelişmelerin ortadan kalkması" (abç), "sosyalizmle" değil komünizmle "gerçekleşecektir"! Taslaktaki cümleye neresinden baksak yanlıştır, Marksizm-Leninizm’e aykırıdır.

"37....halkımızın, sömürü ve zulümden kurtulması sosyalizmle gerçekleşecektir."

Halkımızın "sömürüden" kurtulmasının sosyalizmle gerçekleşeceği doğrudur. Demokratik halk iktidarı döneminde, milli burjuvazi ve onun mülkiyeti mevcut olacağına göre sömürü de, aşırı ölçülere varmamakla beraber mevcut olacaktır. Hatta küçük üretimin mevcudiyeti bile, belli ölçülerde sömürünün mevcudiyeti demektir. Bu nedenle, proletarya iktidarı altında da, üretim araçlarının kolektif mülkiyete dönüştürülmesi tamamlanamadığı müddetçe, sömürü kısmen devam edecektir. Her alanda üretim araçlarının kolektif mülkiyeti gerçekleştikten sonra, artık sömürüden söz edilemez. Artık, sosyalizmin evrensel parolası, "herkesten gücüne göre herkese emeğine göre!" parolası bir gerçek haline, gelmiştir. Sömürünün kaynağı olan, üretim araçlarının bir grup insanın elinde olması sona ermiş, bunlar, toplumun ortak mülkü haline getirilmiştir. Sömürünün kaynağı kurutulmuştur.

Fakat cümlenin ikinci kısmı, "halkımızın zulümden kurtulması sosyalizmle gerçekleşecektir"!!! ifadesi tamamen sakattır. Bu, demokratik halk diktatörlüğü sisteminde zulmün mevcut olacağını kabul etmektir. Zulüm nedir? Zulüm, gericilerin yani bugünkü hâkim sınıfların halk sınıflarına uyguladığı baskı ve zorbalıktır. Gerici şiddettir. Gerici sınıflar bu şiddete ve zorbalığa, sömürülerini devam ettirmek için, hâkim mevkilerini korumak ve ebedileştirmek için başvuruyorlar. Bu bakımdan, onların halk sınıflarına karşı gösterdiği şiddet, ayrı zamanda haksızdır. Bu haksız ve gerici şiddet, neyle uygulanıyor? Hâkim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş daimi orduyla, polis teşkilatıyla, hapishanelerle vs. Bilindiği gibi hâkim sınıflar, halka karşı, öteden beri, daima iki silah kullana gelmişlerdir: "Cellat ve papaz". Zulmün aracı, işte bu "cellat"tır. Proletarya önderliğinde muzaffer bir halk devrimi "cellat"ı da "papaz"ı da o ülkenin bağrından kaldırıp atacağına göre, zulüm nerede kalacaktır? Evet, demokratik halk devriminden sonra da (ve hatta sosyalist devrimden sonra da) "şiddet" ortadan kalkmayacaktır. Ama, bu "şiddet"in niteliği tamamen değişiktir artık. Bu şiddet, proletaryanın ve halk sınıflarının, eski düzeni geri getirmek isteyen gerici sınıflara karşı kullandığı devrimci şiddettir. Bu şiddet, tarihı açıdan meşru ve haklıdır. Bu "zulüm" müdür? Gericilere sorarsanız öyledir. Ama bize sorarsanız, bu en tabii, en kaçınılmaz bir şeydir, haklı ve ilerici bir şeydir ve asla zulüm değildir! Tersine, zulmü geri getirmek isteyenlere karşı halkın verdiği bir cezadır. Program Taslağı, demokratik halk diktatörlüğü sisteminde zulmün mevcut olacağını dolaylı olarak kabul etmekle, gericilerin paraleline düşmüyor mu?

"59. Hareketimizin nihai hedefi, insan üzerindeki her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırmak, halkımızı sınıfların kalmadığı bir dünyada en büyük ve en mutlu geleceğe, komünizme ulaştırmaktır."

Aynı ifade, Tüzük Taslağı’nın temel ilkeler bölümünde de geçiyor:

"Partimizin nihai hedefi, her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırarak sınıfsız toplumu yani komünizmi gerçekleştirmektir."

Yukarıdaki ifadeyle Program (ve Tüzük), 37. maddenin de gerisine düşmüştür. Sömürünün ve zulmün ortadan kaldırılması, bir çırpıda hareketimizin nihai hedefi oluyor. Yani, sömürünün ve zulmün ortadan kaldırılması, komünizme erteleniyor. Yani, hem demokratik halk diktatörlüğü sisteminde, hem de proletarya diktatörlüğü sisteminde "zulüm" mevcut! Üstelik, sosyalizm, "sömürü"yü de muhafaza ediyor! Ya bu "sosyalizm", "İsveç sosyalizmi" cinsinden bir şeydir, ya emperyalistler ve gericilere, "sosyalizm en büyük sömürü ve zulüm düzenidir" derken haklıdır. Ya da, bu Taslağı kaleme alan arkadaş, kullandığı kavramların gerçek anlamından habersizdir.

Tekrar edelim: Sosyalist toplumda sınıflar ve proletaryanın diktatörlük aracı olarak devlet mevcut olmakla birlikte, ne sömürü vardır, ne de zulüm. Sömürü, sosyalizmin inşasıyla birlikte ortadan kalkar. İlke: "Herkesten gücüne göre, herkese emeğine göre"dir. Herkesin emeğine göre aldığı bir toplumda sömürüden söz etmek, bu ilkenin kavranmadığını gösterir. Zulüm ise, daha demokratik halk iktidarının (ki bu bir halk cumhuriyetidir) gerçekleşmesiyle birlikte ortadan kalkacaktır. Yani demokratik halk diktatörlüğü sisteminde de, proletarya diktatörlüğü sisteminde de zulüm yoktur. Zulüm, bir avuç sömürücü ve gerici sınıfların, devrimci halkı ezmesidir. Eğer halkın ve proletaryanın gericiler üzerindeki diktatörlüğü de zulüm olarak görülüyorsa, bu son derece yanlıştır. Bu, gericilerin ağzıdır.

Komünizm dünyasının, "sınıfların kalmadığı bir dünya" olacağı doğrudur. Ama bundan ibaret değil. Komünizm dünyasında sınıflarla birlikte, uzlaşmaz sınıf çelişmelerinin ürünü olan, hâkim sınıfların diğer sınıflar üzerindeki baskı aracı olan, sosyalizmde proletarya diktatörlüğünün aracı olan devlet de ortadan kalkacaktır. Çünkü, sınıfların tamamen ortadan kalkmasıyla proletaryanın artık devlete ihtiyacı kalmayacaktır. Öte yandan, komünizm aşamasında yani, "bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeğiyle kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birinci hayati ihtiyaç haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimlerde gelişmeleriyle üretici güçler de arttığı ve tütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman... toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: "Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre!" (Marks).

Demek ki, komünizm dünyasının özelliği, sadece sınıfların ortadan kalkması değil, sınıflarla birlikte sınıf tahakkümünün de ortadan kalkması, "herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre!" şiarının yerini, "herkesten yeteneğine göre herkese ihtiyaçlarına göre" şiarının almasıdır. Taslak, ele aldığımız maddeleriyle, demokratik halk diktatörlüğü sistemine ve sosyalizme, gericilerin yakıştırıldığı nitelikleri aynen onayladıktan başka, komünizmi de onun en önemli özelliklerinden koparmıştır.

"37....bütün feodal ve yarı-feodal kalıntıların..."

"Yarı-feodal kalıntı" tabiri anlamsızdır. Zaten "yarı-feodal" ilişkiler, kalıntıdır; feodalizmin kalıntısıdır. "Yarı-feodal kalıntı", "feodal kalıntı"nın "kalıntısı" oluyor ki, böyle bir ifade abestir. "Bütün feodal ve yarı-feodal ilişkilerin" veya "bütün feodal kalıntıların..." veya "feodalizmin" denilebilirdi

"37....Hareketimiz işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü ittifakına dayanan halkın demokratik diktatörlüğünü kurmak için..."

"...Halkın devrimci iktidarının kurulmasıyla..."

"39.... Hareketimiz, ...halkın silahlı kuvvetlerini teşkilatlar ve işçi-köylü ittifakı üzerinde halkın devrimci cephesini gerçekleştirmek için mücadele eder.

"Hareketimiz, kurtarılmış bölgelerde halkın iktidarda olduğu bir düzen kurar."

"Halk" kelimesinin, iktidar, silahlı kuvvetler... gibi kavramlarla bir yığın kombinezonu yapılıyor ama, Programda, halkın kim olduğunu, hangi sınıfları içine aldığını bir türlü öğrenemiyoruz. Evet, halk sınıfları hangileridir? Proletarya, bu sınıflardan hangilerine tam olarak güvenir, hangileriyle sağlam bir ittifak kurar, hangilerini tarafsızlaştırır, hangilerini yanına çekmeye çalışır, belli değil. Oysa, bütün bunlar devrimin en önemli sorunlarındandır. "Halkın devrimci iktidarı", "halkın demokratik diktatörlüğü", "halkın iktidarda olduğu düzen" hangi sınıfların iktidarıdır, belli değil? "Halkın devrimci cephesi", hangi sınıfları içine alacaktır? Program bu konuda da bir şey söylemiyor. "Hareketimiz, Türkiye halklarını teşkilatlar" ama hangi sınıfları? Bunlardan hangilerine dayanır, hangilerine güvenir, hangilerine güvenmez? Asıl söylenmesi gereken şeyler bunlarken, Program Taslağı, bu sorunları tamamen cevapsız bırakıyor. Edebi ama içi boş cümleleri yan yana sıralamakla yetiniyor. "Bunları biz zaten biliyoruz, yazmaya ne gerek var?" diyemezsiniz! Saflarımıza bunları bilmeyen birçok yeni devrimci katılıyor ve katılacak, onlar bilmiyor! Program, onlara en temel konularda ışık tutmak zorundadır. Ayrıca, Programımızı eline alan binlerce, yüz binlerce, milyonlarca emekçi bu sorulara cevap arayacaktır. Halk kavramı Türkiye’de, hâkim sınıfların en gerici kesimlerinin dahi dilinden düşmeyen bir kavramdır. Biz bu kavramdan vazgeçmeyelim tabii. Ama ona bir muhteva verelim. Gerçek muhtevasını belli edelim. Böylece, gerici demagogların "halk" kavramıyla gerçek halk arasındaki fark ayan beyan ortaya çıksın.

"38....Feodalizmle halk yığınları arasındaki gelişmenin??? özü, geniş köylü yığınlarıyla toprak ağaları ve tefeciler arasındaki çelişmedir. Ancak bu çelişmeyi devrimin esas halkası olarak kavrayarak, geniş işçi-köylü yığınlarını halk ordusu içinde örgütleyebilir, özü toprak devrimi (abç) olan demokratik halk ihtilalini başarabilir ve emperyalizmin hakimiyetini yıkabiliriz.

"Bu sebeple bugün yurdumuzdaki belli başlı dört çelişme içinde, halk yığınlarıyla feodalizm arasındaki çelişme baş çelişmedir."

Baş çelişmenin tespitinde, mantık tersinden işletilmekte; sebepten sonuca doğru değil, sonuçtan sebebe doğru gidilmektedir. Oysa önce baş çelişme tespit edilir, sonra da tespit edilen baş çelişme esas halka olarak kavranır. Program Taslağı’nın metodu idealist bir metottur. Bu nedenle de asla inandırıcı değildir.

Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme niçin baş çelişmedir? Birden fazla çelişmenin bulunduğu bir süreçte, bunlar arasından bir tanesi diğer çelişmelerin gelişmesini tayin ve onlar üzerinde tesir icra eder. Bu çelişme baş çelişmedir. Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme, ülkemizde hem burjuvazi-proletarya çelişmesi üzerinde, hem de emperyalizm-Türkiye halkı çelişmesi üzerinde belirleyici ve yönetici bir rol oynar. Feodalizm çözüldüğü ölçüde proletarya-burjuvazi çelişmesi ortaya çıkar ve keskinleşir. Öte yandan, emperyalizmin geniş köylük bölgelerdeki sosyal dayanağı feodal güçlerdir. Bu nedenle, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin çözümü, emperyalizmi de önemli bir, dayanağından yoksun bırakır, emperyalizmle Türkiye halkı arasındaki çelişmenin gelişmesinde ve çözümünde tayin edici bir rol oynar. Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin baş çelişme olmasının sebepleri kısaca bunlardır.

"40....Hareketimiz, faşizme ve gericiliğe karşı bütün demokrat ve yurtsever güçlerle her zaman birleşmeye hazırdır."

Birleşmek, ittifak kurmak demektir. Bu, "geçici ve kısmi anlaşmalardan" farklı bir şeydir. Biz, birinci olarak, komünist partisi önderliğinde düzenli halk ordusu inşa edilmeden ve böylece, işçi-köylü ittifakı belli ölçülerde gerçekleşmeden, proletarya önderliğinde milli burjuvaziyle bir ittifakı mümkün görmüyoruz. Böyle bir ittifakı elbette her dönemde isteriz ama, bir şeyi istemekle, o şeyin gerçekleşmesi farklı şeylerdir. Bugün ancak geçici ve kısmi anlaşmalar mümkündür. ikincisi, komünistler "her şart altında" ittifaka hazır değildir. "Bağımsızlıklarını korumak", "kendi kuvvetlerine dayanmak", "inisiyatifi kaybetmemek" ve program hedeflerine uygun olmak şartıyla, ittifaklar kurarlar.,

ÇKP, Guomintang’ın, Kızıl Orduyu dağıtın, sizinle birleşelim çağrısına uydu mu? Eğer birleşmek uğruna Kızıl Orduyu dağıtsaydı, bu, ÇKP ve devrim adına büyük bir hezimet olurdu. Komünistler, devrim safında yer alması mümkün olan bütün güçlerle elbette "birleşmek" isterler ama, her ne pahasına olursa olsun değil! Şartlar ne olursa olsun değil! Kendi ilkelerinden ve hedeflerinden vazgeçerek, değil! Başkasının kuvvetine güvenerek, bağımsızlığını kaybederek, insiyatifi elden çıkararak değil! Burjuvaziye kuyruk olarak değil!

Taslaktaki "...her zaman birleşmeye hazırdır" ifadesi, aksi yönde bir kanaat uyandırıyor.

"40. Hareketimiz, emperyalizmin gerilemesi, halktan demokratik haklar kazanması ve yaşam şartlarının düzelmesi yönündeki bütün acil talep ve ihtiyaçları savunarak yığınları mücadeleye sevk eder. Bilinçlerini yükseltir ve onları silahlı mücadele saflarına kazanmaya çalışır."

Program Taslağı’nın bu maddesi, birinci olarak her şart altında "acil talep ve ihtiyaçların" savunulması gibi, tamamen reformist bir çizgiyi partinin çizgisi haline getirmek istemektedir. Çünkü komünistler, "acil talep ve ihtiyaçları" ancak, "genel politik taleplerimize ve kitleler içindeki devrimci ajitasyonumuza sıkı sıkıya bağlamak" şartıyla ve "devrimci sloganların yerine kısmi talepleri asla ön plana çıkarmamak" şartıyla savunur ve desteklerler. "Genel politik taleplere ve devrimci ajitasyona" aykırı düştüğü anda reddederler. Meselâ, bugünkü düzeni yıkmak için harekete gecen kitlelerin karşısına geçip "acil talep" nutku atmak, düpedüz gericilik olur ve bu, hâkim sınıfların politikasıdır. Ayrıca, komünistler acil talepler uğruna mücadeleyi hiç bir zaman esas haline getirmezler.

İkinci olarak, "bütün acil talep ve ihtiyaçları savunarak, yığınların bilinçlerini yükseltmek..." teorisi, tamamen, ekonomistlerin, "elle tutulur sonuçlar vadeden somut istekleri ileri sürerek" işçileri "bilinçlendirme" ve "işçi eylemlerini yükseltmek" teorisinden mülhemdir. Ve ikisi arasında öz bakamından en ufak fark yoktur!

"42....Hazine toprakları köylülere dağıtılacak veya köylü komitelerinin denetiminde halk çiftlikleri haline getirilecektir."

"Köylü komiteleri", köy parti komiteleri midir, silahlı mücadele organları mıdır, iktidar organları mıdır, okuma grupları mıdır, yayın dağıtım gruplarımıdır, belli değil? Toprak Devrimi Programımız broşüründe şöyle deniliyor: "Yoksulluk ve zulümden kurtuluşun tek yolu vardır. Köylük bölgelerde ÇİZMELİ, KAMÇILI BEYLERIN HAKİMİYETİNİ YIKMAK VE KÖYLUNUN KENDİ HAKIMİYETINİ KURMAK! Bu . amaçla her köyde yoksul ve orta halli köylülerin mücadelesini yönetecek (abç) KÖYLÜ KOMİTELERİ kurmalıyız.

"Toprak ağalarının ve tefecilerin kökünü teker teker kazımak için mücadeleye hazır olalım. Toprak ağaları ve tefecilerle bunlara köpeklik edenleri köylerde barındırmayalım! Onların çalışmalarını bozalım, hâkimiyetlerini yere vuralım. KÖYLÜ KOMITELERİ böyle bir mücadeleyi yürütecektir (abç)". Buradan anlaşıldığına göre, köylü komiteleri, silahlı mücadele organlarıdır. Ve görevi de yoksul ve orta köylülerin mücadelesini "yürütmek" ve "yönetmek"tir. Bu mücadelenin biçiminin ne olduğunu broşürden anlamak mümkün değildir! Halk savaşı deniliyor ama, bugün bunun biçimi nedir, gerilla savaşı mıdır; yoksa başka bir şey mi düşünülüyor? İşte bu mücadele (her neyse), köylü komiteleri tarafından "yürütülecek" ve "yönetilecektir".

Öte yandan, köylü komiteleri aynı zamanda iktidar organlarıdır.

"Toprak Devrimi Programı’nın uygulanması ve dağıtımı işini köylü komiteleri yürütecektir. Toprak işçileri, yoksul köylüler ve orta halli köylüler, her köyde köylü komitesini seçimle kuracaklardır. Köylü komitesinin çoğunluğu toprak işçileri ve yoksul köylülerden meydana gelecektir.

"Ormanlar, göller, sular, meralar köylü komitelerinin yönetimine geçecektir. Bunların korunması, geliştirilmesi ve köylülerin eşit olarak yararlanması için her türlü işleri köylü komiteleri düzenleyecektir."

Köylüler arasındaki bütün örgütlenme sorunu, görüldüğü gibi, "köylü komiteleri" vasıtasıyla bir çırpıda hallediliyor. Her derdin devası köylü komiteleridir! Bu, şunu gösteriyor ki, arkadaşlar, başlarını ellerinin arasına alıp köylülerin nasıl örgütlendirileceği konusunda, ciddi olarak bir kere bile düşünmemişlerdir. Hemen her işi yapan, ne olduğu bilinmeyen bir köylü komitesi! Oldu bitti! Ve bu, ne olduğunu anlayamadığımız köylü komitesi, şimdi Programa da girmiştir. Yeni görevleri: "Halk çiftliklerini kontrol etmek!"

Hiç değilse "devrimci köylü iktidar organları" denmeliydi. Bunun taşıdığı anlam açıktır. Bunların nasıl teşkil edileceği vs... zaten şimdinin görevi değildir. Şimdi bu "köylü komiteleri" denen şey, sadece kafaları karıştırmaya yarıyor.

"43....Emperyalistlere olan bütün borçlar tasfiye edilecektir."

"Tasfiye edilecek" yerine "iptal edilecek" denilmeliydi. Çünkü "...tasfiye edilecek..." ifadesi, borçların ödenmesi anlamını da içermektedir. Ve bu yanlıştır.

"44....Hareketimiz, hangi ülke olursa olsun Türkiye’de yabancı ülkelèrin askeri birlik ya da üs bulundurmasını kesinlikle reddeder."

- "...Hangi ülke olursa olsun..." ifadesi, sosyalist ülkeleri de içerdiği için yanlıştır. Yanlıştır çünkü, bir sosyalist ülke başka bir ülkedeki devrime destek olmak üzere elbette silah ve gönüllü gönderebilir. Fakat bu silah ve gönüllüleri tamamen o ülkedeki devrimcilerin emrine verir. Bunların kullanılmasını, o ülke devrimcilerinin inisiyatifine bırakır. Dışarıdan, onların işine müdahale etmez. Bunun adı, elbette "askeri birlik ve üs bulundurma" değildir.

Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler toplantısında ABD ve SSCB emperyalistlerinin demagojik "Stratejik Silahların Sınırlandırılması" toplantılarına ve onların Çin Halk Cumhuriyeti’ni saldırganlıkla suçlamalarına karşı şu cevabı vermiştir. "Çin Halk Cumhuriyeti hiç bir zaman nükleer silahları ilk kullanacak olmayacaktır. Ve ÇHC’nin hiç bir ülkede askeri üsleri, birlikleri yoktur ve saldırgan olmamasının garantisi de budur. Diğer taraftan ABD ve SSCB emperyalistlerinin bir sürü ülkelerde ve denizlerde askeri üsleri, nükleer donanmaları ve birlikleri vardır. ‘Sınırlandırma’ vs. gibi boş laflar, kendilerinin gerçek saldırganlar olduğunu saklayamaz. Eğer, gerçekten bu konuda samimi iseler, ÇHC’nin yaptığı gibi nükleer silahları ilk olarak kendilerinin kullanmayacaklarını ilan ederler ve bütün askeri üslerini ve birliklerini diğer ülkelerin topraklarından ve karasularından çekerler. Ancak bundan sonra büyüklü küçüklü bütün ülkelerin katılacağı gerçekten samimi silahsızlandırma görüşmeleri yapılabilir

Program Taslağı, yukarıdaki ifadesiyle, "sosyalist ülkelerin yabancı bir ülkede, zaten askeri üs ve birlik bulundurmayacağı" gerçeğini üstü kapalı bir tarzda reddediyor; dolaylı olarak, "sosyalist ülkelerin yabancı ülkelerde üs ve birlik bulunduracağını" kabul ediyor. Bu, gericilerin "kızıl emperyalizm" demagojisini kabullenmekten başka bir şey değildir. Sosyalist ülkeleri gericilerin mantığıyla düşünmek, sonra da bu mantığa uygun düşen bir madde kaleme almak! Yapılan budur.

"46....mahalli idarelerden en üst kademelere kadar halkın seçimle tayin ettiği ve denetlediği devrimci yönetim gerçekleştirilecektir."

Memurların seçimle geleceği ve seçimle azledileceği açıkça söylenmeliydi. Yıkardaki maddede memurların seçimle geleceği bellidir ama, seçimle azledileceği belli değildir. "Denetleme"den kastedilen bu ise, daha açık hale getirilsin.

"47. Demokratik halk hükümeti, hâkim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş orduyu kaldıracak, işçi ve köylülerin genel silahlandırılmasına dayanan halk ordusunu kuvvetlendirecek, böylece milli bağımsızlığımızı ve yurdumuzun savunmasını gerçek teminatına kavuşturacaktır.

"Ordudaki her türlü eşitsizlik, rütbe ve unvanlar kaldırılacak, komutanların seçiminde askerler söz sahibi olacaktır. Toplanma ve dernek kurma hürriyeti askerlerin en tabii hakkıdır.

"Askerler üzerindeki dayak ve baskılar kesinlikle yasaklanacak, ordunun üretici ve halkın hizmetinde olması gerçekleştirecektir."

Birinci paragraf muğlak! Ne anlama geldiği kolayca anlaşılmıyor ve akla şunu getiriyor: Sanki kitleler bir anda ayaklanarak iktidara, Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, el koyacaklar, başa geçen devrim hükümeti, derhal eski gerici orduyu silahlarından tecrit edip dağıtacak, bütün halk silahlandıracak, vs. Oysa, "hâkim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş ordunun kaldırılması", iktidar ele geçirildikten sonra ve bir anda olacak bir şey değildir. Uzun süreli halk savaşı boyunca, bu gerici ordu, zaten parça parça yok edilecek, imha edilecek, silahtan tecrit edilecek, vs. vs... Devrimci iktidar, bu gerici ordunun son kalıntılarını da silip süpürecektir. Program Taslağı’ndan bu anlam çıkmıyor.

"İşçi ve köylülerin genel silahlanmasına dayanan halk ordusu"; şüphesiz ki, devrimci iktidar altında halk ordusunun gelişmesi bu yönde ilerleyecektir. Ama, ne silahlı mücadelenin başında (yani bugün), ne de demokratik devrimle iktidar ele geçirildiği zaman, halk ordusu, işçi ve köylülerin genel silahlanmasıyla oluşmayacaktır. Yani orduyla halk bir ve aynı şey haline gelmeyecektir. Bu, daha ilerde mümkün olacaktır. Bir yandan "halk ordusu küçükten büyüğe, zayıftan kuvvetliye doğru gelişecektir" diyoruz, öte yandan halk ordusu, nasıl olup da, hatta iktidar ele geçirilmeden önce halkın genel silahlandırılmasına dayanıyor ve "halk hükümeti"nin görevi onu "kuvvetlendirmek" oluyor? Taslağa göre, iktidar ele geçirildiğinde zaten ordu, "işçi ve köylülerin genel silahlanmasına dayanmaktadır" ve hükümet bunu "kuvvetlendirmektedir". Bu nasıl mümkündür?

Halk ordusunun uzun süreli bir savaş içerisinde adım adım inşa edilmesi gereken bizim şartlarımızda, bu ifadeler tamamen yanlıştır. Halk ordusu, elbette halkın bağrından doğacaktır, onların bir parçası olacaktır, onların hizmetinde olacaktır. Üretime katılacaktır ama derhal ve kısa zamanda halkla ordu bir ve aynı şey olmayacaktır. Orduyla halk aynılaşmaya başladığı andan itibaren, ordu artık ordu olmaktan çıkmaya, devlet devlet olmaktan çıkmaya başlamış olacaktır. Yani komünizme ulaşılmış olacaktır.

Öte yandan halk ordusu, sadece "milli bağımsızlığımızın ve yurdumuzun savunulmasının" "teminat" değil, aynı zamanda demokratik halk diktatörlüğünün korunmasının ve pekiştirilmesinin, sosyalizme geçişin, proletarya diktatörlüğünün de teminatı olacaktır.

"Ordudaki her türlü eşitsizliğin, rütbenin, unvanların kaldırılmasına" gelince, söz konusu olan halk ordusu olduğuna göre, bunlar zaten başından itibaren olmayacaktır ki, "kaldırılsın". Taslak, bunları var sayıyor "askerler üzerindeki dayak ve baskılar yasaklanacak" ifadesinde de aynı hava var. Halk ordusunda bunların hiç bir zaman yeri olmayacağı belirtilseydi doğru olurdu.

Program Taslağı, yukarıdaki ifadesiyle, halk ordusunun uzun süreli savaş içinde adım adım inşa edileceğini reddediyor. Bunun yerine, genel ayaklanmayla iktidarın ele geçirilmesi, halk ordusunun, devrimci iktidar altında kurulması, gerici ordunun iktidar ele geçtikten sonra kaldırılması hayalini koyuyor. Üstelik, ordu ile halkın henüz aynılaşmadığı demokratik halk diktatörlüğü ile ordu ile halkın bir ve aynı şey haline geldiği komünist düzeni birbirine karıştırıyor.

"Demokratik halk ihtilâlinin [devletinin olmalı] programı" ara başlıklı bölüm, bir yığın tekrarlamalarla ve açıklamalarla dolu. 45. maddede halka demokrasi verileceğinden bahsediliyor. 50. maddede tekrar "halka söz, basın, toplanma, teşkilatlanma, siyasi düşünce ve kişisel hürriyetler" veriliyor; "vicdan ve ibadet özgürlüğü" veriliyor! 47. madde, "toplanma ve dernek kurma hakkı"nı askerlere yani halkın bir parçasına tanıyor... Yani, taslak önce, "demokrasi"nin tamamının sonra da onun unsurlarının halka verildiğini söylüyor. Taslak, önce, halkın tamamına "demokrasi" sağlıyor, sonra, halkın bir parçası olan askerlere "demokrasi" sağlıyor! Bunlar hep gereksiz tekrarlardır. Ayrıca "bankaların bir milli bankada birleştirileceği", "işkencenin yasak olduğu", "idam cezalarının kaldırılacağı", "halka hizmet ruhuyla dolu" bir gençlik yetiştirileceği vs. vs. tamamen gereksiz teferruatlardır. Programda bu gibi şeylere hiç bir gerek yoktur! Ayrıca bu bölüm, Engels’in ifadesiyle, "hem bir program, hem de bir program yorumu haline getirilmek istenmiştir". Engels Erfurt Programı’nın benzeri hatalarını eleştirerek şöyle demektedir:

"Kısa ve çarpıcı formüllerin seçilmesiyle yeteri kadar açık olmamaktan korkulmaktadır; bu yüzden de uzun uzadıya yorumlar eklenmiştir. Bence program mümkün olduğu kadar kısa ve sınırları belli, açık seçik olmalıdır. Programda rastlantı olarak bir yabancı kelimenin ya da ilk bakışta kapsamının kavranması güç olan bir cümlenin bulunup bulunmaması pek önemli değildi". Bunlar, ayrıca yayınlanacak broşürlerle, parti yayınlarıyla, tartışmalarla vs... açıklanabilir ve o şekilde açıklanmalıdır. "Ve o zaman, o kısa ve çarpıcı cümle bir kere anlaşılınca, kafalarda yerleşir ve bir slogan halini alır. Uzun açıklamalar için ise bu böyle değildir. Halk dilinde konuşmak eğilimine fazla tavizde bulunmamak gerekir; işçilerimizin entelektüel yeteneklerini ve kültür derecesini küçümsemeyelim. En özet ve en kısa bir programın Kedileri’ne sunabileceği şeylerden çok daha zor şeyleri işçilerimiz anlamışlardır".

Yine Engels eleştirinin bir yerinde şunu söylüyor:

"Bir programda fazla şeylerin bulunması o programı zayıflatır." (Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, S. 98)

EKLER VE DÜZELTMELER

Başka arkadaşların eleştirilerinde gördüğüm şu noktalara ben de aynen katılıyorum:

1.        Hareketimizin Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olduğu belirtilmeliydi.

  1. Bütün dünyada emperyalizmin toptan çöküşe gittiği, sosyalizmin bütün dünyada zafere ilerlediği, dünya çapında mükemmel bir devrimci durumun mevcut olduğu söylenmeliydi.
  1. Sovyet sosyal emperyalizminin dünya halklarının düşmanı ve ABD emperyalizminin suç ortağı olduğu, Programda mutlaka yer almalıydı.
  1. Yakup Dermir revizyonistinin Sovyet sosyal emperyalizminin uşağı olduğu belirtilmeliydi.
  1. Ortadoğu’daki mücadeleden kısaca bahsedilmeli, onunla birleşmenin önemine değinilmeliydi.
  1. Almanya’daki işçilerle ilgili bir madde olmalıydı.
  1. Bugün silahlı mücadelenin esas biçiminin gerilla savaşı olduğu mutlaka Programda yer almalıydı.

SONUÇ

HERKESİN GÖZU ÖNÜNDE YÜKSEKLERE ÇEKTİĞMİZ BAYRAĞIN, PROLETARYANIN KIZIL BAYRAĞI OLUP OLMAYACAĞI, İŞARET ETTİĞİMİZ LEKELERİN TEMİZLENİP TEMİZLENMEYECEGİNE BAĞLIDIR. BİZ, BÜTÜN SAMİMİYETİMİZLE BU LEKELERİN TEMİZLENMESİNİ İSTİYORUZ.

Ocak - 1972