TİİKP
PROGRAM TASLAĞI ELEŞTİRİSİ Komünizmin
büyük önderi ve öğretmeni Marks şöyle diyordu: "İleriye
doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha
önemlidir." Bu
sözler, hiç bir zaman değerini ve geçerliliğini yitirmeyen bir temel kanun
niteliğindedir. İleriye doğru adımlar atmak, gerçek bir ilerleme sağlamak, başlıca
amacımız olmalıdır. Öte yandan, yeni bir programın büyük önem taşıdığını da
akıldan çıkarmamalıyız: "Genel
olarak bir partinin resmi programının o partinin hareketlerinden çok daha az önemli
olduğu doğrudur. Ama yeni bir program, herkesin gözü önünde yükseklere çekilen bir
bayrak gibidir ve herkes parti hakkında hükmünü buna göre verir" (Engels). şimdi
biz, herkesin gözü önünde yükseklere bir bayrak çekiyoruz. Bu
bayrak, proletaryanın Kızıl bayrağı olacaksa, onun kızıllığını bozan bütün
lekeler, ciddi ve titiz bir çabayla silinip atılmalıdır. Program
Taslağı’nı bu amaçla eleştirdik. I.
BÖLÜM Bilimsel
olarak doğru olması ve proletaryanın siyasi bilinçlenmesine katkıda bulunması için
partimizin adı ne olmalıdır?" Lenin
1917’de bu soruyu sormuş ve şöyle cevap vermişti: "Marks
ve Engels’in yaptıkları gibi, kendimize komünist partisi adını
vermeliyiz. "Marksist
olduğumuzu yeniden ilân etmeliyiz, temel olarak Komünist Manifestosu’nu almalıyız." Biz
de aynı soruya şöyle cevap vermeliyiz: Marks
Engels Lenin, Stalin ve Mao Zedung’un yaptığı gibi kendimize komünist partisi adını
vermeliyiz. Komünist sıfatını hiç bir tereddüde düşmeden benimsemeliyiz. Fakat bu
yetmez. Çünkü, birinci olarak, ülkemizde bu şanlı sıfatı kendisine yakıştıran
revizyonist bir burjuva kulübü vardır. Ve biz kendimizi bu kulüpten kesinlikle
ayırmak zorundayız. İkinci olarak, komünist adını alan partilerin çoğu bugün
revizyonizmin ve reformizmin batağına batmışlardır. Bunlar proletaryanın değil,
burjuvazinin partileridir. Devrimin değil, karşı-devrimin aracıdır. Sovyetler
Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde bu partiler, burjuvazi ve gericiler üzerinde
proletarya diktatörlüğünün değil, işçiler ve diğer emekçi halk üzerinde burjuva
diktatörlüğünün aracıdır. Biz
kendimizi bunlardan da kesinlikle ayırmalı, komünist kelimesine ilave olarak Marksist
- Leninist sıfatını da kullanmalıyız. Önce
diğer isimler üzerinde duralım: İhtilalci
İşçi - Köylü Partisi adlandırması
niçin yanlıştır? Çünkü, bizim gerçek niteliğimizi, nihai hedefimizi belirtmiyor.
Biz işçi sınıfı hareketiyiz, onun öncü müfrezesiyiz. Köylü hareketi asla değil.
Ülkemizin bugünkü somut şartları bize köylülükle ilgili görevler yüklüyor, ama
bu geçicidir, bizi asıl görevimize yaklaştıran geçici bir adımdır. Köylülük, kitle
olarak, bir bütün olarak, "üretim araçlarının özel mülkiyeti
alanında" bulunmaktadır. Ve kapitalist toplumun temelinin muhafazasından
yanadır. Köylülük, modern sanayi karşısında dağılan ve yok olmaya doğru giden
bir sınıftır. Oysa proletarya, mülkiyetle bütün bağlarını koparmıştır. Modern
sanayiin özel ürünü ve asıl ürünüdür. Modern sanayiin gelişmesiyle birlikte
gelişir ve güçlenir. Geçmişi değil, geleceği temsil eder. Yok olanı değil,
büyüyüp gelişeni temsil eder. Özel mülkiyetin muhafazasını değil, kesinlikle
ortadan kaldırılmasını ister. Bu
nitelikleri dolayısıyla da, toplumun bütün emekçi kesimlerinin, bu
düzenden acı çeken insanlığın tümünün kurtuluşunu, tarih, işçi
sınıfının omuzlarına yüklemiştir. İşte biz, bu sınıfın öncü
müfrezesiyiz ve bu yüzdendir ki, partimizin önüne bir de köylü sıfatının
eklenmesi, demokratlarından (THKO, THKP, TİP, vs... den) kendimizi ayırmak için "komünist"
olduğumuzu söylüyoruz. Bizi onlardan kesin çizgilerle ayıran en iyi kavram da
bu oluyor ve bu tutum, en kararlı ihtilâlci yoksul köylülerin saflarımızda
toplanmasına hizmet ediyor. TİİKP
adlandırmasının, bizi bugün için geri olan unsurlara yaklaştırırken, ileri
unsurlardan da uzaklaştıracağını söyledik. Denilebilir ki, ileri unsurlardan niçin
kopalım? Biz komünist olduğumuzu saklamayacağız ki, işte programımızda ve
tüzüğümüzde nihaî hedefimizin komünizm olduğunu yazıyoruz. Peki öyleyse, niçin
partimizi de komünist olarak adlandırmayalım? Tüzük ve programımızda
komünist olduğumuzu söylemek, bizi bilimsel olarak yanlıştır. Birinin varlığı,
diğerini imkânsız kılar. Bugüne
kadar kendisine köylü partisi adını veren partiler olmuştur. Fakat
bunlar genellikle, nihayet burjuva demokrasisini en son sınırlarına kadar genişletmek
isteyen partilerdi. Sosyalizmi ve komünizmi amaçlayan partiler değil. Yani, küçük-burjava
demokratlarıydı; Proletarya partileri de, şartların gerekli kıldığı
hallerde burjuva demokrasisini son sınırlarına kadar genişletmek ister ve bunun için
aktif ve kararlı olarak mücadele eder ama bunu, proleter demokrasisine geçişin (yani
proleter diktatörlüğüne geçişin) bütün ön şartlarını yaratmak için yapar.
Orada durmak ve onunla yetinmek için değil. Peki, yoksul ve aşağı orta halli
köylülerin de proletarya ile birlikte proletarya demokrasisi için mücadele etmesi neyi
gösterir? İşçi sınıfı ile bunların arasında bir fark olmadığını mı? Hayır!
Sadece, kapitalizmin temelleri yıkılmadıkça, bu köylü tabakalarının kesin
kurtuluşlarının da imkânsız olduğu, bunların kesin kurtuluşunun proletaryanın
kurtuluşuna bağlı olduğunu. Öte yandan, bunlar, proletaryanın vazgeçilmez önder
rolü olmadan, burjuva demokrasisinden bir adım bile öteye ilerleyemezler. Bugün
ülkemiz şartlarında ise, proletaryanın önderliği olmadan, değil proletarya
demokrasisine geçmek, burjuva demokrasisini bile son sınırına kadar genişletemezler.
Kaldı ki, köylü kavramı sadece yoksul ve aşağı - orta halli köylüleri değil,
zengin ve orta köylüleri de içine alır. İşçi - Köylü Partisi adlandırması,
pratikte de sadece burjuva demokrasisi ile proletarya demokrasisi arasındaki kesin farkı
silerek, proletaryanın sınıf bilincini bulandırmaya yarar. Peki...
Kanunilik endişesiyle konulan "TSEKP", "TİÇSP"
adlarını taklit etmeli miyiz? Kesinlikle hayır. Çünkü, her şeyden önce bizim
partimiz "kanuni" bir parti değil, kanunlara rağmen kurulan ve var olacak olan
bir parti olmalıdır. ikinci olarak, böyle bir adlandırma, kanunîlik endişesiyle
bile yapılsa, yanlıştır. "TİİKP"
adlandırmasının, işlerimizi kolaylaştıracağı özellikle köylülere
yaklaşmamızı ve onlarla kaynaşmamızı kolaylaştıracağı doğru mudur? Belki
geçici olarak, feodalizmin ve burjuvazinin gerici şartlandırmasının etkisinde olan
köylülerle yakınlaşmamızda ve kaynaşmamızda böyle bir kolaylık söz konusu
olabilir. Ama bu bile, ileri işçilerden ve yoksul köylülerden uzaklaşma
ve kopma pahasına olabilir. Çünkü
ileri işçiler, köylüler ve hatta aydınlar, artık kendisini korkusuzca komünist
olarak adlandıran ve gerçekten bu isme layık olan bir harekete güven
duyuyorlar. Böyle işçilerin, köylülerin sayısı da her gecen gün artıyor. Biz,
köylüler arasındaki çalışmalarımızda küçük burjuva ve burjuva kitlelerden
koparmıyor da, partimizin adı niçin koparsın! Ya tutarlı olmak için tüzük ve
programdan da komünizmle ilgili her şeyi çıkarmak, kitleye açık her türlü parti
yazısında, bu kelimeden ve onu hatırlatacak her şeyden, giderek Marks’ı,
Engels’i, Lenin’i, Stalin’i ve Mao Zedung’u zikretmekten kaçınmak, komünist
propagandadan vazgeçmek zorundayız ve böylece tavizciliğe boyumuza kadar batarak,
proleter devrimciliğinden uzaklaşmak zorundayız ya da geri bilince ve gericiliğin
şartlandırmalarına vs... boyun eğmeyi reddederek başından itibaren, tavizsiz bir
şekilde proleter devrimciliğine sarılmak, böylece en ileri unsurlarla birleşirken,
geri unsurları da ilerletmek zorundayız. İkisinden biri. Bu
adlandırmayı benimseyen arkadaşların ikinci kanıtı şu: TİİKP adlandırması,
kitlelerin İşçi - Köylü hareketiyle partimiz arasında bağ kurmasını sağlayacak
ve o hareketin taraftarları, etkilediği unsurlar yeni hareketimizin saflarında
toplanacaklardır. Bence bu da yanlıştır. Çünkü, her şeyden önce bu bağlantıyı,
siyasî polis kuracaktır. Legal yayın faaliyetinin etrafında şu veya bu ölçüde
çalışan, ona abone olan, bağış yapan vb... gibi herkesi, yeni dönemin illegal parti
faaliyetinden sorumlu tutacaktır. Böyle bir durumda yapılacak ve yapılması en doğru
olan şey, legal faaliyetle illegal faaliyet arasındaki bağı, siyasî polise karşı en
büyük bir dikkat ve titizlikle gizlemektir. Yanlıştır; çünkü, İşçi - Köylü
hareketi saflarındaki en iyi unsurlar, zaten, daha şimdiden hareketimizin
saflarındadır ve gittikçe de toplanmaktadır. Onların içindeki işe yarar herkesi
saflarımızda gerçekten toplayacak olan şey, böyle bir isim benzerliği değil
sıkı, enerjik, kapsamlı ve iyi düşünülmüş bir örgütlenme faaliyetidir. Böyle
bir faaliyet, İşçi - Köylü saflarındaki işe yarar unsurları değil, İşçi
Köylü saflarında yer almamış olanlar da dahil halkın bütün ilerici ve devrimci
unsurlarını etrafımızda toplayacaktır. Yanlıştır; çünkü, hareketimiz bugün
İşçi - Köylü hareketinden sadece nicelik bakımından değil,
nitelik bakımından da ayrılmalıdır. İşçi - Köylü hareketi, sadece bir legal
faaliyetti, bugün faaliyetimiz esas olarak illegal bir faaliyet
olmalıdır. İşçi - Köylü faaliyeti etrafındaki çalışma, sadece propaganda
ve ajitasyon yapan bir dergi faaliyetiydi. Ve örgütlenmesi de bu göreve uygun
düşüyordu. Bugün hareketimiz silahlı bir mücadeleyi fiilen örgütlemeye yönelmiş
bir parti faaliyeti olmalıdır. Propaganda ve ajitasyon da, bu duruma uygun olarak
yürütülmelidir. İşçi - Köylü etrafında çalışanlar, büyük ölçüde burjuva
bağlarını (daha genel bir ifadeyle gerici bağlarını) devam ettiren kimselerdi.
Bugün hareketimiz, bu bağlardan tamamen ve kesinlikle kopmuş olanları, yani işçi,
köylü ve diğer devrimcileri saflarında toplamalıdır. Gerici bağlarına teslim
olanlar dökülmüşlerdir. Yani gerekli olan, her bakımdan bir nitelik sıçramasıdır.
Bu sıçrama, hareketimizin isminde de kendisini göstermelidir, TİİKP ismini savunma,
bir açıdan, bir "eskiyi koruma" çabasıdır. Sıçramaya
direnme tutumudur. Bu
saydığım noktalardan, TİİKP adlandırmasını doğru bulmuyorum. TİİP
ismi bilimsel olarak doğrudur, fakat bazı pratik mahzurları vardır.
Birinci mahzur: Revizyonist TİP ile karıştırılmak. Bilindiği gibi TİP, her alanda
Marksizm - Leninizm’e uzak, reformcu bir burjuva örgütüdür. Marksizm - Leninizm, en
temel noktalarda, devlet meselesinde, devrim meselesinde, enternasyonalizm meselesinde
vb... revizyonist TİP kliğinin ihanetine uğramıştır. Onunla kendi aramızda, kesin
ve kalın bir çizgi çekmek zorunludur. İhtilâlci
kelimesi, bu çizgiyi çekmekte yetersiz kalmaktadır. Ayrıca, ihtilâl kelimesinin,
ülkemizde, halkın arasında kazandığı özel anlam da hesaba katılmalıdır!
İhtilâl genel olarak, burjuva subaylarının darbesi olarak
anlaşılmaktadır. Darbeci subaylar kendilerine "ihtilâlci" demişler, halk da
onları öyle tanımaya alışmıştır. Meselâ, " 27 Mayıs İhtilâli" denir.
Bu harekete katılanlara "ihtilâlci subaylar" denir. İ. İnönü eski bir
"ihtilâlci subaydır" vs. Halk ayaklanmaları, bu çeşit darbecilikten
"isyan" kelimesiyle ayrılır. Şeyh Bedrettin isyanı, Pir Sultan İsyanı,
Baba İshak İsyanı, köylü isyanları, Dersim İsyanı, askerlerin isyanı vs... Biz,
burjuva darbeciliği ile kitlelerin "aktif mücadelesi" arasında da koyu ve
kalın bir çizgi çekmek zorundayız. Bir
başka kanıt: TİİP, bilimsel olarak doğru olmakla birlikte, bizim nihai hedefimizi,
komünizm hedefimizi de içinde taşımakla birlikte, bunu açık olarak ifade
etmiyor. (M-L) koymak yoluyla bu mahzuru ortadan kaldırsak bile, reformculuğun, devrim
ve komünizm aleyhtarlığının, silahlı mücadele aleyhtarlığının, Marks Engels
Lenin, Stalin ve Mao Zedung aleyhtarlığının (yani komünizm davasının dünya
çapındaki önderlerine aleyhtarlığın) sembolü haline gelen TİP ile karıştırılma
mahzuru, ihtilâl kelimesinin halk dilindeki geleneksel anlamından doğan mahzur, halen
mevcut olacaktır. Lenin,
oportünistlerle, revizyonistlerle, sosyal şovenlerle ve her türlü sosyalizm
hainleriyle araya kesin bir çizgi çekmekteki önemi şöyle belirtmektedir: "Emperyalizm
halinde evrim göstermiş kapitalizmin objektif zorunluluğu, emperyalist savaşı
doğurdu. Savaş bütün insanlığı, uçurumun kenarına, bütün uygarlığın
yıkımına, vahşete, milyonlarca insanın, sayısız milyonların yeniden ölümüne
sürükledi. "Hiç
bir kurtuluş yoktur, bu yol proletarya devrimi yolu değilse! "Ve
bu devrimin, çekingen, pek sağlam olmayan, bilinçsiz ve burjuvaziye fazla inançlı
olan ilk adımlarını atmaya başladığı bir anda ‘sosyal demokratların’,
‘sosyal demokrat’ parlamenterlerin ‘sosyal demokrat" gazetelerin şeflerinin
çoğunluğu... sosyalizmi terk ettiler, sosyalizme ihanet ettiler, kendi milli
burjuvazilerinin yanına geçtiler. "Yığınlar,
bu şefler tarafından şaşırtılmış, yolundan, yönünden döndürülmüş,
aldatılmıştır. "Ve
biz; zamanı geçmiş, İkinci Enternasyonal kadar çürümüş eski adlandırmayı
muhafaza etmekle bu aldatmacayı cesaretlendirir, ona yardım ederiz! "‘Pek
çok’ işçi, sosyal - demokrasiyi iyi anlamda anlamaktadırlar; olsun. Ama,
sübjektifle objektif arasında ayırım yapmayı bilmenin zamanıdır. "Sübjektif
olarak, bu sosyal - demokrat işçiler, proleter yığınların son derece sadık
kılavuzlarıdırlar. "Ama
dünyada objektif durum o şekildedir ki, Partimizin eski adı yığınların
aldatılmasını kolaylaştırmaktadır Ve ileri doğru hareketi köstekler... " Lenin’den
aktardığımız bu açıklama, partimizin adının niçin TİİKP veya TİİP olmaması
gerektiğine ışık tuttuğu gibi, niçin sadece TKP olmaması gerektiğine de ışık
tutmaktadır. Çünkü, bugünkü dünyamızda da adı komünist olan başka
partiler ve şefler, proletaryanın davasına ihanet ettiler.
Yığınlar bu kez de bu partiler ve şefler tarafından şaşırtıldı; yolundan,
yönünden döndürüldü, aldatıldı. Bu
açıklamalardan sonra, hareketimizin niteliğini ve nihai hedeflerini en kesin, en açık
ve en doğru bir şekilde ifade eden ve pratikte de işçi sınıfının ve diğer
emekçilerin bilinçlenmesine katkıda bulunan ve bizi her türden sosyalizm hainlerinden
ayıran adlandırmanın TKP (M-L) olacağı açıktır. Her
şeyden önce, TKP (M-L) bilimsel olarak doğrudur. Ve bizim nihai hedefimizin tam ve
açık bir ifadesidir. Çünkü: "İnsanlık,
kapitalizmden doğrudan doğruya ancak sosyalizme, yani üretim araçlarının ortak
mülkiyetine ve ürünlerin herkesin emeğine göre üleştirilmesine geçebilir. Bizim
partimiz daha uzağı görüyor: Sosyalizm kaçınılmaz olarak komünizm haline evrim
göstermelidir. Komünizm ilkesinde ‘herkesten yeteneklerine göre, herkese ihtiyacına
göre’ yazılıdır." Yine
bizim partimiz, komünizme geçmek için bir devletin, Paris Komünü tipinde, Sovyet
tipinde vb... bir devletin zorunluluğunu kabul etmekle birlikte nihai olarak her
türlü devleti kaldırmak amacındadır. Oysa, diğer adlandırmalar bu noktaları da
ifade etmekte yetersiz kalmaktadır. İkinci
olarak, bu adlandırma bizi her türlü sosyalizm hainlerinden, sosyal şovenden,
revizyonizmden, oportünizmden, anarşizmden, reformizmden vb... den kesin olarak
ayırmaktadır. Bu
konuda ileri sürülen hiç bir esaslı karşı kanıt yoktur. Birincisi, komünizm
kelimesinin köylüler tarafından hoş görülmeyeceğidir ki, bunun neden doğru
olmadığını biraz önce belirttik. Birincisi, bunun ileri sürülmesi, bilinçsizliğe
gerici şartlandırmalara vb. boyun eğmeyi, hareketi geri seviyeye indirmeyi
ifade eder. İkincisi de, bu ismi, bu gerekçeyle reddetmek, bizce her bakımdan bir geri
dönüşün başlangıcı olur. İkinci
karşı kanıt: Bizi revizyonist TKP ile karıştırırlar. Böyle bir tehlike, diğer
teklif edilen isimlere nisbetle çok daha zayıftır. "Bizi
anarşist komünistlerle karıştıracaklar" diyenlere Lenin’in cevabı şudur: "Peki
milli sosyalistlerle, liberal sosyalistlerle ya da radikal sosyalistlerle
karıştırılmaktan neden korkmuyoruz? Onlar ki, Fransız Cumhuriyetinin burjuva
partileri arasında yığınların burjuvazi tarafından aldatılmasında en ileri
gitmiş, en uzman olan kısmıdır... " Peki,
biz niçin TİP ile TİÇSF ile ve bunun gibilerle karıştırılmaktan korkmuyoruz?
Kaldı ki, bizde TKP’yi işçiler ve yoksul köylüler, meselâ TİP’den daha az
tanırlar. TKP’yi en çok tanıyanlar, işçilerin ve emekçi halkın en ileri
unsurlarıdır ki, bunlar daha şimdiden TKP ile TKP (M-L)’yi ayırt edebilecek
seviyededir. Halkın geri kalan kısmını da o seviyeye yükseltmek bizim görevimizdir.
Sonucu Lenin’in sözleriyle bağlayalım: "Ve
biz kendi kendimizden mi korkacaktık! Biz, ‘her zaman’ giydiğimiz ‘sevgili’ pis
gömleğimizle mi yetinecektik?... "Kirli
gömleği çıkarıp atmanın zamanıdır, temiz çamaşır giymenin zamanıdır!". II.
BÖLÜM "3....
Yabancı kapitalistler, ilk önce ticaret yoluyla ve daha sonra emperyalizm
çağında Türkiye’ye sermaye yatırarak,(abç); işçilerimizin,
köylülerimizin emeğini sömürmüşler..."! Serbest
rekabetçi kapitalizmi emperyalizmden ayıran şey, birincisinin "ticaret
yoluyla" sömürmesine karşılık, ikincisinin "sermaye yatırarak"
sömürmesi değildir. Serbest rekabetçi kapitalizmin ayırt edici özelliği, meta
ihracı olduğu, halde, emperyalizmin ayırt edici özelliği sermaye
ihracıdır. Önce, "ticaret yoluyla" sömürü, çok genel bir
ifadedir. Ve serbest rekabetçi kapitalizmi karakterize etmez, meta ihracı, ticaretin
özel bir hali, serbest rekabetçi dönemde kazandığı çehredir. Bu, her
hangi bir ticaret değil, yabancı kapitalistlerin meta (yani mamul ticaret eşyası)
sattığı ve karşılığında, işlenmemiş hammaddeler ve tarım ürünleri aldığı
bir ticarettir. Sonra, sermaye ihracı ile sermaye yatırma birbirinden
farklı şeylerdir. İhraç edilen sermaye yatırım şeklinde
olabileceği gibi, borçlandırma seklinde de olabilir. Ve emperyalist
dönemde, esas olan da ikincisidir; emperyalizmin asalaklığını,
çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu ortaya koyan şey de budur. Lenin Emperyalizm
kitabında, bu konuda şunları söylüyor: "Emperyalizm,
birkaç ülkede muazzam para sermayesinin birikmesidir... Bu yüzden rantiyeler sınıfı,
ya da daha doğrusu zümresi olağanüstü bir gelişme göstermiştir. Bunlar ‘kupon
keserek’ yaşayan, hiç bir teşebbüse katkısı olmayan (abç)), aylaklığı meslek
edinmiş kimselerdir. Emperyalizmin en esaslı ekonomik temellerinden biri olan sermaye -
ihracı, rantiyeleri üretimden daha da koparır (abç). Birçok deniz aşırı ülkenin
ve sömürgenin emeğini sömürerek yaşayan bütün ülkeye asalaklık damgasını
vurur. (...) "Rantiyelerin
geliri dünyanın en büyük ‘tüccar’ ülkesinin dış ticaret gelirinden beş kere
büyüktür. Emperyalizmin ve emperyalist asalaklığın özü budur. "Bu
nedenle, emperyalizme dair ekonomik literatürde ‘rantiye devlet’ (rentner state) ya
da tefeci devlet terimi daha çok kullanılır olmuştur. Dünya, bir avuç tefeci
devletle muazzam bir borçlu devletler (abç) çoğunluğu arasında ikiye
bölünmüştür". Lenin’den
yaptığımız bu aktarma da açıkça gösteriyor ki, emperyalizmin sermaye yoluyla
sağladığı aşırı kârların önemli kısmını, yatırım kârlarından ziyade, faiz
ve temettüler, tahvilatlar, komisyonlar vs... meydana getirmektedir.
"Sermaye yatırarak işçilerimizin, köylülerimizin emeğini sömürürler"
ifadesi, emperyalizmin tefeci karakterini, yüksek faizli borçlarla
yürüttüğü talanı, yani onun asalaklığını gözlerden saklayan son derece eksik
bir ifadedir. Meseleye
ülkemiz açısından bakalım: Osmanlı İmparatorluğunun gittikçe daha çok bir yarı
- sömürge haline gelmesinde, parçalanmasında ve çökmesinde, gırtlağına kadar
borca batmış olmasının büyük payı vardır. Çeşitli defalar alınan düşük
ihraç değerli ve yüksek faizli borçlar, öyle bir noktaya ulaşmıştır ki,
alacaklarını tahsil için (1 883’te) emperyalist ülkeler, "Düyün-u
Umumiye"yi, sanki devlet içinde devlet olan bu teşkilatı kurmuşlardır. Düyun-u
Umumive, altı bin kadar memuru ile İmparatorluğun dört bir köşesine bir ahtapot gibi
yayıldı. Ve uzun yıllar feodal saltanatla "Düyûn-u Umumiye" saltanatı yan
yana, iç içe yaşadı. Türkiye’nin emekçi halkını haraca kesti, borçlar
arttıkça İngiliz-Fransız ve giderek Alman emperyalistlerinin siyası tahakkümü
arttı, tahakküm arttıkça borçlar da arttı. Emperyalist ülkeler, bunların
sermayedarları, elçileri, konsolosları vs. devlet nüfûzunu geniş ölçüde ellerine
geçirdiler ve bunu talanlarını, vurgunlarını kat kat artırmak için kullandılar.
Peki borçlar ne için kullanıldı? Yatırım için mi? Hayır, tersine çoğu zaman
yatırımdan başka amaçlar için kullanıldı. Yeni borçların önemli bir kısmı,
zaten eski borçları kapatmak için kullanılıyordu, yani bir elle alınan öbür
elle veriliyordu. Geri kalan paralar ise, genellikle, feodal aristokrasinin ve
hanedanlığın güçlenmesi, paşalar saltanatının sürüp gitmesi için harcanıyordu. Ülkemizin
gerçeği de kısaca budur. Bu gerçek de yukarıdaki ifadenin, "sermaye yatırarak,
sömürdüler" ifadesinin ne derece eksik olduğunu, gerçeğin önemli bir
kısmını gözlerden saklamaya yaradığını göstermektedir. "4.
Yurdumuza hakim olan emperyalizm, bir yandan iç kapitalist pazarı (abç) açmak ve
sömürüsünü artırmak için kendine bağımlı bir kapitalizm geliştirdi ve feodal
ilişkilerde çözülmelere yol açtı." Birinci
olarak, "iç kapitalist pazar" tabiri, içinde gereksiz bir tekrarı
taşımaktadır. "İç pazar" denmesi yeterliydi. Çünkü,
"iç pazar" zaten ticari iktisadın bir kategorisidir, esas olarak, ticari
iktisatla ortaya çıkar ve kapitalizmin ilerlemesi ölçüsünde, en geniş boyutlara
ulaşır. Çünkü, ticari iktisadın ve kapitalizmin bütün gelişme oluşumunun
temelini, sosyal iş bölümü teşkil eder. Sosyal iş bölümünün
gelişmesi, yani üretici çalışmaların birbirinden ayrılması (mamûl madde sanayii
ile hammadde çıkarına sanayiinin manifaktürden ve ziraatten ayrılması vb.) ise,
"bu çalışmaların mamullerini birer meta, birbirinin karşılıklı muadilleri
haline getirir; bunların her birine ötekileri için bir pazar hizmeti
gördürür" (Marks). Yani, pazarın gelişmesi ile kapitalizmin gelişmesi
birbirine bağlı şeylerdir ve birbirlerinden ayrılmazlar. "İç pazarın"
açılması, kapitalizmin gelişmesi demektir. Kapitalizmin geliştiği ölçüde de
"iç pazar" açılır. İkinci
olarak, ifade bu haliyle mantıksızdır. İşte bu ifadenin parça parça analizi:
"Emperyalizm", 1) "iç kapitalist pazarı açmak" için, 2)
"sömürüsünü arttırmak için" a) "kendine bağımlı bir kapitalizm
geliştirdi", b) "feodal ilişkilerde çözülmelere yol açtı".
"Emperyalizm", "iç kapitalist pazarı açmak için" "kendine
bağımlı bir kapitalizm geliştirdi". Yani, kapitalizmi geliştirmek için,
kapitalizmi geliştirdi(!). Eğer
"emperyalizmin" "iç kapitalist pazarı açmak" suretiyle "sömürüsünü
artırmak" istediği belirtilmek isteniyorsa veya başka bir ifadeyle:
"Emperyalizm sömürüsünü artırmak" için "iç kapitalist pazarı
açtı" denmek isteniyorsa, bu fikir, zaten "kendine bağımlı bir kapitalizm
geliştirdi ve feodal ilişkilerde çözülmelere yol açtı" ifadesiyle
belirtilmiştir. Manasız, mantıksız tekrarlara ne lüzum vardır? Kaldı
ki, ifade düzeltiliği takdirde bile başka bir sakatlık devam etmektedir. Sanki
emperyalizm, "sömürüsünü arttırmak için" bilerek ve isteyerek kapitalizmi
geliştirmekte ve feodal ilişkilerde çözülmelere yol açmaktadır! Oysa, kapitalizmin
gelişmesi ve feodal ilişkilerin kısmen çözülmesi, emperyalist sömürünün
işleyisinin tabii, kaçınılmaz ve kendiliğinden doğan sonucudur.
Emperyalizmin, sömürü ve talan amacıyla ihraç ettiği sermaye, kendiliğinden feodal
ilişkilerde kısmı bir çözülmeye de yol açmaktadır. Lenin, bu gerçeği Emperyalizm
kitabında şöyle dile getiriyor: "İhraç
edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde kapitalizmin gelişmesini etkiler,
hızlandırır. Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça
durdurma eğilimi taşısa da, bunun dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve
genişlemesine geliştirmek pahasına olduğunu unutmamalı". Lenin’in
burada sözünü ettiği "kapitalizm", komprador kapitalizm dediğimiz,
emperyalizme bağlı kapitalizmdir. İşin öteki yüzü ve asıl yüzü ise
şudur: Emperyalist ülkeler, geri kalmış ülkelere sermaye ihraç ederken, buralarda
demiryolları vs. inşa ederken, yüksek faiz bedellerini, düşük toprak fiyatlarını,
düşük ücretleri, ucuz hammaddeleri düşünmektedirler ve onların asıl amacı,
bütün toprakların ve hammaddelerin rakipsiz sahibi olmak, buraları
sömürgeleştirmek, emekçi halkları köleleştirmektir. Emperyalizmin asıl karakteri
ve amacı budur. Programda esas olarak ve kuvvetle bu nokta üzerine basılmalı ve bu ön
plana çıkarılmalıdır. Feodal ilişkilerdeki çözülme meselesine geçelim: Bu,
nasıl olmaktadır? "Toprak
köleliğine binlerce bağla bağlı olan eski derebeylik işletmesi devam etmekte ve
yavaş yavaş kapitalist işletme, ‘toprak ağalarının işletmesi’ haline
gelmektedir... . Devletin tarımsal rejimi, derebeylik niteliklerini uzun süre muhafaza
etmektedir. Büyük toprak mülkiyetinin büyük kitlesi ve eski ‘üstyapı’nın belli
başlı temelleri muhafaza edilmektedir" (Lenin). Bunun
sonucu olarak, bir yandan emperyalizmin, bir yandan da komprador büyük burjuvazinin ve
toprak sahibinin hâkim rolü artmaktadır. "Bir
kısım hali vakti yerinde köylüler de bunların safına geçmektedir. Malından
mülkünden edilen, gericiliğin hakimiyeti ile serseme döndürülen köylü kitlesi ise
tamamen çökmektedir". İşte
emperyalizmin, girdiği ülkelerde feodalizmi çözmesi budur. Lenin, bir yerde şunu
belirtiyor: "Öteden
beri sömürge siyasetinin ilerici bir siyaset olduğunu, kapitalizmi yerleştirdiğini,
dolayısıyla ‘onu açgözlülük ve zalimlikle suçlamanın’ anlamsız olduğunu,
çünkü ‘bu nitelikler olmaksızın’ kapitalizmin ‘ayağına köstek
vurulacağını’ söyleyen revizyonistler olmuştur". Çin’de
Troçkistler, Japon emperyalizmine karşı çıkmamak gerektiğini çünkü Japon
emperyalizminin Çin’de kapitalizmi geliştirmek suretiyle "sosyalist devrim"i
yaklaştırdığını ileri sürecek kadar alçalmışlardır. Ülkemizde Aren-Boran ve
TKP revizyonistleri, aynı mantıkla, emperyalizmi şirin göstermeye çalışıyorlar. Bu
nedenlerle, emperyalizmin kapitalizmi geliştirdiği ve feodalizmi çözdüğü yolundaki
revizyonist-Troçkist iddialardan kendimizi kesin ve kalın çizgilerle ayırmalı,
emperyalizmin geri kalmış ülkelerde oynadığı asıl rolün ülkeleri
sömürgeleştirmek, halkları köleleştirmek, bütün varlığını talan etmek, siyasi
bakımdan, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının gerici diktatörlüğünü
pekiştirmek, desteklemek ve sağlamlaştırmak, emekçi köylüleri daha da
mülksüzleştirerek sefaletin kucağına atmak yönünde işlediğini belirtmeliyiz.
Programda, bu nokta çok muğlak, çok belirsizdir. Komünist
devrimcilerin ve devrimci kitlelerin (özellikle köylü kitlelerinin) şu noktada
tereddüdü asla olmamalıdır: Büyük toprak mülkiyeti rejimi, toprak köleliği
sisteminin hepsini silip süpüren devrim tarafından parçalanıp atılmalıdır.
Feodalizmi bütün temelleri ile ve tamamı ile yıkmak ancak bu şekilde mümkündür.
Kararsız ya da devrim düşmanı orta burjuvazinin ve özel olarak varlıklı
köylülerin bocalamalarının etkisiz hale getirilmesi, işçi sınıfı ile köylü
kitlesinin devrimde hâkim rol oynaması, ancak bu şekilde mümkündür.
‘‘İşçi sınıfının hakiki ve temel görevi olan ‘toplumu sosyalist temel
üstünde yeniden kurmak’ için en elverişli şartları yaratmak imkânı" ancak
bu şekilde doğar. "4....
Öte yandan, yurdumuz üzerindeki iktisadî ve siyasi hakimiyetini perçinlemek için,
feodal ilişkileri kendine tabi kıldı ve onların tasfiyesini önledi." "Feodal
ilişkileri kendine tabi kıldı"! Anlamsız bir cümle. "Feodalizmle
birleşti", "ittifak kurdu" vb. olsaydı bir anlamı olurdu. "5.
İşçi sınıfımız, 18. yüzyılda ilk önce madenlerde görülmeye başladı. Daha
sonra, emperyalizmin imtiyazlar alarak işlettiği -madenlerde ve iç pazarı açmak için
ulaştırma ve taşıma alanlarında yaptığı yatırımlarla birlikte gelişti". Cümle
şöyle olsaydı, Türkçe bakımından bir anlamı olurdu: "Daha sonra,
emperyalizmin imtiyazlar alarak işlettiği madenlerde ve iç pazarı açmak için
yatırım yaptığı ulaştırma ve taşıma alanlarında gelişti". Yine
emperyalizme, "iç pazarı açmak" gibi ilerici bir amaç izafe edilmiş,
"iç pazarı talan etmek" değil de... "7.
1917 yılında Rusya proletaryası, başında büyük Lenin’in bulunduğu Bolşevik
Partisi önderliğinde Çarlığı devirdi ve ilk proletarya devletini kurdu (abç).
Büyük Ekim Devrimi, bütün dünyada proleter devrimleri çağını açtı ve milli
kurtuluş savaşlarının en büyük desteği oldu." 1917
Şubat Devrimi ile 1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi birbirine karıştırılmıştır.
Çarlık, Şubat Devrimi’nde devrilmiştir, proletarya devleti ise Ekim Devrimi’nde
kurulmuştur. Bir komünist hareketin programında böyle kaba bir yanlış yer
almamalıdır. Daha
da önemlisi, burada, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nden sonra, bütün dünyada
burjuvazinin devrimden tir tir titrer hale geldiği, bu yüzden burjuva önderliğinde
devrimler döneminin kapandığı, artık proletaryanın önder olmadığı devrimci
hareketlerin başarıya ulaşamayacağı, gericilikle derhal uzlaşacağı ve
karşı-devrim çizgisine gireceği belirtilmeliydi. Bizim ülkemiz açısından ve bizim
gibi emperyalizmin ve feodalizmin tahakkümü altındaki geri ülkeler açısından
önemli olan şey budur. Oysa bu nokta, 11. maddede "kalıcı zaferler
kazanamaz" gibi, muğlak bir formülasyonla geçiştirilmiştir. "8.
Halkımız, 1919-1922 yıllarında emperyalizme karşı kahramanca savaşarak Milli
Kurtuluş zaferini kanıyla ve canıyla kazandı. Halkımız, Kurtuluş Savaşı’nda ilk
proletarya devleti olan Sovyetler Birligi’nden büyük destek gördü. Proleter
devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağının ilk kurtuluş mücadelesini (abç)
veren Türkiye halkları, Asya’nın bütün ezilen halklarının yardımını ve
sevgisini kazandı. Onlara cesaret ve umut verdi." "Proleter
devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağının ilk kurtuluş mücadelesi"! Bu
ifadede Kemalizm hayranlığı kendisini bir kere daha ele veriyor. Mao Zedung yoldaşın "Kemalist
devrimin, proleter devrimleri çağında yer almasına rağmen, dünya proleter
devrimlerinin bir parçası değil, eski burjuva demokratik devrimlerinin bir parçası
olduğu" yolundaki açık ve kesin ifadesine rağmen ve bu ifade Program
Taslağı’nın yazarına tekrar tekrar hatırlatıldığı halde, yine de Kemalist
devrimi, dünya proleter devriminin bir parçası imiş gibi gösteren yukarıdaki
formülasyon, Taslağa girmiştir. Üstelik,
"proleter devrimleri çağı"na, bir de "milli kurtuluş savaşları"
ibaresi eklenerek! Aynı şey 11. madde de tekrarlanıyor: "Büyük Ekim
Devrimi’nden sonra açılan proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları
çağı". Söz konusu çağa özelliğini veren şey, milli kurtuluş savaşları
mıdır? O çağda milli kurtuluş savaşlarının yer almış olmasına bakarak böyle
bir şey söylenebilir mi? Hayır, söylenemez. Çağımızda da, hem de o yıllardakinden
çok daha yaygın ve çok daha güçlü olarak milli kurtuluş savaşları yer aldığı
halde, milli kurtuluş savaşları çağında olduğumuzu söylemiyoruz.
"Emperyalizmin toptan çöküşe ve sosyalizmin dünya çapında zafere ilerlediği
çağdayız" diyoruz. Çünkü, çağımızı diğer tarihi dönemlerden ayıran en
karakteristik özellik budur. Doğu’da milli kurtuluş hareketleri, 1905’lerden
itibaren başlamış ve bütün Asya’yı kasırgası içine almıştır. 1917 Ekim
Devrimi’nden sonra ise, yeni olan şey, karakteristik olan şey, burjuva önderliğinde
devrimlerin sona ermesi, burjuvazinin dünya çapında gerici çizgiye kayması, devrimden
korkar hale gelmesi, buna karşılık proletaryanın devrimci eyleminde büyük bir
yükselmenin ortaya çıkması, Doğu’da eski tip burjuva-demokratik devrimlerinin sona
ermesi, proletarya önderliğinde yeni tip demokratik devrimlerin başlaması ve bunların
Sosyalist Sovyetler Birliği’yle birleşmesidir. 1917 Ekim Devrimi ile başlayan yeni
tarihî döneme özelliğini veren ve damgasını vuran şeyler bunlardır. Bu yüzden,
söz konusu tarihî dönem, "milli kurtuluş savaşları çağı" değil,
"proleter devrimleri çağı"dır. Çağımız,
"proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağı" olduğuna göre ve
Kemalist devrim, bir milli kurtuluş savaşı olduğuna göre, eh, Kemalist devrim o
tarihi dönemde yer alan devrimlerin bir parçası, normal ve tipik bir örneğidir. Mao
Zedung yoldaş, Kemalist devrime, "eski tip burjuva-demokratik devrimlerinin bir
parçasıdır" demekle, bir istisna saymakla hata etmiştir (!). İşte varılan
harika sonuç! Hem,
yukarıda öyle bir ifade kullanılmıştır ki sanki övgü yağdıran halk değil,
burjuvazidir. Zaten ifadenin bütününün verdiği izlenim, Kemalist devrimin bir halk
devrimi olduğudur. "Türkiye
halkları, Asya’nın bütün ezilen halklarının yardımını ve sevgisini kazandı.
Onlara cesaret ve umut verdi". Niçin,
çıplak gerçek süslü ve gösterişli sözlere feda ediyor. Halkımız,
Kurtuluş Savaşı’na dişi ile, tırnağı ile, eti ile, kemiği ile katıldı!
Kanını akıttı! Canını verdi! Ama, bağımsız bir kuvvet olarak değil; kaypak,
tutarsız, korkak ve iki yüzlü burjuvazinin ve toprak ağalarının arkasında
katıldı! Bu yüzden, devrim, halkın kanı-canı pahasına başarıya ulaştığı
halde, ona karakterini veren burjuvazi ve toprak ağalarıydı. Devrim bu sınıfların
bütün pisliklerini, hastalıklarını bünyesinde taşıyordu! Halka karşı, işçilere
köylülere ve bir toprak devrimi imkanına karşı gelişiyordu. Yani devrim, içinde
karşı-devrimin tohumlarını taşıyordu ve bu tohumlar gittikçe filizleniyordu. Bu
sebeple, "Asya’nın bütün
ezilen haklarına" "cesaret ve umut" veren bir devrim-hareketi söz konusu
değildir! Halklara Ekim Devrimi "cesaret ve umut" vermiştir; Çin Devrimi
vermiştir; Vietnam Devrimi vermektedir. Çünkü bunlar ezilen halkların, emekçilerin
zaferi ve kurtuluşu ile sonuçlanmıştır. Oysa Kemalist devrimin sonucunda halk yine
ezilen ve sömürülen tahakküm edilen bir kitle olarak kalmıştır. Bu sonuç
Asya’nın halklarından çok Asya’nın korkak burjuvazisine cesaret ve umut
vermiştir. Çin’de burjuvazinin Kemalist devrimin bir
benzerini kendi ülkesinde gerçekleştirmek için nasıl can attığını, Mao Zedung
yoldaştan öğreniyoruz. Kemalist devrimin sonucundan "cesaret ve umut" bulan
bir başka sınıf da, emperyalist ülkelerin mali-oligarjisidir. Bunlar, geri
ülkelerdeki burjuva önderliğinde milli devrimlerin sonuçlarını kendi emellerine alet
etmenin "cesaret ve umudu" içindedirler. Devrimi, karşı-devrime
dönüştürmenin "cesaret ve umudu" içindedirler. Ve Kemalist devrimin giderek
vardığı nokta, bunların, burjuva önderliğindeki milli hareketlerden
"cesaret" almakta ve gerici "umut"lara kapılmakta haklı
olduklarını göstermiştir. Bu
açık gerçeği, süslü lâflara feda etmek, sadece bir şeye, Kemalist devrimin gerçek
karakterini gizlemeye, onun daha savaş içindeyken halka karşı gelişen ve iktidarın
ele geçirilmesi ile hâkim olan gerici yanını işçi sınıfının ve emekçi halkın
gözünden saklamaya, burjuva önderliğindeki milli hareketlerle proletarya
önderliğindeki milli hareketlerin arasındaki muazzam farkı unutturmaya yarar... "9.
Yurdumuzun kurtuluşu ve hürriyet uğruna uzun ve kanlı bir savaşta hiç bir
fedakârlıktan çekinmeyen Türkiye’nin yiğit işçi ve köylüleri, teşkilâtsız
oldukları için milli ihtilâlin önderliğini ele geçiremediler (abç) ve devrimi,
sonuna kadar ilerletemediler." -
Önce, "işçilerin ve köylülerin önderliği" gibi şahane bir
fikre ilk defa burada rastladığımızı belirtelim. Önderlik nedir? Önderlik, ideolojik,
politik ve örgütsel önderliktir. Bu sebeple, bir sınıfın
önderliği bir diğerini zaten imkânsız kılar. işçilerin ve köylülerin tek ve
ortak bir ideolojisi, tek ve ortak bir politikası ve bu ideolojiyi benimseyen, bu
politikayı uygulayan tek ve ortak siyasi örgütleri mi söz konusudur?
Köylüler, proletarya ile her bakımdan birleşen tek bir sınıf mı teşkil ediyorlar?
Elma ile armutları toplamak, sapla samanı birbirine karıştırmaktır bu. Belli ki,
yazar, ne dediğinin pek farkında değildir! "İşçilerin
ve köylülerin" önderliği ele geçirebilmeleri için ne gibi bir "teşkilât"a
ihtiyaçları vardı ki, önderliği ele geçiremediler? Sendikalar, köylü
kooperatifleri vb... cinsinden kitle örgütlerine mi? Meselâ, Aydınlık ve
İşçi-Köylü sayılarında hep övgü ile bahsedilen DİSK ve TÜTÜS cinsinden
reformist kitle- teşkilâtlarına mı? Eğer, kastedilen bu cinsten kitle örgütleri
ise, hemen belirtelim, bu teşkilâtlar ancak "hükümete ve patronlara"
karşı, "iktisadi mücadele" aracı olarak işe yarayabilirler ama, bir sosyal
devrime önderlik aracı asla olmazlar. Bu, Leninizm’in alfabesidir. "işçilerin
ve köylülerin önderliği" (!) için değil ama, işçilerin önderliği
için bir??? teşkilâta, Komünist Partisine ihtiyaç vardır ve o da mevcuttur. Yani bu
anlamda, işçiler ve köylüler "teşkilâtsız" değildi! Fakat
çok önemli bir şey eksikti. TKP’nin doğru bir politikası yoktu
(burada, proletaryanın önderliği için objektif şartlar gibi bir zamanlar bizi çok
meşgul eden anlamsız tartışmayı bir yana bırakıyorum. Birinci Emperyalist Dünya
Savaşı’ndan ve Büyük Ekim Devrimi’nden sonra, proletarya önderliği için
objektif şartların genel olarak bütün dünya açısından ve özel olarak Türkiye
açısından mevcut olduğunu hepimizin kabul ettiğini farz ediyorum). TKP, doğru bir
çizgi izleyebilseydi, uzun süreli savaş içerisinde devrimin önderliği ele
geçirilebilir, kararsız, tutarsız, korkak burjuvaziyi etkisiz hale getirebilir, halk
ordusunu teşkil edebilir, işçi-köylü temel ittifakını ve bu temel ittifak üzerinde
halkın birleşik cephesini gerçekleştirebilirdi! TKP’nin çizgisindeki sapmayı
geriye bırakarak, burada kısaca şunu belirtelim: Program Taslağı’ndaki
"işçiler ve köylüler teşkilâtsız olduğu için devrimin önderliğini ele
geçiremediler" şeklindeki muğlâk ve hiç bir şey anlatmayan ifadenin altındaki
gerçek sebep, yazarın Kemalizm’e karşı beslediği sempatiyi TKP’nin de beslemiş
olmasıdır. Yazar, TKB’nin Kemalizm konusundaki sağ çizgisini eleştiremezdi,
çünkü kendisi de aynı sağ çizgiyi paylaşmaktadır. "11.
Kurtuluş Savaşı’nın burjuva önderliği, ‘işçi ve köylülerin omuzları
üzerinde kurduğu tak-ı zaferleri geçerek, tahtına sağlamca yerleşmek imkânını
bulur bulmaz’ işçi ve köylüleri baskı altına alan bir diktatörlük kurdu." Kurulan
diktatörlük, hangi sınıfları temsil ediyordu? Siyasi bakımdan bağımsız milli
burjuva diktatörlüğü müydü? Yoksa komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının
diktatörlüğü müydü? Bu nokta çok önemlidir ve Program Taslağı’nda yanlış
şeyler söylenmiştir. Yukarıdaki soruya, biz biraz aşağıda cevap vereceğiz. "10.
Osmanlı sultanlığının ve komprador burjuvazinin Milli Kurtuluş Savaşı ile
yıkılmasından sonra, iktidarı ele geçiren yeni Türk burjuvazisi, büyümek ve
zenginleşmek için, ‘devlet eliyle milli burjuva yaratmaya’ girişti. Yeni Türk
burjuvazisi bu yafta altında işçi ve köylüleri insafsızca sömürdü, feodal
ağalarla ve emperyalizmle uzlaştı ve halkın nice fedakarlıklarla başardığı
Kurtuluş Savaşımızın kazançlarını hovardaca harcadı." "Büyümek
ve zenginleşmek için ‘devlet eliyle milli burjuva yaratmaya’ girişti"! Yeni
Türk burjuvazisi, kendisi büyümek ve zenginleşmek istiyor, fakat bu amaçla, ‘milli
burjuva yaratma’ya girişiyor. Bu tahlil açıktır ki, Mihricilikten miras
kalmıştır. M. Belli revizyonizmine göre, Kemalist hareket, "küçük-burjuvazinin
en uyanık(!) kesimi olan, asker, sivil, aydın zümre"nin hareketidir. Bu zümre,
devrime önderlik ederek, iktidarı ele geçirince bilgisizliğinden ve
tecrübesizliğinden dolayı(!), "ayrıca Sovyetler Birliği"nde devrimin henüz
rayına oturmamış ve gözle görülür bir başarı sağlayamamış olmasından(!)
dolayı kapitalist olmayan kalkınma yolunu değil de, kapitalist kalkınma
yolunu tuttu. Bu amaçla, "devlet eliyle milli burjuvazi
yaratmaya" girişti. ş. Hüsnü’nün kitabına yazdığı önsözde M. Belli
şöyle diyor: "Müslüman Türklerden bir milli burjuvazi yaratarak kapitalist
yoldan kalkınma hayaline kapılan Ankara hükümeti..." (s.15). Revizyonizmin
zincirleme mantığının vardığı sonuç budur! Ve bu tez, sadece M. Belli’ye has
değildir, Aren-Boran ve TKP revizyonistleri de başta Sovyet revizyonistleri gelmek
üzere bütün modern revizyonistler de aynı boruyu üflüyorlar! Bunlar günümüzde de
devrimin (!) bu yolla ???gerçekleşeceğini savunuyorlar! "Asker, sivil, aydın
zümre" iktidarı alacak, artık dünyada sosyalizm (gerçekte sosyal emperyalizm
kastediliyor) güçlü olduğu için, bunlar kapitalist kalkınma yolunu değil,
kapitalist olmayan kalkınma yolunu tutacaklar ve ülkemiz tıpış tıpış sosyalizme(!)
ulaşacak! İşte bu "devrim" yolu anlayışına sahip olanların, Kemalist
harekete yönelttikleri "devlet eliyle milli burjuva yaratmak" eleştirisi,
Program Taslağı’na da bulaşmıştır. "Devlet
eliyle milli burjuva yaratmak" tahlili, Kemalist hareketin yanlış bir tahlilinden
ve sakat bir devrim(!) anlayışından doğduğu gibi, Leninist devlet teorisinin de
inkârıdır. Devlet, hâkim olan sınıfın veya sınıfların baskı ve sömürü
aracıdır. Devlet gücünü elinde tutan sınıf, onu, kendi sınıf amaçları için
kullanır. Yeni bir sınıf yaratmak için değil! Devlet gücünün, onu elinde tutanlar
tarafından, bir başka sınıf veya zümre yararına kullanıldığını iddia etmek,
devletin sınıfsal karakterini unutmak, devletin tarihi rolünü ve fonksiyonunu unutmak,
ona sınıflar dışı veya sınıflar üstü bir karakter izafe etmek olur. "10....
Halkımız üzerindeki burjuva diktatörlüğü, yurdumuzu giderek emperyalist
boyunduruğuna teslim etti. Feodal ağalarla ittifak kuran büyük burjuvazi, Kürt
halkına karşı da milli baskı ve eritme politikası uyguladı. "17.
‘Milli burjuva yaratma’ politikasıyla semiren yeni Türk burjuvazisinin içinden
çıkan işbirlikçi büyük burjuvazi, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından
itibaren hızla gelişti ve emperyalizmle işbirliğini adım adım yoğunlaştırdı. "18.
Amerikan emperyalizmi, ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra Truman Doktrini ve Marşal
Planı ile, ‘askeri ve ekonomik yardım’ adı altında yurdumuz üzerindeki
boyunduruğunu ağırlaştırdı. Savaş sırasında vurgunculukla palazlanan büyük
burjuvazi, uluslararası sermayenin kanatları altına iyice girdi ve savaş
yıllarındaki yüksek tarım fiyatı politikasıyla gelişmiş olan toprak ağalarıyla
ittifakını güçlendirdi. Bu gerici ittifak, kendini CHP’nin devlet kapitalizminin
bürokratik kösteklerinden kurtarmak için DP’ye ağırlık vererek, iktidarını, bu
partiyle devam ettirdi." Milli
burjuva önderliğinde, Kurtuluş Savaşı’yla sultanlığın ve komprador burjuvazinin
yıkılması—milli burjuvazi iktidarı dönemi—, milli burjuvazinin içinde
"milli burjuvazi yaratmak politikasıyla" işbirlikçi büyük burjuvazinin
türemesi—işbirlikçi büyük burjuvazinin emperyalizmle işbirliğine girişmesi ve
feodalizmle ittifak kurması—, sonra bu gerici ittifakın DP’yi kurması ve
iktidarını bu partiyle sürdürmesi: Tezler bunlar. Bu
tezler, birinci olarak, Kemalist burjuvazinin, Kurtuluş Savaşı’nın başından
itibaren toprak ağalarıyla ittifak halinde olduğunu, gözlerden saklamaktadır. İkinci
olarak, Kemalist iktidarı siyasi bakımdan bağımsız milli burjuva iktidarı olarak
görmektedir. Kemalist Türkiye’nin iktisadi bakımdan yarı-sömürge, siyasi bakımdan
yarı-bağımlı olduğunu, yani Türkiye’nin başından itibaren emperyalizmin
boyunduruğu altında olduğunu görmemektedir. Yani komprador burjuvaziyle toprak
ağaları diktatörlüğü altında olduğunù gözlerden saklamaktadır. Üçüncü
olarak, Taslak komprador burjuvazi ve toprak ağaları ittifakını tek ve homojen bir
cephe olarak görmektedir. Bu gerici ittifak, önce CHP içinde gerçekleşiyor (ne zaman
gerçekleştiği belli değil), sonra DP’de devam ediyor. Dördüncüsü,
Kemalist burjuvazinin, kendi hizmetinde devlet tekelleri kurması, bu tekeller yoluyla
rekabeti geniş ölçüde ortadan kaldırarak halk kitlelerini soyup soğana çevirmesi,
bu yolla büyük servetler ve sermayeler yığması, "devlet eliyle milli burjuva
yaratma" olarak değerlendirilmektedir. Modern revizyonistlerin bu konudaki tezleri
aynen benimsenmektedir. Kemalist
devrim, bu devrimin sınıf karakteri, sonuçları, Kemalist Türkiye’de hâkim olan
sınıflar, bu sınıflar arasındaki mücadele vb. hakkındaki görüşlerimizi ayrı bir
yazıda toparladık. Burada, söz konusu yazının belli başlı noktalarını
özetlemekle yetiniyoruz. 1. Kemalist
devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki
sanayi burjuvazinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir.
Ülkemizin
tarihi gerçekleri bunlardır. "19.
1950’den sonra emperyalist sanayinin Türkiye’de de daha dolu dizgin at
oynatması..." Doğrusu
şöyledir: 1950’den sonra ABD emperyalizminin Türkiye’de dolu dizgin at oynatması
çünkü 1950’den sonranın özelliği, emperyalist sermayenin daha dolu dizgin at
oynatması değil, ABD emperyalizminin Türkiye’ye hâkim olmasıdır. ABD
emperyalizminin bu yıllarda Türkiye’ye soktuğu sermayenin, önceki yıllarda
Türkiye’ye sokulan emperyalist sermaye nisbetle çok daha fazla olduğu da doğrudur.
Bu da işin ikinci yönüdür. Gerek bu maddede, gerekse bundan sonraki maddelerde hep
"emperyalizm" kelimesi kullanılıyor! Bu ifade, emperyalizmin Türkiye’de
çok öncelerden beri hâkim olduğunu gizliyor! "Emperyalizm" yerine, "ABD
emperyalizmi" denmelidir. "Hareketimiz,
ihtilâlci işçi sınıfı hareketinin gerçek mirasçısıdır". (abç). "12....
TKP, işçi sınıfımızın ihtilâlci hareketini yurt çapında kucakladı..."
(abç). "İhtilâlci
işçi sınıfı hareketi" veya "işçi sınıfımızın ihtilâlci
hareketi"nden kasıt komünist harekettir. Burada,
komünist kavramının kullanılmasından titizlikle kaçınıldığını görüyoruz.
Komünist kavramına karşı aynı soğuk tutum, partinin adı konusunda da gösteriliyor.
Bu 1920’lerde şefik Hüsnü’lerin bulunduğu noktadan bir adım geri atmaktır. Bu,
halkımızın bazı geri kesimleri üzerindekı gerici şartlandırmalara boyun eğmektir.
Bunları ileri çekmek yerine, kendini bunların durumuna uydurmaktır. İkinci
olarak, "İhtilalci işçi sınıfı hareketi" tabiri, komünist hareketi
değil, işçi sınıfının kitlevi hareketlerini akla getirmektedir. O zaman, sanki TKP
kurulur kurulmaz ülke çapında, işçi sınıfının bütün kitlevi hareketlerine,
gösterilerine vs. önderlik edecek hale gelmiş gibi bir anlam çıkmaktadır. Seçilen
ifade bu bakımdan da mahzurludur. "12....
Bütün dünyada olduğu gibi yurdumuzda da işci sınıfımız, kendi Leninist partisini
kurdu... TKP, işci sınıfımızın ihtilâlci hareketini yurt çapında kucakladı ve
uluslararası proletaryanın Türkiye’deki öncü müfrezesi olarak mücadeleye atıldı
(abc,). "13.
TKP, Milli Kurtuluş Savaşı’na var gücüyle katıldı. Türkiye komünistleri,
halkın safında fedakârca çarpıştılar, milli ihtilâlin, işcilerin ve köylülerin
menfaatleri yönünde ilerlemesi icin mücadele ettiler. Fakat TKP, Kurtuluş
Savaşı’nda işçi ve köylüleri teşkilatlayıp parti önderliğinde halkın silahlı
gücünü yaratmayı başaramadı. "14.
TKP, Kurtuluş Savaşı yıllarından sonra burjuva iktidarının ağır baskı ve
takibini alt edemedi. Marksizm-Leninizmi yurdumuz şartlarıyla yaratıcı bir şekilde
kaynaştırıp emekçi yığınlar içinde kök salmayı başaramadı ve işci-köylü
yığınlarını silahlı mücadele yolunda seferber edemedi. "Bununla
beraber Şefik Hüsnü ve Mustafa Suphi gibi komünizm davasına sadık fedakâr
önderlerin yönettiği TKP, her türlü baskıya göğüs gererek proletaryanın
bayrağını daima yüksek tutmaya çalıştı; Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı gibi
önderlerini bu uğurda şehit verdi; Marksizm-Leninizm’e ve proleter
enternasyonalizmine daima bağlı kaldı; oportünizmle ve Troçkizm gibi ihanet
akımlarıyla durmadan mücadele etti ve halkımıza hizmet yolunda yılmadı. "15.
Leninist örgütlenme esaslarını uygulamadığı için 1951’de çökertilen TKPnin
yönetimi, 1960’dan sonra Yakup Demir revizyonistleri tarafından gaspedildi. Parti
bundan sonra yurtdışında Kruşçev-Brejnev modern revizyonist kliğinin kuklası bir
burjuva kulübü haline getirildi. "...
Bu burjuva kulübünün, taşımakta olduğu ‘TKP’ adıyla gerçekte hiç bir ilgisi
yoktur. Çünkü Yakup Demir revizyonist kliği, TKP’nin devrimci geçmişine ihanet
eden, komünizm adı altında revizyonizmi savunan ve burjuvazinin menfaatlerini güden
bir sahtekârlık şebekesidir. "16.
Hareketimiz, uluslararası proletaryanın büyük önderleri Marks-Engels-Lenin ve
Stalin’in ihtilâlci yolunda mücadele vermiş olan Şefik Hüsnü’lerden
devraldığı kızıl sancağı, Türkiye işçi ve köylülerinin elinde daha yükseklere
kaldırmak azmini bütün halkımıza açıklar. "Hareketimiz...
TKP’nin devrimci geçmişinin gerçek mirasçısı olduğunu ilân eder." TKP
hakkında, Program Taslağı’nda söylenen şeyler bunlar. Bu görüşlere birkaç
bakımdan katılmıyoruz. Bir
kere Taslakta, TKP hakkında ileri sürülen görüşler, akıl almaz çelişkilerle
doludur. Yuvarlak ve demagojik ifadeler bir yana bırakılırsa, TKP hakkında söylenen
olumlu şeyler, onun "mükemmel bir komünist hareket" ilân edilmesine yeter de
artar bile. "Leninist bir örgüt" olmak, "Marksizm-Leninizm’e bağlı
kalmak", "proleter enternasyonalizmine daima bağlı kalmak",
"oportünizm ve Troçkizm gibi ihanet akımlarıyla durmadan mücadele etmek",
son derece mükemmel bir komünist hareketin nitelikleridir. Fakat,
yine Program Taslağı’na göre, TKP’ni oportünist ve revizyonist bir parti ilân
etmemek mümkün değildir. "Marksizm-Leninizmi yurdumuz şartlarıyla yaratıcı bir
şekilde kaynaştıramamak", "yığınlar içinde kök salmayı
başaramamak", otuz küsur yıllık legal ve illegal faaliyet dönemi boyunca
"yığınları silahlı mücadele yolunda seferber edememek ve halkın silahlı
gücünü yaratamamak", "Leninist örgütlenme esaslarını uygulamamak" ve
bütün bunlardan dolayı da "çökertilmek", su katılmamış bir revizyonist
hareketin nitelikleridir. Bir
parti, bir yandan revizyonizmin ve oportünizmin bütün hastalıklarıyla sakatlanmış
olacak, öte yandan, bu parti "Marksizm-Leninizme bağlı kalmış" olacak,
"oportünizmle mücadele etmiş" olacak, "Leninist parti" olmakta
devam edecek. Bu, en hafif deyimi ile, Marksizm-Leninizmin ne olduğunu, oportünizmin ne
olduğunu, Leninist partinin ne olduğunu anlamamaktır. "Ülke şartlarıyla
kaynaşmayan", ondan kopuk bir "Marksizm-Leninizm"! "Yığınlar
içinde kök salmayı başaramayan", "Leninist örgütlenme esaslarını
uygulamayan", "teori ve pratiği kaynaştıramayan" bir-"Leninist
parti"! Çoğu zaman halkın silahlı mücadelesi için şartların son derece
elverişli olduğu otuz küsur yıllık mücadele döneminde, "yığınları silahlı
mücadele için seferber edememek ve halkın silahlı gücünü yaratamamak",
"teori ile pratiği kaynaştıramamak", "yığınlar içinde kök
salamamak", "Leninist örgütlenme esaslarını uygulamamak", "burjuva
iktidarların ağır baskı ve takibini alt edememek" ve "çökertilmek";
buna rağmen "oportünizmden" azade olmak, üstelik "oportünizmle durmadan
mücadele etmiş" olmak! Bunlar aklın alacağı sey değildir. Miras hesaplarıyla
bu dendi vahim çelişkilere düşmek, bir komünist harekete
asla yakışmaz! TKP
hakkında, şahsi görüşlerim şunlardır: TKP, M. Suphi yoldaşın önderliği
altındayken Leninist bir partiydi. M. Suphi yoldaşın Kemalistler tarafından hunharca
katledilmesinden sonra, partinin önderliği revizyonistlerin eline geçmiştir. Şefik
Hüsnü, otuz yıllık önderliği boyunca, revizyonist bir çizgi izlemiştir. Şefik
Hüsnü’nün önderliğindeki TKP, bir müddet, Türkiye’de devrimi "sosyalist
devrim" olarak tespit etmiş ve bunu da Kemalist iktidardan beklemiştir. Daha sonra
"sosyalist devrim" şiarından vazgeçmiş, fakat bu kez de aynen Menşeviklerin
mantığıyla, Kemalist iktidarın demokratik devrimin görevlerini tamamlamasını ve
sosyalist devrim için yolu düzlemesini beklemeye koyulmuştur. TKP, köylülerin
devrimci rolünü reddetmiştir. İşçi sınıfı önderliğinde, köylülere dayanarak
demokratik halk devrimini başarmayı ve durmadan sosyalizme gecmeyi, yani Marksist
Leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisini reddetmiştir. Ülkemizin
somut gerçeği ile Marksizm-Leninizm’in teorisini birleştirememiştir. İşçi-köylü
ittifakı yerine, sürekli olarak burjuvaziyle ittifakı ön plana çıkarmıştır.
Silahlı mücadele yolunu reddetmiştir. Kemalist iktidara kölece bir bağlılık
göstermiştir. Refik Saydam hükümetini destekleyecek kadar Marksizm-Leninizm’den
uzaklaşmıştır. Kemalist iktidarın, bütün azınlık milliyetlere, özellikle Kürt
milletine uyguladığı amansız milli baskıyı, hatta kitle katliamlarını tasviple
karşılamıştır. Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonraki otuz yıllık dönemde
TKP, bir reform partisi olmaktan ileri gidememiştir. Şefik Hüsnü’nün yazıları,
Marksizm-Leninizm’in alfabesi sayılacak en ilkel gerçekleri bile çiğnemektedir (Bak:
Seçme Yazılar, S. Hüsnü, Aydınlık Yayınları). TKP’nin
çökertilmesi, revizyonist çizgisinin kaçınılmaz sonucudur. Yakup Demir, Mihri Belli,
Hikmet Kıvılcımlı gibi kaşarlanmış revizyonistlerle Mustafa Suphi yoldaşın
ölümünden sonra TKP’nin izlediği çizgi arasında hiçbir fark yoktur. Gerek
ideoloji ve politikası itibarıyla, gerekse örgütsel olarak TKP, Y. Demir, M. Belli, H.
Kıvılcımlı revizyonistlerinde devam etmektedir. Yakup Demir kliği, Mustafa Suphi
yoldaşın önderliğindeki TKP’nin çizgisine gerçekten ihanet etmiştir, ama
TKP’nin daha sonraki çizgisini olduğu gibi devam ettirmektedir. TKP
mirasçılığı havada bir iddiadır. Bir komünist hareket, M. Suphi yoldaşın
önderliğindeki TKP’nin mirasçısı olur, TKP saflarındaki militan
işçi-köylü-aydın üyelerin kafalarında ve yüreklerinde taşıdıkları komünizm
davasına derin inancın mirasçısı olur ama, TKP önderliğinin revizyonist çizgisinin
mirasçısı olamaz. Program
Taslağı, "ne şiş yansın, ne kebap" mantığıyla kaleme alınmıştır. "20....
Gerici parlamentoyu bir hâkimiyet aracı olarak kullanan emperyalizm ve
işbirlikçileri..." Yukarıdaki
ifade, Marksist-Leninist devlet teorisine tamamen aykırıdır. Çünkü "emperyalizm
ve işbirlikçilerinin" "hâkimiyet aracı", "parlamento" değil,
devlet cihazıdır. Parlamentonun varlığı veya yokluğu, hakimiyet aracı olan devlet
cihazının varlığı veya yokluğu demek değildir; bu devlet cihazının şu veya bu
biçimde olması demektir, yani??? parlamento hakimiyet aracı olan devletin biçimiyle
ilgili bir kurumdur. Nitekim hakım sınıflar, parlamentoyu bir kenara fırlatıp
attıkları zaman da hakimiyetlerini devam ettirirler, hakimiyet araçlarını bir kenara
fırlatıp atmış olamazlar. Sadece, onun biçimini değiştirmiş olurlar. Parlamentonun
özü ve fraksiyonu nedir, bunu Lenin yoldaştan öğrenelim: "Belirli
bir süre için parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi bö1ümünün ayaklar
altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek: Sadece mesruti parlamenter
monarşilerde değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek
özü budur" (Devlet ve İhtilâl, S. 61) "Amerika’dan
İsviçre’ye Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb kadar her hangi bir
parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl devlet işleri hep kulislerde yapılır; bu
işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay heyetleri tarafından yürütülür.
Parlamentolarda, sadece ‘saf halkı’ aldatmak ereğiyle, gevezelikten başka bir şey
yapılmaz. Bu o kadar doğrudur ki, burjuva-demokratik cumhuriyeti olan Rus
Cumhuriyeti’nde bile, hatta gerçek bir parlamento kuracak zamanı bile bulmadan önce,
parlamentarizmin bütün bu kusurları hemen ortaya çıktı (age, S. 62). Demek
ki, en demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile, parlamentonun hâkim sınıflar
tarafından bir köşeye fırlatılması, iki şeyi değiştirecektir: Birincisi,
"bir süre için, parlamentoda, halkı yönetici sınıfın hangi bölümünün
ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek" imkânı ortadan
kalkacaktır. ikincisi de, hâkim sınıfların temsilcileri, artık
"parlamentolarda... ‘saf halkı’ aldatmak ereğiyle, gevezelik"
yapamayacaklardır. Ama, hâkim sınıfların hakimiyet araçları ortadan
kalkmayacaktır. Komünistler,
elbette, "baskı biçiminin şöyle ya da böyle olmasının, proletarya bakımından
önem taşımadığını" değişmezler; "Sınıf
mücadelesinin ve sınıfları baskı altında tutmanın daha geniş, daha serbest, daha
özgür bir biçimi[nin], proletaryanın, genel olarak sınıfların ortadan kalkması
için yürüttüğü mücadeleyi önemli derecede kolaylaştıracağını"
bilirler (age, S. 103). Bu nedenle, "özellikle şartların- devrim için uygun
olmadığı durumlarda, burjuva parlamentarizmi ‘ahır’ından yararlanırlar",
"ama aynı zamanda, parlamentarizmin gerçekten proleter ve devrimci bir
eleştirisini yapmayı da bilirler" (age, S. 61). Biz,
konuyla ilgili olmadığı için özel olarak Türkiye’de parlamentarizmin mahiyeti ve
ondan yararlanılıp yararlanılmayacağı üzerinde durmuyoruz. Program
Taslağı, parlamentonun özünü ve fonksiyonunu kavrayamamış, "gerici
parlamento" dediği şeyi, bizzat devlet cihazının yerine koymuştur. Taslağa
göre, parlamentonun mevcut olmadığı bir faşist diktatörlüğü, artık hâkim
sınıfların "hâkimiyet aracı"nın yani devlet cihazının bulunmadığı (!)
bir sistem olarak görmek gerekir ki, Marksist-Leninist devlet teorisi açısından
tamamen yanlış, pratik mücadele açısından da son derece zararlıdır. "20....
Türk askeri, kurtuluş savaşı veren Kore halkına karşı... savaşa sürüldü." Buradaki
"Türk askeri" tabiri iki bakımdan yanlıştır. Birincisi,
savaşa sürülenler sadece "Türk" olan askerler değildir, hatta çoğunlukla
"Türk" değildir. Türk hâkim sınıfları, Kore’ye gönderilenlerin
azınlık milliyetlerden ve en çok da Kürtlerden seçilmesine özellikle dikkat
göstermiştir. Türk şovenizmi ve milli baskı bu konuda da kendini göstermiştir.
Doğu Anadolu’nun Kürt köylülerinden birçoğunun Kore’ye gidip dönmediğini,
bizzat köylülerden dinledik. İkincisi,
"Türk askeri" tabiri ile Programda anlatılmak istenen şey, anlatılamıyor!
Esas belirtilmek istenen şey, bizim emekçi halkımızın, emperyalistlerin ve
uşaklarının menfaatleri uğruna, haklı bir dava için çarpışan başka bir halkın
üzerine sürüldüğüdür; bir halka, başka bir halkın kırdırılmak istendiğidir.
Taslağı kaleme alan arkadaşın, bunu belirtmek isteyip istemediğini bilmiyorum ama,
bence bu belirtilmelidir. Oysa, "asker" tabiri bu fikri ifade etmiyor; gerici
orduyu ve genel olarak bu ordunun mensuplarını hatırlatıyor. Bunun yerine, "silah
altına alınan emekçiler..." veya "Türkiye emekçileri..." veya
"Türkiye’nin işçi ve köylüleri..." gibi bir ifade kullanmak, her iki
bakımdan da daha doğru olurdu. "20....
emperyalizm ve işbirlikçileri, halk yığınlarına boyun eğdirmek için kendi
çöküşlerinin çürüyen ideolojisini ve kültürünü yaydılar..." (çöküşün
ideolojisi ve kültürü olmaz. İdeoloji ve kültür, emperyalizm ve
işbirlikçilerinindir. Bu ideoloji ve kültür, çöküşün ifadesi olabilir;
çöküşü yansıtabilir vs. "Kendi çöküşlerinin ifadesi olan çürüyen
ideolojisini..." veya "kendi çöküşlerini yansıtan çürüyen
ideolojisini..." gibi bir ifade kullanılmalıydı. O zaman ifadenin dil ve mantık
bakımından bir anlamı olurdu. "21.
Halk yığınlar üzerindeki baskı ve sömürüyü her geçen gün şiddetlendiren siyasi
ve iktisadi buhran, Amerikan uşağı DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla
sonuçlandı." Birincisi,
"halk yığınları üzerindeki sömürü ve baskıyı şiddetlendiren",
"buhran" değil, DP iktidarıdır; "buhran", bu baskı
ve sömürünün şiddetlenmesine yol açar, şiddetlenmesini zorunlu kılar, DP
iktidarını şiddetlendirmeye zorlar vs. İkincisi,
"DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla" buhran
sonuçlanmamıştır. Eğer 27 Mayıs bugünkü sistemin buhranını sona erdirecek
kerameti gösterseydi, bu bütün işçi sınıfı devrimcileri için yıkım, bütün
gericiler için de bayram olurdu. Hatta orta burjuvazi bile, "sosyalizm" belası
olmadan da, sistemi kazasız belasız devam ettirmenin yolu bulunduğu için, kendi
reformist ütopyalarını bir bayrak gibi dalgalandırarak "zafer! zafer!" diye
haykırırdı! Sömürücü sınıflar, Marks’ın, Engels’in, Lenin’in
,"kehanetlerinin" suya düştüğünü yüksek sesle bütün dünyaya ilân
ederlerdi! Bütün gericiler, 27 Mayısı kendilerine örnek edinirlerdi! Şükür
ki, 27 Mayıs böyle bir keramet gösteremedi; buhran sonuçlanmadı. Bugün de, bütün
şiddetiyle devam ediyor. Üretim araçlarının mülkiyeti bir avuç sömürücü
azınlığın elinde bulunduğu müddetçe de, ne iktisadi buhran, ne de onun sonucu olan
siyasi buhran sonuçlanacaktır. Buhrana son verecek olan, muzaffer bir halk devrimidir.
27 Mayıs’ta buhranın sonuçlandığı iddiası, M. Belli, D. Avcıoğlu gibi sosyalizm
maskeli burjuvalara yakışır. Onlara göre, eğer 27 Mayıstan sonra ordu iktidarı
elinde tutsa ve seçimlere gitmeseydi, artık Türkiye’de buhran muhran olmazdı (!). 12
Mart Muhtırası’na da lüzum kalmazdı (!). Subaylar bunların parlak fikirlerini
hesaba katmadıkları içindir ki, buhrandan ve karışıklıklardan kurtulamıyorlar (!).
Sistemin temellerini muhafaza etmek, fakat öte yandan, onu bütün hastalıklarından,
iç çelişmelerinden kurtarmak! Orta burjuva reformcularına yakışacak gerici bir
ütopya! Program Taslağı’na da, onlardan miras kalmış. "21...
27 Mayıs hareketine karakterini veren orta burjuvazi, emperyalizme başından teslim
olmuştu. İktidarı işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktı.
Tarih bir kere daha gösterdi ki, emperyalizm ve işbirlikçilerinin iktidarını yıkacak
biricik güç, proletarya önderliğinde halkın teşkilatlı gücüdür. "Bununla
beraber, 27 Mayısın getirdiği 1961 Anayasası ile halkımız, sınırlı da olsa bazı
demokratik haklar kazandı ve devrimci fikirlerin hızla yayıldığı elverişli ???bir
ortam doğdu." 27
Mayısa orta burjuvazinin katıldığı doğrudur. Ama bu harekete "karakterini
veren" sınıfın orta burjuvazi olduğu asla doğru değildir. Çünkü,
"karakterini veren"`sınıf ifadesiyle, harekete önderlik eden ve iktidarı ele
geçiren sınıf kastediliyor. "İktidarı işbirlikçi büyük
burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktı" dendiğine göre, 27 Mayıs darbesinden
sonra iktidarı "orta burjuvazi ele almıştır." Öyle ya, bırakabilmesi için
eline alması lazım. 1965’de
AP’nin tek başına iktidara gelmesiyle, orta burjuvazinin iktidardan
indiği`kastediliyorsa, MBK iktidarın ve koalisyon hükümetlerinin orta burjuvaziyi
temsil ettiği kabul ediliyor demektir. Eğer, koalisyon hükümetleriyle birlikte orta
burjuvazinin iktidarının sona erdiği kastediliyorsa, MBK iktidarının orta burjuvaziyi
temsil ettiği kabul ediliyor demektir. Gerçekte ise, gerek MBK iktidarı dönemi,
gerekse koalisyon hükümetleri dönemi, komprador büyük burjuvazinin ve toprak
ağalarının iktidarda olduğu dönemdir. 1950’de
iktidardan düşen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği, DP
iktidarının kendisine de yönelen faşist baskıları karşısında,
"demokrasi" havariliğine çıkmış, orta burjuvazinin ve gençliğin bu
yöndeki atılımını bir kaldıraç gibi kullanarak, 1960’da iktidarı tekrar ele
geçirmiştir. Kitlelere yol gösterecek komünist bir önderlik olmadığı için,
halkın muhalefeti, gerici kliklerden bazen birinin, bazen diğerinin peşine takılmış
ve çarçur edilmiştir. CHP’ye hâkim olan komprador büyük burjuvazi ve toprak
ağaları kliği, iktidarı ele geçirdikten sonra, 27 Mayıs hareketi içinde önemli bir
rol oynayan orta burjuvaziyi birdenbire karşısına almayı doğru bulmamıştır; orta
burjuvazinin, 27 Mayıs Anayasasına da giren bazı sınırlı demokrasi taleplerini
bu nedenle kabul etmiştir 27 Mayıs hareketine önderlik eden ve sonunda iktidarı ele
geçiren sınıf, CHP’ye hakim komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları
kliğidir. Orta burjuvazi onun peşinde yedek kuvvet olarak yer almıştır. Bizce
27 Mayıs hareketinin doğru tahlili budur. "22
İşçi sınıfımız, Amerikancı AP iktidarına, patronlara ve Amerikan uydusu sarı
sendikacılığa karşı verdiği sayısız mücadelede yiğitlik destanları yazdı 15-16
Haziran 1970’de isçi sınıfımızın şahlanan mücadelesi patronların yüreğine
korku saldı... Kozlu maden ocağında Mehmet Çavdar’ı, Gamak Fabrikasında Şerif
Aygül’ü ve daha nice yiğitleri şehit verdik." Birincisi,
revizyonist-reformist TİP’in kontrol ettiği DİSK yöneticilerinin, işçi
sınıfımızın devrimci mücadelesini reformizme batırdıkları da kısaca teşhir
edilmeliydi. DİSK’le barış politikası, yani işçi sınıfı saflarındaki
reformizmle barış politikası, öteden beri sürüp gelen bu politika, Program
Taslağı’na da bulaşmış. Sıkıyönetimden sonra girdiğimiz yeni dönemde, eski
dönemin yadigarı olan bu tür pislikleri, ne yazık ki sırtımızdan hala
atamamışız. İkincisi,
Programda ölen işçilerin isimlerinin sayılması çok gereksiz bir şey. Bunlar
Programı zayıflatır. Daha aşağıda da ölen gençlerimizin isimleri sayılmış. O da
gereksiz. Her gecen gün işçi, köylü, genç, aydın yeni arkadaşlar eksilecek
aramızdan. Program, durmadan bunların gerisinde kalacak. Bunları tek tek Programa
koymaya imkân ve ihtimal yok! Bunun faydası da yok! Aksine zararları olabilir. Neden
filân isim var da, şu isim
yok gibi, kısır, verimsiz, tatsız tartışmalara yol açabilir. Ayrıca, daha
ayrıntılı bir açıklamanın imkânsız olduğu bir programda, her saftan, komünist,
revizyonist ,anarşist bütün saflardan isimlerin yan yana yer alması sadece kitlelerin
bilincini bulandırmaya, onların hepsini bir ve aynı hareketin unsurları olarak
görmelerine yol açar. Eğer her saftan kişiyi peş peşe sıralamakla, bunlara sempati
duyan herkesin desteğinin kazanılacağı hesaplanıyorsa, bu basit bir politika oyunudur
ve insanın ayağına dolaşır. Emperyalizme ve gericiliğe karşı dövüşürken ölen
herkes saygıya değerdir. Ama bu, bunların içindeki revizyonist ve anarşist unsurlarla
komünistler arasına bir çizgi çekmemize asla yol açmamalıdır. Yoksa, daha da
saygıya değer olan komünizme, halkın kurtuluşu davasına saygısızlık edilmiş
olur. Ferdinand Lassalle’in Alman gericileri tarafından öldürülmesi, Marks’ın ve
Engels’in onu eleştirmesine engel olmadı. Hem de Lassalle, o yıllarda Alman
işçilerinin elinde bayrak olduğu halde. Değil Lassalle’in programda isminin gecmesi,
onu yücelten bir marşın parti marşı olmasına bile karşı çıkıyorlar. Engels
Bebel’e yazdığı bir mektupta: "Lassalciler hiç bir fedakârlıkta
bulunmadılar, muhafaza edebildikleri her şeyi muhafaza ettiler. Zaferlerini tamamlamak
için de, siz parti marşı olarak, Audorf’un Lassalle’i yücelttiği o kafiyeli ahlak
dersi veren boş cümlelerini kabul ettiniz" diyor. Kaldı
ki, ölülere övgünün de, sevginin de, saygının da, eleştirinin de yeri parti
programı değildir. Bunun için özel broşürler çıkarılabilir, bildiriler
dağıtılabilir, parti organlarında yazılar yazılabilir. Programı bir merasim
meydanına çevirmenin bir gereği yoktur! "10....
Feodal ağalarla ittifak kuran büyük burjuvazi, Kürt halkına karşı da milli baskı
ve eritme politikası uyguladı." "25.
Yurdumuzda yaşayan altı milyon nüfuslu Kürt halkı, burjuva ve toprak ağası
iktidarların ağır milli baskı ve eritme politikasına karşı mücadele bayrağını
kaldırdı. Amerikancı iktidarların Kürt halkını yıldırmak için giriştiği en
ağır zulüm ve işkencelere göğüs gerdi. Kürt halkının demokratik haklar,
milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin için giriştiği mücadele hızla
güçlenmektedir. Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri bu mücadeleyi destekliyor.
Türkiye halklarını birbirine düşman etmek ve ezmek
amacını güden emperyalizmin ırkçılık politikası iflas etmekte ve halkları devrim
yolunda birleştiren bağlar sağlamlaşmaktadır." "52.
Hareketimiz, Kürt halkının kendi kaderini tayin ve isterse ayrı bir devlet kurma
hakkını tanıdığını açıklar. "Hareketimiz...
Kürt halkının kaderinin Kürt işçi ve köylülerinin menfaati yönünde tayin
edilmesi için çalışır. "Hareketimiz,
Kürt ve Türk halklarının devrimci birliği ve kardeşliğine düşmanlık güden her
milliyetten gerici hâkim sınıflarla ve onların bölücü politikalarıyla mücadele
eder." 1)
"Milli baskı ve eritme politikası"!
İlk önce "milli baskının" tümünden, sonra da milli baskının bir
parçası olan "eritme" politikasından söz etmek ve bu ikisini bir ve ile
birleştirmek gramere ve mantığa aykırıdır. 2)
Milli baskı, sadece Kürt halkına karşı değil, burjuvazisi de dahil Kürt
milletine karşı uygulanmaktadır. Ayrıca milli baskı, sadece Kürt milletine
değil, bütün azınlık milliyetlere uygulanmaktadır. Program Taslağı,
milli baskının sadece Kürt halkına uygulandığını ileri sürmekle, birinci olarak
diğer azınlık milliyetlerin demokratik mücadelesine gözlerini kapamıştır. İkinci
olarak da, şu iki yanlıştan birine düşmektedir: Ya bu Kürt halkı ifadesinin
kapsamına Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları da dahil sayılmaktadır; o
takdirde, baskılara karşı gelişen Kürt milli hareketinin burjuva-feodal karakteri
gözlerden saklanarak, milli hareketle işçi ve köylülerin sınıf hareketi bir ve
aynı görülerek, Kürt milliyetçilerinin çizgisine düşülmektedir. Ya da, Kürt
halkı ifadesinin kapsamına, Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları dahil
edilmemektedir; bu takdirde de Kürt burjuvalarının ve küçük toprak ağalarının
milli baskılara karşı giriştiği mücadelenin ilerici karakteri toptan reddedilmekte,
Türk milliyetçiliği çizgisine düşülmektedir. 3)
Milli baskının amacı, "Kürt halkını yıldırmak" olarak
gösterilmektedir ki, bu, doğru değildir; bu, sınıfsal baskının amacıdır.
"Halk yıldırma politikası", bütün gerici iktidarların, milliyetine
bakmaksızın bütün emekçilere karşı uyguladığı politikadır; Türk halkına da
uygulanan politikadır. Onun dışında, sadece Kürt halkı değil, bütün
Kürt milliyeti (bir avuç büyük feodal bey hariç), sadece
"yıldırmak".için değil, aynı zamanda daha esaslı bir amacı
gerçekleştirmek için de, "zulüm ve işkencelere" uğratılır. Bu amaç
nedir? Bu amaç en genel ifadesiyle, ülkenin bütün pazarlarının, maddi
zenginliklerinin vb... rakipsiz hâkimi olmaktır. Milli imtiyazlar sağlamak, devlet
imtiyazını elinde tutmaktır. Bu amaçla, azınlık milliyetlerin dilleri yasaklanır,
demokratik hakları gasp edilir, kitle katliamlarına girişilir vs. vs... Hâkim ulusun
burjuvazisi, "toprak bütünlüğünü" korumak, "dil birliğini
sağlamak" için, elinden geleni yapar. Azınlık
milliyetlerin, emekçilerine yapılan baskı böylelikle, katmerli bir nitelik kazanır.
Birincisi, emekçilerin kanını daha çok emmek için yapılan sınıfsal baskı;
ikincisi, milli amaçlarla azınlık milliyetin bütün sınıflarına yapılan milli
baskı. Program,
milli baskıyla sınıfsal baskıyı bir ve aynı şey olarak göstermekle, ya burjuvaziye
ve küçük toprak ağalarına karşı, Kürt işçilerinin ve diğer emekçilerinin
mücadelelerini örtbas etmektedir; ya da, Kürt burjuvalarının ve küçük toprak
ağalarının milli baskıya karşı mücadelesinin ilerici niteliğini inkâr etmektedir.
Birinci sonuç, Kürt milliyetçilerinin, ikinci sonuç, Türk milliyetçilerinin işine
yarar, ama her ikisi de Kürt ve Türk proletaryası ve emekçilerinin işine yaramaz. 4)
Program Taslağı’nda, emperyalizmin, "Türkiye halklarını birbirine düşman
etmek ve ezmek." amacıyla "ırkçılık politikası" güttüğü
söyleniyor. Emperyalizmin "Türkiye halklarını birbirine düşman etmek ve
ezmek" istediği doğrudur; ama bu amaçla ırkçılık politikası güttüğü
yanlıştır. Irkçılık politikası, burjuvazinin siyasi bakımdan en geri kesimlerinin
ve feodalizmin politikasıdır. Türk ırkçılığı, Türk burjuvazisinin siyasi
bakımdan en geri kesimlerinin ve Türk toprak ağaları sınıfının politikasıdır.
Kürt milletinin saflarında da ırkçılık politikası mevcuttur. Ve bu politika da,
Kürt burjuvazisinin siyasi bakımdan en geri kesimlerinin ve bir kısım Kürt feodal
beylerinin politikasıdır. Irkçılık politikasının kaynağı, sosyal temeli
içerdedir. Emperyalizm, menfaatlerine el verdiği yerde bu sınıfların ırkçılık
politikasını destekler, menfaatlerinin el vermediği yerde karşısına çıkar.
Türkiye’de ABD emperyalizmi, menfaatine el verdiği için, Türk ırkçılığını
kışkırtmakta ve desteklemektedir. Emperyalizmin
bizzat güttüğü ırkcılık politikası bambaşka bir şeydir. Emperyalist devletlerin,
küçük milletleri ve devletleri ezmeleri, içişlerine burunlarını sokmaları,
müdahalelerde bulunmaları, meselâ faşist Hitler köpeğinin, Alman ırkının dünyaya
hükmetmek için yaratıldığı zırvaları, ABD emperyalizminin ve Sovyet sosyal
emperyalizminin, küçük devletlerin ve milletlerin içişlerine
karışmaları, bütün bunlar da emperyalizmin ırkcılık politikasının
tezahürleridir. Program
Taslağı’nın yanlış formülasyon, yerli ırkçıların işine yarar. Çünkü,
onların ırkçılık politikasına karşı yürütülecek mücadeleyi göz ardı
etmektedir. 5)
Program Taslağı, "Kürt halkı", "ağır milli baskı
ve eritme politikasına karşı mücadele bayrağını
kaldırmıştır" diyor. Yine Program Taslağı, "Kürt halkının giriştiği
mücadele demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi
kaderini tayin içindir" diyor. Kürt
hareketi, her şeyden önce, bir milli harekettir; bir halk hareketi değil.
Onun için, milli baskılara karşı, "demokratik hakların",
"milliyetlerin eşitliği", "kendi kaderini tayin" için girişilen milli
hareketle, Kürt proletaryasının ve emekçilerinin, yani Kürt halkının
sınıf hareketini ayırdetmek gerekir. İkincisi,
hiç bir milli harekette, o milletin burjuvazisinin ve milli harekete katılan toprak
ağalarının talebi, MİLLİ BASKI’nın kaldırılması, DEMOKRATİK HAKLAR VE
MİLLİYETLERİN EŞİTLİĞİ talepleriyle sınırlı kalmaz. Bùrjuvazi vè milli
harekete katılan toprak ağaları, bu taleplerin daha da ötesine giderler. Onlar, kendi
lehine eşitsizlik ve imtiyaz isterler. Başka milletlerin demokratik haklarını kendi
lehine gasbetmek ister. Kendi pazarlarına ve maddi zenginliklerine, kendisi kayıtsız
şartsız hâkim olmak ister. Kendisinden daha zayıf ve güçsüz olanlara, milli baskı
uygulamak ister. Kendi milliyetine mensup proleterleri ve emekçileri, diğer milliyetlere
mensup emekçilerden ulusal çitlerle ayırmak ister. Proletaryanın ve demokratizmin
uluslararası kültürünün yerine, kendi milli kültürünü geçirmek ister, kendi
milliyetçiliğini güçlendirmek ister, kendi ulusal gelişmesi ve ulusal kültürü
için mücadele eder. Kendiliğinden olan, zora ve eşitsizliğe dayanmayan
"özümlenme"ye, milletlerin kaynaşması yönündeki tarihi eğilime karşı
çıkar vs. vs... Kürt milli hareketi içinde, bir kısım Kürt
burjuvazisinin ve onunla ittifak halinde olan bir kısım küçük toprak ağalarının,
yukardakilerine benzer gerici taleplerini ve emellerini görmemek mümkün değildir.
Program Taslağı, Kürt halkının sınıf hareketiyle milli hareketi karıştırdıktan
başka, Kürt milli hareketi içinde, bir kısım Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak
ağalarının kendi öz milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen eylemlerini de göz
ardı etmektedir. Komünist
hareket, bir devlet içindeki her milliyetten emekçi halkın sınıf hareketini kayıtsız
şartsız destekler ve buna önderlik eder. Yine komünist hareket, bir devlet içindeki
ezilen milliyetlerin ulusal boyunduruğa, ulusal eşitsizliğe ve imtiyazlara, devlet
kurma imtiyazına karşı giriştiği mücadeleyi kayıtsız şartsız destekler. Ama,
komünist hareket, ezilen milliyetlerin burjuvazisinin ve toprak ağalarının kendi
üstünlükleri için mücadelesini desteklemez; milli baskılara karşı mücadeleyi,
şeyhlerin, toprak ağalarının, mollaların vb... durumunun güçlenmesiyle
bağdaştırma çabasında olanlara karşı mücadele eder. Program Taslağı, komünist
hareketin bu görevini de, milli hareketi yanlış değerlendirmesi, halk hareketiyle
aynı şey olarak
görmesi sebebiyle göz ardı etmektedir. Üçüncüsü,
"kendi kaderini tayin için" mücadele, ayrı bir devlet kurmak için mücadele
demektir. Taslak Kürt halkının "kendi kaderini tayin için"
yani ayrı bir devlet kurmak için mücadele ettiğini söylüyor. Bu iki
bakımdan yanlıştır: Önce, ayrı bir devlet kurmak için mücadele, bugünkü
şartlarda, halk hareketi değil, milli hareket olur. İkincisi de, henüz Kürt milli
hareketi ayrı bir devlet kurmak için mücadele etmemektedir. Milli hareket içinde bazı
kesimler, bu yönde niyetler taşıyabilir. Bu ayrı bir şeydir, milli hareketin ayrı
bir devlet kurmak amacıyla yürütülmesi ayrı bir şeydir. Kuzey İrlanda’da bugün,
bizzat ayrı bir devlet kurma amacıyla yürütülen bir milli hareket vardır. Ama,
Türkiye’de böyle bir şey henüz ortaya çıkmış değildir. Türkiye’de, Kürt
milli hareketi "kendi kaderini tayin hakkı" için, yani ayrı
bir devlet kurma hakkı için mücadele ediyor. Ve biz bunu kayıtsız şartsız
destekliyoruz, her dönemde de destekleyeceğiz 6)
Program Taslağı, "Kürt halkının mücadelesini", yani "milli baskı ve
eritme politikasına karşı" mücadeleyi, "demokratik haklar, milliyetlerin
eşitliği ve kendi kaderini tayin için" mücadeleyi, "Türkiye’nin bütün
isçi ve köylüleri destekliyor" diyor. Tekrarlayalım:
. 5 Komünist
hareket, a) Kürt emekçi halkının sınıf hareketini kayıtsız şartsız destekler ve
ona önderlik eder. b) Komünist hareket Kürt milli hareketinde ilerici olan her şeyi,
milli baskıya, imtiyazlara, eşitsizliğe karşı yönelen her seyi destekler ve bu
mücadeleye de önderlik etmek ister. c) Komünist hareket, milli hareket içinde, Kürt
milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen eylemleri, istekleri vs... desteklemez ve buna
karşı mücadele eder. Program
Taslağı’nın yukarıdaki ifadesi iki bakımdan yanlıştır: Birincisi,
"Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri" bir yana, Türkiye’nin
sınıf bilinçli proletaryası dahi, "kendi kaderini tayin için", yani
ayrı bir devlet kurmak için mücadeleyi her şart altında desteklemez.
Komünist hareket, bu meseleyi her somut durumda, "sosyal gelişmenin ve sosyalizm
için proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar" ve
ona göre destekler veya desteklemez. İkincisi,
"Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri"nin, bugün Kürt milletinin en
haklı ve ilerici isteklerini dahi desteklediğini iddia edemeyiz. Bu, arzu edilen bir
şeydir ama gerçek değildir. Böyle bir iddia, Türk işçi ve köylüleri üzerindeki
Türk milliyetçiliğinin derin izlerini görmezlikten gelmek olur; böyle bir iddia,
Türk emekçileri üzerindeki hâkim ulus milliyetçiliğinin izlerine
karşı mücadele görevini unutmak olur. 7)
Program Taslağı, "hareketimiz... Kürt halkının kendi kaderini tayin ve isterse
ayrı bir devlet kurma hakkını tanıdığını açıklar" diyor. Birinci
yanlış şudur: Yine Kürt milletinin yerine Kürt halkı denmiştir.
Milletin kendi kaderini tayin hakkıyla, halkın kendi kaderini tayin haki tamamen farklı
şeylerdir. Milletin kendi kaderini tayin hakkı, ayrı bir devlet kurma hakkı anlamına
gelir. Oysa, halkın kendi kaderini tayin hakkı o halkın devrim yapma hakkı demektir.
"Halkın kendi kaderini tayin hakkı" formülasyonu, Lenin
yoldaşa karşı Buharin tarafından savunulmuştur, (Bak: Doğu’da Ulusal Kurtuluş
Hareketleri, S. 277-278). "Halkın kendi kaderini tayin hakkını" savunmak,
gerçekte, hâkim milletin devlet kurma imtiyazını savunmak demektir. Ve hâkim ulus
milliyetçiliğidir. İkincisi,
"Kürt halkının kendi kaderini tayin..." denmiştir. Cümle, bu haliyle
içinden çıkılamayacak derecede çapraşık ve mantıksız bir hal almıştır.
"Kürt halkının kendi kaderini tayin..." demek, Kürt halkının devrimi
demektir. Milli meseleyle ilgili bir program maddesinde, böyle bir şeyden
bahsetmek saçmalık olur. "...Kürt halkının kendi kaderini tayin (hakkını) ve
isterse..." denseydi, cümle gramer ve mantık bakımından biraz daha düzgün
olurdu. Üçüncüsü,
"kendi kaderini tayin hakkı", zaten "ayrı bir devlet kurma
hakıdır", başka bir şey değildir. Taslak, "kendi kaderini tayin
hakkı"nı, başka bir şeymiş gibi gösteriyor. Cümle eğer şöyle olsaydı
doğru olurdu: "Kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrı bir devlet kurma
hakkını..." Bu takdirde de yine "halk" yerine "millet" demek
gerekirdi. Program
maddesi, yukarıdaki haliyle şunu diyor: "Hareketimiz, Kürt halkının [devrim] ve
isterse ayrı bir devlet kurma hakkını tanıdığını açıklar" ve bu haliyle
Program, milli meseleye çözüm getirmek bir yana sadece saçmalamış oluyor. 8)
Program Taslağı, "hareketimiz... Kürt halkının kaderinin Kürt işçi ve
köylülerinin menfaati yönünde tayin edilmesi için çalışır" diyor. Bu
da, hiç bir şey dememiş olmaktır. "Kürt halkının" değil de, "Kürt
milletinin" denseydi, cümle yine saçma olurdu. Çünkü, bir milletin
"kaderinin tayin edilmesi" ifadesi, "tayin etme" işinin dışardan
yapılması anlamına gelir. Yani Kürt milletine, dışarıdan müdahaleyle "ayrı
bir devlet kurdurulması" anlamına gelir ki, bu, birinci olarak "Kürt
milletinin kendi kaderini tayin hakkının" açıkça yok edilmesidir. İkinci olarak
da, Program, Kürt milletinin ille de ayrı bir devlet kurmasını şart koşmuş olur ki,
bu da tamamen saçma bir şeydir. Kürt milleti, kendi kaderini tayin hakkını kullanır
veya kullanmaz, bu o milletin bileceği bir şeydir. Dışarıdan tespit edilemez. Ayrıca,
Kürt milletinin, ayrı bir devlet kurmak istemesi halinde, komünistler bunun, işcilerin
ve köylülerin menfaati yönünde olmasını elbette isterler. Ama, Kürt işçi ve
köylülerinin menfaatine aykırı bile olsa, Kürt milleti ayrı bir devlet kurmak
istiyorsa, komünistler onun karşısına asla güçlük çıkarmazlar, zor kullanmayı
kesinlikle reddederler ve Kürt milletinin ayrılma isteğine razı olurlar. Yukarıdaki
madde, bir yığın anlamsızlıklarla dolu. Ve sonuç olarak, Kürt milletinin kendi
kaderini tayin hakkını da ortadan kaldırıyor. 9)
Program Taslağı, "hareketimiz... her milliyetten gerici hâkim sınıflarla ve
onların bölücü politikalarıyla mücadele eder" (abç) diyor. "Bölücü
politika" tabiri, son derece sakat ve zararlıdır. Bu tabiri, hâkim sınıflar,
kendi şoven politikalarına karşı çıkan herkese yapıştırıyorlar ve
"bölücülüğü", "toprak bütünlüğünü bölmek", "ayrı
bir devlet kurmak" anlamında kullanıyorlar. Komünistler, her milliyetten
işçilerin ve diğer emekçilerin "birliğini" savunurlar. Toprakların
birliğini veya devletin birliğini, her milliyetten emekçilerin birliğine hizmet
ediyorsa savunurlar, etmiyorsa toprakların ve devletin bölünmesini, ayrılmasını
savunurlar. "Toprakların birliği" veya "devletin birliği" sloganı,
hâkim ulusun burjuvalarının ve toprak ağalarının sloganıdır. Komünistler, her
milliyetten "işçi sınıfının ve emekçi halkın birliği" şiarıyla,
"toprakların ve devletin birliği" şiarını birbirinden
kesin ve kalın çizgilerle ayırt etmek zorundadırlar. Yoksa, hâkim ulusun
milliyetçileriyle bir anda ayrı paralele düşüverirler. Bu durum da, çeşitli
milliyetlere mensup işçilerin ve emekçilerin birliğini kökünden baltalar. Program
Taslağı, "bölücü politika" ifadesini terk etmeli, hangi çeşit birlikten
yana olduğunu açıkça belirtmelidir. 10)
Taslakta yer alan, milli meseleyle ilgili yanlış olmayan, ama bir programda yer
almasına da gerek olmayan pasajlar üzerinde durmuyoruz. Özetlersek: a)
Program Taslağı diğer azınlık milliyetler üzerindeki milli baskıyı göz ardı
ediyor. b) Program Taslağı, Kürt hareketini bir milli hareket olarak değil, bir halk
hareketi olarak görüyor ve Kürt milliyetçiliğine taviz veriyor. c) Program Taslağı,
milli baskının sebeplerini yanlış tahlil ediyor. d) Program Taslağı, Türk işçi ve
köylüleri üzerindeki Türk milliyetçiliğinin derin izlerini görmezlikten geliyor. e)
Program Taslağı, "ulusların kendi kaderini tayin hakkını": Buharin’in
yaptığı gibi, "halkın kendi kaderini tayin
hakkı" şekline sokuyor; "kendi kaderini tayin hakkını", "ayrı bir
devlet kurma hakkından başka bir şey olarak görüyor; milli meseleyle ilgili
kavramları altüst ediyor; ve sonuç olarak Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını
ortadan kaldırıyor. Sonuç: Kürt
milliyetçiliğine taviz veren bir Türk milliyetçiliği! Program Taslağı’nın özü
budur. "26.
1960 -1970 arasında çeşitli oportünist akımlar, halkımızın mücadelesini tarihteki
köklerinden ve Marksizm-Leninizm’den koparmakta etken oldular. "TİP’in
oportünist yöneticileri parlamento yoluna saplandılar, reformculuğu savundular.
Burjuva yasalarına sığınarak emperyalizme boyun eğdiler ve partiyi eylemsiz bir
burjuva aydın kulübüne çevirdiler." "Tarihteki
kökler"in ne olduğunu ve M. Belli, H. Kıvılcımlı ve Y. Demir revizyonistlerinin
o "kökler"den ne derece "koptuklarını" gördük. Bu çürümüş
kökleri söküp atmak yerine, ona Mao Zedung Düşüncesi’ni aşılamaya
kalkışırsanız, sonuç, sıska gövdesi ve buruk meyvesiyle acayip bir ağaç olur.
Şimdi böylesi ağaçlara, uluslararası Marksist-Leninist literatürde "modern
revizyonizm" deniliyor. Yukarıdaki
ifadeden çıkan bir diğer anlam da, TİP’in "eylemsiz bir aydın kulübü"
olarak doğmadığıdır. "Oportünist yöneticiler"in TİP’i sonradan bu hale
çevirdiğidir. Hâlâ eski safsatalar devam ettiriliyor. "29.
Son çeyrek asır içinde, emperyalizmin ve gericiliğin halkımız üzerindeki insafsız
sömürü ve zulmü, geniş emekçi yığınlar için hayatı dayanılmaz hale
getirmiştir." Niçin,
"son çeyrek asır içinde"? "Emperyalizmin ve gericiliğin halkımız
üzerindeki insafsız sömürü ve zulmü" 1946’dan mı başlıyor? Daha önceki
dönemler "halkımız" için güllük gülistanlık mıydı? Diyelim, Program
Taslağı’nı kaleme alan arkadaş, M. Kemal dönemine özel bir sempati besliyor. Ve o
dönemde "sömürü ve zulmü’ daha "insaflı" olduğunu düşünüyor.
Peki, Alman faşizminin pençesindeki İkinci Dünya Savaşı yallarını da mı öyle
görüyor? 1946’dan sonraki dönemin özelliği, Türkiye’de komprador büyük
burjuvazinin ve toprak ağalarının tek parti istibdadına dayanan askerî faşist
diktatörlüğünden "çok" partili (ama, hemen bütün serbest partiler
komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının olduğu için o da bir anlamda
tektir) diktatörlüğe geçilmiş olmasıdır. Ve bir de Alman emperyalizminin
hâkimiyetinin yerini, adım adım Amerikan emperyalizminin hâkimiyetinin almasıdır.
"Sömürüyü ve zulmü" daha "insafsız" kılan etken nedir acaba? M.
Belli, kendi ifadesi ile, "Filipin tipi demokrasiyi", bütün kötülüklerin
anası olarak görüyor. Ona göre, mesele gayet basittir: "Filipin tipi
demokrasi"ye geçilmemeliydi; CHP’nin Kemalist iktidarı devam etmeliydi. O, halk
üzerindeki gerici diktatörlüklerden birini diğerine tercih ediyor. Program Taslağı
da aynı tercihi daha "inçe" ve daha "ustalıklı" bir tarzda
yapmış olmuyor mu? Hem sonra, programda "son çeyrek asır içinde" gibi,
belirsiz bir ifadenin yer alması da çok anlamsızdır. Program uzun yıllar muhafaza
edileceğine göre, seneler geçtikçe bu "çeyrek asır"ın başlangıç tarihi
de durmadan berilere kayacaktır. Bugün "insafsız sömürü zulüm" dönemine
dahil olan yılları, ilerde insaflı saymak gerekecektir. "30....
Faşist diktatörlüğün kurulmasıyla, 1961 Anayasasının sınırlı demokratik
hakları da zorbalıkla yok edilmiştir. Devlet idaresi yozlaşmış, rüşvet ve
yiyicilik almış yürümüştür." Birincisi,
"1961 Anayasasının demokratik hakları", faşist diktatörlükle birlikte
değil, ondan çok daha önce fiilen ve tabii "zorbalıkla" ortadan
kaldırılmıştı. Faşist diktatörlük bizzat o Anayasayı da ortadan kaldırarak bu
gelişmeyi tamamladı. Böylece "demokratik haklar" dediğimiz şeyin, elde
tutulmasının bile, gerici şiddete karşı, bir devrimci şiddetle mümkün olacağı,
zorun, mukabil bir zorla alt edileceği daha iyi anlaşıldı. İkincisi,
"devlet idaresinin yozlaşması", "rüşvetin ve yiyiciliğin alıp
yürümesi" de yeni değildir. Halkımız, on yıllardan beri rüşvetten ve
yiyicilikten yaka silkmektedir. Rüşvet ve yiyicilik, burjuva-feodal devletin
karakteridir. Böyle bir devletin mevcut olduğu her yerde rüşvet ve yiyicilik de
mevcuttur; yiyicilik ve rüşvetten azâde bir burjuva -feodal devlet bile,
düşünülemez. Hatta en demokratik burjuva devlet, rüşvet ve yiyiciliği ortadan
kaldıramaz; sadece daha aza indirir. Program Taslağı "yozlaşma"yı,
"rüşvet ve yiyiciliği" sıkıyönetimin gelmesine bağlamakla, ondan önceki
dönemde "rüşvet ve yiyiciliğin" olmadığını, "faşist
diktatörlüğün" yani sıkıyönetimin ortadan kalkmasıyla da, rüşvetin ve
yiyiciliğin ortadan kalkacağını dolaylı olarak kabul etmiş oluyor. "35....
Emperyalizmin köpekleri, ırkçılık ve militarizmi körüklemekte, Kürt halkı
üzerinde baskıyı haklı göstermeye ve dünya halklarına düşmanlık kışkırtmaya
çalışmaktadırlar." "...Kürt
halkı üzerinde..." ifadesi, "...Kürt milleti ve diğer azınlık milliyetler
üzerindeki..." şeklinde değiştirilse daha doğru olur. "36.
Yarı-sömürge, yarı-feodal toplumumuzda başlıca çelişmeler şunlardır: 1)
Emperyalizmle ülkemiz arasındaki çelişme; 2) Geniş halk yığınlarıyla feodalizm
arasındaki çelişme; 3) Burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme; 4) Hâkim
sınıflar içindeki çèlişme. "37.
Bütün bu çelişmelerin ortadan kalkması ve halkımızın sömürü ve zulümden
kurtulması sosyalizmle gerçekleşecektir." "Emperyalizmle
ülkemiz arasındaki çelişme..." formülasyon anlamsızdır. "Ülkemiz"
değil, "halkımız" denmeliydi veya "her milliyetten Türkiye halkı"
denmeliydi. O zaman cümlenin bir anlamı olurdu. "Bütün
bu çelişmelerin ortadan kalkması (abç)...
sosyalizmle gerçekleşecektir". Bilindiği gibi, farklı çelişmelerin farklı
çözüm yolları vardır. Emperyalizmle "ülkemiz" değil ama, halkımız
arasındaki çelişme, devrimci milli savaşla (milli devrimle çözülür. Geniş halk
yığınlarıyla feodalizm arasındaki çelişme, devrimci iç savaşla (demokratik
devrimle) çözülür. Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde emperyalizme karşı
mücadeleyle feodalizme karşı mücadele, yani milli devrimle demokratik devrim
birbirinden ayrılamaz; bunlar birbirine sıkı sıkıya ve kopmaz bağlarla bağlıdır.
Fakat şartlara göre, bu iki çelişmeden bazen biri, bazen de öteki ön plana
geçebilir. Emperyalizmin dolaylı yönetimi altında bulunan yarı-sömürge,
yarı-feodal ülkelerde, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme baş
çelişme olduğu halde, emperyalizmin askeri işgaline uğrayan bu gibi ülkelerde milli
çelişme ön plana geçer ve baş çelişme haline gelir; ama her iki halde de bu iki
çelişmenin çözümü birbirinden ayrılmaz. Demek oluyor ki, ilk iki çelişmenin
çözümü birbirinden ayrılmaz. Demek oluyor ki, ilk iki çelişmenin
"çözülmesi" "sosyalizmle" değil, daha önce demokratik halk
devrimi ile "gerçekleşecektir". Söz konusu olan ülke Türkiye, söz konusu
"hâkim sınıflar’’ Türkiye’nin hâkim sınıfları olduğuna göre,
Türkiye’de bunların "hâkim" durumuna son verildiği andan itibaren,
"hâkim sınıflar arasındaki çelişme"den de artık söz edilemez. Bugün
hâkim sınıflar kimlerdir? Komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları. Bunlar
demokratik halk devrimiyle "hâkim" mevkilerinden alaşağı edildiği zaman,
hâkim sınıflar kimler olacaktır? Esas itibarıyla işçi sınıfı, köylüler, şehir
küçük-burjuvazisi, milli burjuvazinin devrimci kanadı. Bu ittifak içindeki hâkim
sınıf ise, proletarya olacaktır. Açıktır ki, demokratik halk iktidarının hakim
sınıfları arasındaki çelişme, artık eski anlamdaki hâkim sınıflar içindeki
çelişmeden tamamen farklıdır. Ve devrimci halkın kendi içindeki, "halk
içindeki", antagonist olmayan ve barışçı metotlarla çözümlenebilen
çelişmedir. "Sosyalizmle
çözülecek" çelişme, bu dört çelişmeden sadece "proletarya ile burjuvazi
arasındaki çelişmedir". Başka bir ifadeyle emekle sermaye arasındaki
çelişmedir. Bir noktayı daha belirtelim: Taslakta, çelişmenin çözülmesinden
değil, "ortadan kalkması"ndan söz ediliyor. Ne komprador büyük burjuvazi ve
toprak ağaları, ne de mili burjuvazi, ne demokratik halk devrimiyle ne de sosyalist
devrimle tamamen ortadan kaldırılabilir. Bunlar, proletarya diktatörlüğü
gerçekleştikten ve hatta üretim araçlarının tamamının kolektif mülkiyete
dönüşümü tamamlandıktan sonra da, ideolojik ve kültürel alandaki varlıklarını
devam ettirirler. Proletarya diktatörlüğü altında devrimin devam ettirilmesinin
sebebi budur. Bunların kaynağını Lenin yoldaş "‘Sol’ Komünizm, Bir
Çocukluk Hastalığı" adlı eserinde göstermiştir. Bütün dünyada emperyalizmin
ve gericiliğin kökü kazınmadıkça, proletaryanın zafer kazandığı bir ülkede de,
devrilen gerici sınıflar mevcudiyetlerini koruyacaklar, devam ettirecekler, pusuda
bekleyecekler ve devrimi karşı-devrime dönüştürmek için fırsat kollayacaklardır.
Bunlarla proletarya arasındaki çelişmenin "ortadan kalkması", ancak
komünizmle mümkün olacaktır. Çelişmenin çözülmesiyle kastedilen şey, bugün ilk
üç çelişmede, çelişmenin tali yönünün esas yön, esas yönün de, tali yön
haline gelmesidir. Çelişmelerin "ortadan kalkması" ise, artık bunların
mevcut olmaması, tamamen yok olması; ne tali yönün, ne de hâkim yönün bulunması
anlamına gelir. Demokratik halk devrimi, bugün çelişmenin esas yönünü teşkil eden
emperyalizmi, komprador burjuvaziyi, toprak ağalarını tali yön; çelişmenin tali
yönünü teşkil eden proletaryayı ve diğer halk sınıflarını ise esas yön haline
getirecektir, ama bu çelişmeyi "ortadan kaldırma"yacaktır. Sosyalizm, bugün
çelişmenin tali yönü olan proletaryayı esas yön, milli burjuvazi dahil bütün
burjuvaziyi tali yön haline getirecektir, ama bu çelişmeyi tamamen "ortadan
kaldırma"yacaktır. Proletarya iktidarı altında ve sosyalizm kuruculuğu
döneminde ve hatta üretim araçlarının sosyalist mülkiyete dönüşümü
tamamlandıktan sonra da, o ülkenin proletaryası ile emperyalizm, bütün burjuvazi
ve toprak ağaları arasında çelişme mevcut olacaktır (özellikle ideolojik alanda).
Ama o ülke açısından proletarya bu çelişmenin esas yönünü, diğerleri ise tali
yönünü teşkil edeceklerdir. Hatta çelişmenin tali yönünü teşkil edecek olan
gericiler arasında da çelişme mevcut olacak ve devam edecektir. "Bütün bu
çelişmelerin ortadan kalkması" (abç), "sosyalizmle"
değil komünizmle "gerçekleşecektir"! Taslaktaki cümleye neresinden baksak
yanlıştır, Marksizm-Leninizm’e aykırıdır. "37....halkımızın,
sömürü ve zulümden kurtulması sosyalizmle gerçekleşecektir." Halkımızın
"sömürüden" kurtulmasının sosyalizmle gerçekleşeceği doğrudur.
Demokratik halk iktidarı döneminde, milli burjuvazi ve onun mülkiyeti mevcut
olacağına göre sömürü de, aşırı ölçülere varmamakla beraber mevcut olacaktır.
Hatta küçük üretimin mevcudiyeti bile, belli ölçülerde sömürünün mevcudiyeti
demektir. Bu nedenle, proletarya iktidarı altında da, üretim araçlarının kolektif
mülkiyete dönüştürülmesi tamamlanamadığı müddetçe, sömürü kısmen devam
edecektir. Her alanda üretim araçlarının kolektif mülkiyeti gerçekleştikten sonra,
artık sömürüden söz edilemez. Artık, sosyalizmin evrensel parolası, "herkesten
gücüne göre herkese emeğine göre!" parolası bir gerçek haline, gelmiştir.
Sömürünün kaynağı olan, üretim araçlarının bir grup insanın elinde olması sona
ermiş, bunlar, toplumun ortak mülkü haline getirilmiştir. Sömürünün kaynağı
kurutulmuştur. Fakat
cümlenin ikinci kısmı, "halkımızın zulümden kurtulması sosyalizmle
gerçekleşecektir"!!! ifadesi tamamen sakattır. Bu, demokratik halk
diktatörlüğü sisteminde zulmün mevcut olacağını kabul etmektir. Zulüm nedir?
Zulüm, gericilerin yani bugünkü hâkim sınıfların halk sınıflarına uyguladığı
baskı ve zorbalıktır. Gerici şiddettir. Gerici sınıflar bu şiddete ve zorbalığa,
sömürülerini devam ettirmek için, hâkim mevkilerini korumak ve ebedileştirmek için
başvuruyorlar. Bu bakımdan, onların halk sınıflarına karşı gösterdiği şiddet,
ayrı zamanda haksızdır. Bu haksız ve gerici şiddet, neyle uygulanıyor? Hâkim
sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş daimi orduyla, polis teşkilatıyla,
hapishanelerle vs. Bilindiği gibi hâkim sınıflar, halka karşı, öteden beri, daima
iki silah kullana gelmişlerdir: "Cellat ve papaz". Zulmün aracı, işte bu
"cellat"tır. Proletarya önderliğinde muzaffer bir halk devrimi
"cellat"ı da "papaz"ı da o ülkenin bağrından kaldırıp
atacağına göre, zulüm nerede kalacaktır? Evet, demokratik halk devriminden sonra da
(ve hatta sosyalist devrimden sonra da) "şiddet" ortadan kalkmayacaktır. Ama,
bu "şiddet"in niteliği tamamen değişiktir artık. Bu şiddet, proletaryanın
ve halk sınıflarının, eski düzeni geri getirmek isteyen gerici sınıflara
karşı kullandığı devrimci şiddettir. Bu şiddet, tarihı açıdan meşru ve
haklıdır. Bu "zulüm" müdür? Gericilere sorarsanız öyledir. Ama bize
sorarsanız, bu en tabii, en kaçınılmaz bir şeydir, haklı ve ilerici bir şeydir ve
asla zulüm değildir! Tersine, zulmü geri getirmek isteyenlere karşı halkın verdiği
bir cezadır. Program Taslağı, demokratik halk diktatörlüğü sisteminde zulmün
mevcut olacağını dolaylı olarak kabul etmekle, gericilerin paraleline düşmüyor mu? "59.
Hareketimizin nihai hedefi, insan üzerindeki her türlü sömürü ve zulmü ortadan
kaldırmak, halkımızı sınıfların kalmadığı bir dünyada en büyük ve en mutlu
geleceğe, komünizme ulaştırmaktır." Aynı
ifade, Tüzük Taslağı’nın temel ilkeler bölümünde de geçiyor: "Partimizin
nihai hedefi, her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırarak sınıfsız toplumu yani
komünizmi gerçekleştirmektir." Yukarıdaki
ifadeyle Program (ve Tüzük), 37. maddenin de gerisine düşmüştür. Sömürünün ve
zulmün ortadan kaldırılması, bir çırpıda hareketimizin nihai hedefi oluyor. Yani,
sömürünün ve zulmün ortadan kaldırılması, komünizme erteleniyor. Yani, hem
demokratik halk diktatörlüğü sisteminde, hem de proletarya diktatörlüğü sisteminde
"zulüm" mevcut! Üstelik, sosyalizm, "sömürü"yü de muhafaza
ediyor! Ya bu "sosyalizm", "İsveç sosyalizmi" cinsinden bir şeydir,
ya emperyalistler ve gericilere, "sosyalizm en büyük sömürü ve zulüm
düzenidir" derken haklıdır. Ya da, bu Taslağı kaleme alan arkadaş,
kullandığı kavramların gerçek anlamından habersizdir. Tekrar
edelim: Sosyalist toplumda sınıflar ve proletaryanın diktatörlük aracı
olarak devlet mevcut olmakla birlikte, ne sömürü vardır, ne de zulüm. Sömürü,
sosyalizmin inşasıyla birlikte ortadan kalkar. İlke: "Herkesten gücüne
göre, herkese emeğine göre"dir. Herkesin emeğine göre aldığı bir toplumda
sömürüden söz etmek, bu ilkenin kavranmadığını gösterir. Zulüm ise, daha
demokratik halk iktidarının (ki bu bir halk cumhuriyetidir) gerçekleşmesiyle birlikte
ortadan kalkacaktır. Yani demokratik halk diktatörlüğü sisteminde de, proletarya
diktatörlüğü sisteminde de zulüm yoktur. Zulüm, bir avuç sömürücü ve gerici
sınıfların, devrimci halkı ezmesidir. Eğer halkın ve proletaryanın gericiler
üzerindeki diktatörlüğü de zulüm olarak görülüyorsa, bu son derece yanlıştır.
Bu, gericilerin ağzıdır. Komünizm
dünyasının, "sınıfların kalmadığı bir dünya" olacağı doğrudur. Ama
bundan ibaret değil. Komünizm dünyasında sınıflarla birlikte, uzlaşmaz sınıf
çelişmelerinin ürünü olan, hâkim sınıfların diğer sınıflar üzerindeki baskı
aracı olan, sosyalizmde proletarya diktatörlüğünün aracı olan devlet de
ortadan kalkacaktır. Çünkü, sınıfların tamamen ortadan kalkmasıyla proletaryanın
artık devlete ihtiyacı kalmayacaktır. Öte yandan, komünizm aşamasında yani, "bireylerin
işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeğiyle kol emeği arasındaki çelişkiye
kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil, ama
kendisi birinci hayati ihtiyaç haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimlerde
gelişmeleriyle üretici güçler de arttığı ve tütün kolektif zenginlik kaynakları
gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman... toplum, bayraklarının üstüne
şunu yazabilecektir: "Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına
göre!" (Marks). Demek
ki, komünizm dünyasının özelliği, sadece sınıfların ortadan kalkması değil,
sınıflarla birlikte sınıf tahakkümünün de ortadan kalkması, "herkesten
yeteneğine göre, herkese emeğine göre!" şiarının yerini, "herkesten
yeteneğine göre herkese ihtiyaçlarına göre" şiarının almasıdır. Taslak, ele
aldığımız maddeleriyle, demokratik halk diktatörlüğü sistemine ve sosyalizme,
gericilerin yakıştırıldığı nitelikleri aynen onayladıktan başka, komünizmi de
onun en önemli özelliklerinden koparmıştır. "37....bütün
feodal ve yarı-feodal kalıntıların..." "Yarı-feodal
kalıntı" tabiri anlamsızdır. Zaten "yarı-feodal" ilişkiler,
kalıntıdır; feodalizmin kalıntısıdır. "Yarı-feodal kalıntı",
"feodal kalıntı"nın "kalıntısı" oluyor ki, böyle bir ifade
abestir. "Bütün feodal ve yarı-feodal ilişkilerin" veya "bütün feodal
kalıntıların..." veya "feodalizmin" denilebilirdi "37....Hareketimiz
işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü ittifakına dayanan halkın demokratik
diktatörlüğünü kurmak için..." "...Halkın
devrimci iktidarının kurulmasıyla..." "39....
Hareketimiz, ...halkın silahlı kuvvetlerini teşkilatlar ve işçi-köylü ittifakı
üzerinde halkın devrimci cephesini gerçekleştirmek için mücadele eder. "Hareketimiz,
kurtarılmış bölgelerde halkın iktidarda olduğu bir düzen kurar." "Halk"
kelimesinin, iktidar, silahlı kuvvetler... gibi kavramlarla bir yığın kombinezonu
yapılıyor ama, Programda, halkın kim olduğunu, hangi sınıfları içine aldığını
bir türlü öğrenemiyoruz. Evet, halk sınıfları hangileridir? Proletarya, bu
sınıflardan hangilerine tam olarak güvenir, hangileriyle sağlam bir ittifak kurar,
hangilerini tarafsızlaştırır, hangilerini yanına çekmeye çalışır, belli değil.
Oysa, bütün bunlar devrimin en önemli sorunlarındandır. "Halkın devrimci
iktidarı", "halkın demokratik diktatörlüğü", "halkın iktidarda
olduğu düzen" hangi sınıfların iktidarıdır, belli değil? "Halkın
devrimci cephesi", hangi sınıfları içine alacaktır? Program bu konuda da bir
şey söylemiyor. "Hareketimiz, Türkiye halklarını teşkilatlar" ama hangi
sınıfları? Bunlardan hangilerine dayanır, hangilerine güvenir, hangilerine güvenmez?
Asıl söylenmesi gereken şeyler bunlarken, Program Taslağı, bu sorunları tamamen
cevapsız bırakıyor. Edebi ama içi boş cümleleri yan yana sıralamakla yetiniyor.
"Bunları biz zaten biliyoruz, yazmaya ne gerek var?" diyemezsiniz!
Saflarımıza bunları bilmeyen birçok yeni devrimci katılıyor ve katılacak, onlar
bilmiyor! Program, onlara en temel konularda ışık tutmak zorundadır. Ayrıca,
Programımızı eline alan binlerce, yüz binlerce, milyonlarca emekçi bu sorulara cevap
arayacaktır. Halk kavramı Türkiye’de, hâkim sınıfların en gerici kesimlerinin
dahi dilinden düşmeyen bir kavramdır. Biz bu kavramdan vazgeçmeyelim tabii. Ama ona
bir muhteva verelim. Gerçek muhtevasını belli edelim. Böylece, gerici demagogların
"halk" kavramıyla gerçek halk arasındaki fark ayan beyan ortaya çıksın. "38....Feodalizmle
halk yığınları arasındaki gelişmenin??? özü, geniş köylü yığınlarıyla
toprak ağaları ve tefeciler arasındaki çelişmedir. Ancak bu çelişmeyi devrimin esas
halkası olarak kavrayarak, geniş işçi-köylü yığınlarını halk ordusu içinde
örgütleyebilir, özü toprak devrimi (abç) olan demokratik halk ihtilalini başarabilir
ve emperyalizmin hakimiyetini yıkabiliriz. "Bu
sebeple bugün yurdumuzdaki belli başlı dört çelişme içinde, halk yığınlarıyla
feodalizm arasındaki çelişme baş çelişmedir." Baş
çelişmenin tespitinde, mantık tersinden işletilmekte; sebepten sonuca doğru değil,
sonuçtan sebebe doğru gidilmektedir. Oysa önce baş çelişme tespit edilir, sonra da
tespit edilen baş çelişme esas halka olarak kavranır. Program Taslağı’nın metodu
idealist bir metottur. Bu nedenle de asla inandırıcı değildir. Feodalizmle
halk yığınları arasındaki çelişme niçin baş çelişmedir? Birden fazla
çelişmenin bulunduğu bir süreçte, bunlar arasından bir tanesi diğer çelişmelerin
gelişmesini tayin ve onlar üzerinde tesir icra eder. Bu çelişme baş çelişmedir.
Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme, ülkemizde hem burjuvazi-proletarya
çelişmesi üzerinde, hem de emperyalizm-Türkiye halkı çelişmesi üzerinde
belirleyici ve yönetici bir rol oynar. Feodalizm çözüldüğü ölçüde
proletarya-burjuvazi çelişmesi ortaya çıkar ve keskinleşir. Öte yandan,
emperyalizmin geniş köylük bölgelerdeki sosyal dayanağı feodal güçlerdir. Bu
nedenle, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin çözümü, emperyalizmi
de önemli bir, dayanağından yoksun bırakır, emperyalizmle Türkiye halkı arasındaki
çelişmenin gelişmesinde ve çözümünde tayin edici bir rol oynar. Feodalizmle halk
yığınları arasındaki çelişmenin baş çelişme olmasının sebepleri kısaca
bunlardır. "40....Hareketimiz,
faşizme ve gericiliğe karşı bütün demokrat ve yurtsever güçlerle her zaman
birleşmeye hazırdır." Birleşmek,
ittifak kurmak demektir. Bu, "geçici ve kısmi anlaşmalardan" farklı
bir şeydir. Biz, birinci olarak, komünist partisi önderliğinde düzenli halk ordusu
inşa edilmeden ve böylece, işçi-köylü ittifakı belli ölçülerde gerçekleşmeden,
proletarya önderliğinde milli burjuvaziyle bir ittifakı mümkün görmüyoruz. Böyle
bir ittifakı elbette her dönemde isteriz ama, bir şeyi istemekle, o şeyin
gerçekleşmesi farklı şeylerdir. Bugün ancak geçici ve kısmi anlaşmalar
mümkündür. ikincisi, komünistler "her şart altında" ittifaka hazır
değildir. "Bağımsızlıklarını korumak", "kendi kuvvetlerine
dayanmak", "inisiyatifi kaybetmemek" ve program hedeflerine uygun olmak
şartıyla, ittifaklar kurarlar., ÇKP,
Guomintang’ın, Kızıl Orduyu dağıtın, sizinle birleşelim çağrısına uydu mu?
Eğer birleşmek uğruna Kızıl Orduyu dağıtsaydı, bu, ÇKP ve devrim adına büyük
bir hezimet olurdu. Komünistler, devrim safında yer alması mümkün olan bütün
güçlerle elbette "birleşmek" isterler ama, her ne pahasına olursa olsun
değil! Şartlar ne olursa olsun değil! Kendi ilkelerinden ve hedeflerinden vazgeçerek,
değil! Başkasının kuvvetine güvenerek, bağımsızlığını kaybederek, insiyatifi
elden çıkararak değil! Burjuvaziye kuyruk olarak değil! Taslaktaki
"...her zaman birleşmeye hazırdır" ifadesi, aksi yönde bir kanaat
uyandırıyor. "40.
Hareketimiz, emperyalizmin gerilemesi, halktan demokratik haklar kazanması ve yaşam
şartlarının düzelmesi yönündeki bütün acil talep ve ihtiyaçları savunarak
yığınları mücadeleye sevk eder. Bilinçlerini yükseltir ve onları silahlı
mücadele saflarına kazanmaya çalışır." Program
Taslağı’nın bu maddesi, birinci olarak her şart altında "acil talep ve
ihtiyaçların" savunulması gibi, tamamen reformist bir çizgiyi partinin çizgisi
haline getirmek istemektedir. Çünkü komünistler, "acil talep ve
ihtiyaçları" ancak, "genel politik taleplerimize ve kitleler içindeki
devrimci ajitasyonumuza sıkı sıkıya bağlamak" şartıyla ve "devrimci sloganların
yerine kısmi talepleri asla ön plana çıkarmamak" şartıyla savunur ve
desteklerler. "Genel politik taleplere ve devrimci ajitasyona" aykırı
düştüğü anda reddederler. Meselâ, bugünkü düzeni yıkmak için harekete gecen
kitlelerin karşısına geçip "acil talep" nutku atmak, düpedüz gericilik
olur ve bu, hâkim sınıfların politikasıdır. Ayrıca, komünistler acil talepler
uğruna mücadeleyi hiç bir zaman esas haline getirmezler. İkinci
olarak, "bütün acil talep ve ihtiyaçları savunarak, yığınların bilinçlerini
yükseltmek..." teorisi, tamamen, ekonomistlerin, "elle tutulur sonuçlar
vadeden somut istekleri ileri sürerek" işçileri "bilinçlendirme" ve
"işçi eylemlerini yükseltmek" teorisinden mülhemdir. Ve ikisi arasında öz
bakamından en ufak fark yoktur! "42....Hazine
toprakları köylülere dağıtılacak veya köylü komitelerinin denetiminde halk
çiftlikleri haline getirilecektir." "Köylü
komiteleri", köy parti komiteleri midir, silahlı mücadele organları mıdır,
iktidar organları mıdır, okuma grupları mıdır, yayın dağıtım gruplarımıdır,
belli değil? Toprak Devrimi Programımız broşüründe şöyle deniliyor:
"Yoksulluk ve zulümden kurtuluşun tek yolu vardır. Köylük bölgelerde
ÇİZMELİ, KAMÇILI BEYLERIN HAKİMİYETİNİ YIKMAK VE KÖYLUNUN KENDİ HAKIMİYETINİ
KURMAK! Bu . amaçla her köyde
yoksul ve orta halli köylülerin mücadelesini yönetecek (abç) KÖYLÜ KOMİTELERİ
kurmalıyız. "Toprak
ağalarının ve tefecilerin kökünü teker teker kazımak için mücadeleye hazır
olalım. Toprak ağaları ve tefecilerle bunlara köpeklik edenleri köylerde
barındırmayalım! Onların çalışmalarını bozalım, hâkimiyetlerini yere vuralım.
KÖYLÜ KOMITELERİ böyle bir mücadeleyi yürütecektir (abç)". Buradan
anlaşıldığına göre, köylü komiteleri, silahlı mücadele organlarıdır. Ve
görevi de yoksul ve orta köylülerin mücadelesini "yürütmek" ve
"yönetmek"tir. Bu mücadelenin biçiminin ne olduğunu broşürden anlamak
mümkün değildir! Halk savaşı deniliyor ama, bugün bunun biçimi nedir, gerilla
savaşı mıdır; yoksa başka bir şey mi düşünülüyor? İşte bu mücadele (her
neyse), köylü komiteleri tarafından "yürütülecek" ve
"yönetilecektir". Öte
yandan, köylü komiteleri aynı zamanda iktidar organlarıdır. "Toprak
Devrimi Programı’nın uygulanması ve dağıtımı işini köylü komiteleri
yürütecektir. Toprak işçileri, yoksul köylüler ve orta halli köylüler, her köyde
köylü komitesini seçimle kuracaklardır. Köylü komitesinin çoğunluğu toprak
işçileri ve yoksul köylülerden meydana gelecektir. "Ormanlar,
göller, sular, meralar köylü komitelerinin yönetimine geçecektir. Bunların
korunması, geliştirilmesi ve köylülerin eşit olarak yararlanması için her türlü
işleri köylü komiteleri düzenleyecektir." Köylüler
arasındaki bütün örgütlenme sorunu, görüldüğü gibi, "köylü
komiteleri" vasıtasıyla bir çırpıda hallediliyor. Her derdin devası köylü
komiteleridir! Bu, şunu gösteriyor ki, arkadaşlar, başlarını ellerinin arasına
alıp köylülerin nasıl örgütlendirileceği konusunda, ciddi olarak bir kere bile
düşünmemişlerdir. Hemen her işi yapan, ne olduğu bilinmeyen bir köylü komitesi!
Oldu bitti! Ve bu, ne olduğunu anlayamadığımız köylü komitesi, şimdi Programa da
girmiştir. Yeni görevleri: "Halk çiftliklerini kontrol etmek!" Hiç
değilse "devrimci köylü iktidar organları" denmeliydi. Bunun taşıdığı
anlam açıktır. Bunların nasıl teşkil edileceği vs... zaten şimdinin görevi
değildir. Şimdi bu "köylü komiteleri" denen şey, sadece kafaları
karıştırmaya yarıyor. "43....Emperyalistlere
olan bütün borçlar tasfiye edilecektir." "Tasfiye
edilecek" yerine "iptal edilecek" denilmeliydi. Çünkü "...tasfiye
edilecek..." ifadesi, borçların ödenmesi anlamını da içermektedir. Ve bu
yanlıştır. "44....Hareketimiz,
hangi ülke olursa olsun Türkiye’de yabancı ülkelèrin askeri birlik ya da üs
bulundurmasını kesinlikle reddeder." -
"...Hangi ülke olursa olsun..." ifadesi, sosyalist ülkeleri de içerdiği
için yanlıştır. Yanlıştır çünkü, bir sosyalist ülke başka bir ülkedeki
devrime destek olmak üzere elbette silah ve gönüllü gönderebilir. Fakat bu silah ve
gönüllüleri tamamen o ülkedeki devrimcilerin emrine verir. Bunların
kullanılmasını, o ülke devrimcilerinin inisiyatifine bırakır. Dışarıdan, onların
işine müdahale etmez. Bunun adı, elbette "askeri birlik ve üs bulundurma"
değildir. Çin
Halk Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler toplantısında ABD ve SSCB emperyalistlerinin
demagojik "Stratejik Silahların Sınırlandırılması" toplantılarına ve
onların Çin Halk Cumhuriyeti’ni saldırganlıkla suçlamalarına karşı şu cevabı
vermiştir. "Çin Halk Cumhuriyeti hiç bir zaman nükleer silahları ilk
kullanacak olmayacaktır. Ve ÇHC’nin hiç bir ülkede askeri üsleri, birlikleri yoktur
ve saldırgan olmamasının garantisi de budur. Diğer taraftan ABD ve SSCB
emperyalistlerinin bir sürü ülkelerde ve denizlerde askeri üsleri, nükleer
donanmaları ve birlikleri vardır. ‘Sınırlandırma’ vs. gibi boş laflar,
kendilerinin gerçek saldırganlar olduğunu saklayamaz. Eğer, gerçekten bu konuda
samimi iseler, ÇHC’nin yaptığı gibi nükleer silahları ilk olarak kendilerinin
kullanmayacaklarını ilan ederler ve bütün askeri üslerini ve birliklerini diğer
ülkelerin topraklarından ve karasularından çekerler. Ancak bundan sonra büyüklü
küçüklü bütün ülkelerin katılacağı gerçekten samimi silahsızlandırma
görüşmeleri yapılabilir Program
Taslağı, yukarıdaki ifadesiyle, "sosyalist ülkelerin yabancı bir ülkede, zaten
askeri üs ve birlik bulundurmayacağı" gerçeğini üstü kapalı bir tarzda
reddediyor; dolaylı olarak, "sosyalist ülkelerin yabancı ülkelerde üs ve birlik
bulunduracağını" kabul ediyor. Bu, gericilerin "kızıl emperyalizm"
demagojisini kabullenmekten başka bir şey değildir. Sosyalist ülkeleri gericilerin
mantığıyla düşünmek, sonra da bu mantığa uygun düşen bir madde kaleme almak!
Yapılan budur. "46....mahalli
idarelerden en üst kademelere kadar halkın seçimle tayin ettiği ve denetlediği
devrimci yönetim gerçekleştirilecektir." Memurların
seçimle geleceği ve seçimle azledileceği açıkça söylenmeliydi. Yıkardaki maddede
memurların seçimle geleceği bellidir ama, seçimle azledileceği belli değildir.
"Denetleme"den kastedilen bu ise, daha açık hale getirilsin. "47.
Demokratik halk hükümeti, hâkim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş orduyu
kaldıracak, işçi ve köylülerin genel silahlandırılmasına dayanan halk ordusunu
kuvvetlendirecek, böylece milli bağımsızlığımızı ve yurdumuzun savunmasını
gerçek teminatına kavuşturacaktır. "Ordudaki
her türlü eşitsizlik, rütbe ve unvanlar kaldırılacak, komutanların seçiminde
askerler söz sahibi olacaktır. Toplanma ve dernek kurma hürriyeti askerlerin en tabii
hakkıdır. "Askerler
üzerindeki dayak ve baskılar kesinlikle yasaklanacak, ordunun üretici ve halkın
hizmetinde olması gerçekleştirecektir." Birinci
paragraf muğlak! Ne anlama geldiği kolayca anlaşılmıyor ve akla şunu getiriyor:
Sanki kitleler bir anda ayaklanarak iktidara, Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, el
koyacaklar, başa geçen devrim hükümeti, derhal eski gerici orduyu silahlarından
tecrit edip dağıtacak, bütün halk silahlandıracak, vs. Oysa, "hâkim
sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş ordunun kaldırılması", iktidar
ele geçirildikten sonra ve bir anda olacak bir şey değildir. Uzun süreli halk savaşı
boyunca, bu gerici ordu, zaten parça parça yok edilecek, imha edilecek, silahtan tecrit
edilecek, vs. vs... Devrimci iktidar, bu gerici ordunun son kalıntılarını da
silip süpürecektir. Program Taslağı’ndan bu anlam çıkmıyor. "İşçi
ve köylülerin genel silahlanmasına dayanan halk ordusu"; şüphesiz ki, devrimci
iktidar altında halk ordusunun gelişmesi bu yönde ilerleyecektir. Ama, ne silahlı
mücadelenin başında (yani bugün), ne de demokratik devrimle iktidar ele geçirildiği
zaman, halk ordusu, işçi ve köylülerin genel silahlanmasıyla oluşmayacaktır. Yani
orduyla halk bir ve aynı şey haline gelmeyecektir. Bu, daha ilerde mümkün olacaktır.
Bir yandan "halk ordusu küçükten büyüğe, zayıftan kuvvetliye doğru
gelişecektir" diyoruz, öte yandan halk ordusu, nasıl olup da, hatta
iktidar ele geçirilmeden önce halkın genel silahlandırılmasına dayanıyor ve
"halk hükümeti"nin görevi onu "kuvvetlendirmek" oluyor? Taslağa
göre, iktidar ele geçirildiğinde zaten ordu, "işçi ve köylülerin genel
silahlanmasına dayanmaktadır" ve hükümet bunu "kuvvetlendirmektedir".
Bu nasıl mümkündür? Halk
ordusunun uzun süreli bir savaş içerisinde adım adım inşa edilmesi gereken bizim
şartlarımızda, bu ifadeler tamamen yanlıştır. Halk ordusu, elbette halkın
bağrından doğacaktır, onların bir parçası olacaktır, onların hizmetinde
olacaktır. Üretime katılacaktır ama derhal ve kısa zamanda halkla ordu bir ve aynı
şey olmayacaktır. Orduyla halk aynılaşmaya başladığı andan itibaren, ordu artık
ordu olmaktan çıkmaya, devlet devlet olmaktan çıkmaya başlamış olacaktır. Yani
komünizme ulaşılmış olacaktır. Öte
yandan halk ordusu, sadece "milli bağımsızlığımızın ve
yurdumuzun savunulmasının" "teminat" değil, aynı zamanda demokratik
halk diktatörlüğünün korunmasının ve pekiştirilmesinin, sosyalizme geçişin,
proletarya diktatörlüğünün de teminatı olacaktır. "Ordudaki
her türlü eşitsizliğin, rütbenin, unvanların kaldırılmasına" gelince, söz
konusu olan halk ordusu olduğuna göre, bunlar zaten başından itibaren olmayacaktır
ki, "kaldırılsın". Taslak, bunları var sayıyor "askerler üzerindeki
dayak ve baskılar yasaklanacak" ifadesinde de aynı hava var. Halk ordusunda
bunların hiç bir zaman yeri olmayacağı belirtilseydi doğru olurdu. Program
Taslağı, yukarıdaki ifadesiyle, halk ordusunun uzun süreli savaş içinde adım adım
inşa edileceğini reddediyor. Bunun yerine, genel ayaklanmayla iktidarın ele
geçirilmesi, halk ordusunun, devrimci iktidar altında kurulması, gerici ordunun iktidar
ele geçtikten sonra kaldırılması hayalini koyuyor. Üstelik, ordu ile halkın henüz
aynılaşmadığı demokratik halk diktatörlüğü ile ordu ile halkın bir ve aynı şey
haline geldiği komünist düzeni birbirine karıştırıyor. "Demokratik
halk ihtilâlinin [devletinin olmalı] programı" ara başlıklı bölüm, bir
yığın tekrarlamalarla ve açıklamalarla dolu. 45. maddede halka demokrasi
verileceğinden bahsediliyor. 50. maddede tekrar "halka söz, basın, toplanma,
teşkilatlanma, siyasi düşünce ve kişisel hürriyetler" veriliyor; "vicdan
ve ibadet özgürlüğü" veriliyor! 47. madde, "toplanma ve dernek kurma
hakkı"nı askerlere yani halkın bir parçasına tanıyor... Yani, taslak önce,
"demokrasi"nin tamamının sonra da onun unsurlarının halka verildiğini
söylüyor. Taslak, önce, halkın tamamına "demokrasi" sağlıyor, sonra,
halkın bir parçası olan askerlere "demokrasi" sağlıyor! Bunlar hep gereksiz
tekrarlardır. Ayrıca "bankaların bir milli bankada birleştirileceği",
"işkencenin yasak olduğu", "idam cezalarının kaldırılacağı",
"halka hizmet ruhuyla dolu" bir gençlik yetiştirileceği vs. vs. tamamen
gereksiz teferruatlardır. Programda bu gibi şeylere hiç bir gerek yoktur! Ayrıca bu
bölüm, Engels’in ifadesiyle, "hem bir program, hem de bir program yorumu haline
getirilmek istenmiştir". Engels Erfurt Programı’nın benzeri hatalarını
eleştirerek şöyle demektedir: "Kısa
ve çarpıcı formüllerin seçilmesiyle yeteri kadar açık olmamaktan korkulmaktadır;
bu yüzden de uzun uzadıya yorumlar eklenmiştir. Bence program mümkün olduğu kadar
kısa ve sınırları belli, açık seçik olmalıdır. Programda rastlantı olarak bir
yabancı kelimenin ya da ilk bakışta kapsamının kavranması güç olan bir cümlenin
bulunup bulunmaması pek önemli değildi". Bunlar, ayrıca yayınlanacak
broşürlerle, parti yayınlarıyla, tartışmalarla vs... açıklanabilir ve o şekilde
açıklanmalıdır. "Ve o zaman, o kısa ve çarpıcı cümle bir kere
anlaşılınca, kafalarda yerleşir ve bir slogan halini alır. Uzun açıklamalar için
ise bu böyle değildir. Halk dilinde konuşmak eğilimine fazla tavizde bulunmamak
gerekir; işçilerimizin entelektüel yeteneklerini ve kültür derecesini
küçümsemeyelim. En özet ve en
kısa bir programın Kedileri’ne sunabileceği şeylerden çok daha zor şeyleri
işçilerimiz anlamışlardır". Yine
Engels eleştirinin bir yerinde şunu söylüyor: "Bir
programda fazla şeylerin bulunması o programı zayıflatır." (Gotha ve Erfurt
Programının Eleştirisi, S. 98) EKLER
VE DÜZELTMELER Başka
arkadaşların eleştirilerinde gördüğüm şu noktalara ben de aynen katılıyorum: 1. Hareketimizin
Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olduğu belirtilmeliydi.
SONUÇ HERKESİN
GÖZU ÖNÜNDE YÜKSEKLERE ÇEKTİĞMİZ BAYRAĞIN, PROLETARYANIN KIZIL BAYRAĞI OLUP
OLMAYACAĞI, İŞARET ETTİĞİMİZ LEKELERİN TEMİZLENİP TEMİZLENMEYECEGİNE
BAĞLIDIR. BİZ, BÜTÜN SAMİMİYETİMİZLE BU LEKELERİN TEMİZLENMESİNİ İSTİYORUZ. Ocak -
1972 |